Hülya Üstekidağ Ayna

Dünyanın bütün sokakları...

5 Nisan 2021
Sokaklardan çekilip dairelere kapandığımızdan beri sınırlı alanlarımızda yaşamlar sürüyoruz. Teknoloji ilerliyor ve tüm ihtiyaçlarımızı insanlarla yüz yüze gelmeden de halledebiliyoruz. Tüm alışverişlerimiz, sohbetlerimiz, oyunlarımız, güvenlik tedbirlerimiz vs. neredeyse her şeyi kontrol etmek parmaklarımızın ucunda. Hayatlarımız fiziksel olarak kolaylaşıyor. Daha az efor sarf ediyoruz. Çocuklarımız daha çok kurslarda, okullarda ve evde. Sokakta değiller. Çünkü sokakların güvenilir olmadığını düşünüyoruz. Ona zarar verebilecek çok kimse, çok suçlu dışarda. En iyisi evden çıkarmamak ya da bizlerin kontrolünde parka, alışveriş merkezlerine götürmek. Görüştüğü arkadaşlarının ailelerini de kontrol etmek gerekir. Çünkü bizler evde hiç küfürlü argo konuşmuyoruz. Dışardan da öğrenmesin. Her şey kontörlümde olmalı çünkü ben anneyim/ babayım.

Peki sizce neden hayatımız bu kadar kolaylaşırken(!) çocuklarımızla ilgili kontrolde gittikçe zorlanıyoruz?

Sokaklarda üstü kirlenir, küfür öğrenir diye binalara kapattığımız çocuklarımıza teknolojiyi sınırsız sunduk. Ve artık sadece mahallenin sokağına değil dünyanın tüm sokaklarına erişim sağlamalarına izin verdik. Mahalledeki komşularımızı tanıyorduk, kimin nasıl bir aile yapısı olduğunu biliyorduk. Şimdiyse çocuklarımız online oyunlarda tanımadıkları/ tanımadığımız bir sürü yabancı ile arkadaş oluyor, hiç tanımadığımız, ailelerine dair hiçbir fikrimizin olmadığı içerik üreticilerini saatlerce hareketsizce izliyorlar. Neler konuşulduğu hakkında ne kadar bilgimiz var peki? Evde çocuklarımızın yanında televizyon izlerken müstehcen ya da korkutucu bulduğumuz sahneleri panikle kapatıyorduk ya şimdi dijital ekranda nasıl ve ne kadar müstehcenliğe, korkuya maruz kaldığını biliyor muyuz? Arkadaşının kalemini sınıftan aşıran çocuğumuz için çok endişe ediyorduk da şimdi online oyunlarda karakter almak için ebeveyninin kredi kartını izinsiz kullandığında ne yapıyoruz?

Gerçekten çocuklarımızı güvende tutabiliyor muyuz acaba?

Fiziksel olarak evin içinde, doğru! Gözümüzün önünde, doğru! Ne yediğini, içtiğini görüyoruz, doğru! Ama kimlerle nasıl ilişkide olduğunu, zihninde ve duygularında olup bitenleri maalesef artık yeterince göremiyoruz ve anlayamıyoruz. Bazı şeylerin de yanlış gittiğini çocuklarımız gerçekten zor duruma düşünce ve bizlere sinyal verince anlıyoruz.

En büyük serzeniş de ekran süresini durduramıyoruz hocam! Saatlerce oynuyor söz dinlemiyor!

Daha önce hava kararmadan sokaklardan içeri alabiliyorduk çocuklarımızı, ezandan önce/ baban gelmeden önce evde olmalısın diyebiliyorduk. Şimdi ellerindeki telefon ya da tabletleri alamıyoruz. Bu kadar her şeyi kontrol altına alırken nasıl olur da bu kadar kontrol kaybı yaşayabiliyoruz? Hepimizin üzerine düşünmesi gereken bir soru bu…

Çocuklarımızı tacizcilerden korumak istiyoruz ama dijital istismarcıların rahatlıkla ulaşacakları kadar güvenliksiz bırakıyoruz. Mahremiyeti öğretmek işitiyoruz bununla ilgili bir sürü kitaplar alıyoruz ama sosyal medya da her hallerini tüm insanların görmesini sağlayıp ebeveyni olarak mahremiyet duygularını parçalıyoruz. Daha az ekrana maruz kalsın istiyoruz ama ellerimizden telefonlarımızı düşürmüyoruz. Bu kadar tutarsızlık içinde çocuklarımızı büyütmeye çabalıyoruz. Elbette büyüyor çocuklarımız ancak şunu bilmemiz gerekir ki çocuk büyütmek ile çocuk yetiştirmek farklı şeylerdir. Erdem sahibi, insani değerlere bağlı, ruh sağlığı yerinde, sevgi ve güven dolu yetiştirmek istiyorsak gerçekten kontrolü elimize almayı, şefkatli sınırlarla onları gerçekten korumayı öğrenmemiz lazım.

Ebeveyn olarak biz de ne kadar çevremizle yüz yüze ilişkiye girebilirsek, kendi güvenli çevremizi çocuklarımızın da çevresi yapabilirsek, özellikle açık alanda maksimum düzeyde zaman geçirmelerini sağlayabilirsek dijital kullanımını o kadar kontrol altına alabiliriz. En nihayetinde bu kuşak teknolojinin eline doğan bir kuşak. Elbette dijitali, interneti tamamen hayatlarından çıkarmamız söz konusu değil ama dijital, çocuğun tek sosyal alanı, tek duygu boşaltım nesnesine dönüşmüşse kontrolü elimize almanın zamanı gelmiştir demektir.

Yazının Devamını Oku

Büyüyünce unutur

18 Mart 2021
Yok hocam öyle değil, biz bunları yaşarken çocuğumuz çok küçüktü!

Hamilelikte yaşadım hocam bu şiddeti, doğunca şiddet bitti. Fark edemeyecek kadar küçüktü.

Üzerinden onca zaman geçti, unutmuştur bile!

Zamanında çok dayak yedi ama babası eskisi gibi değil, unutturdu olanları.

Gerçekten unuttu mu dersiniz? Bizler unuttuk mu peki yaşadıklarımızı?

Peki olur olmadık zamanlarda hatırladıklarımız ne olacak?

Yazının Devamını Oku

Ufff, öpeyim geçsin

2 Mart 2021
Çocukken çok yaralarınız oldu mu acaba? Kaç kişinin annesi öpünce acısı geçti? Kaç kişi ağlarken annesine sıkıca sarılınca üzüntüsünü unuttu? Umarım bu sorunun cevabını çoğu insan verebiliyordur.

Gerçekten de mucizevi şekilde o minik öpücükle beraber kucaklanmak iyileştirirdi acıları, yaraları ve hüznü. Bunu önceleri sadece anneliğin sihirli bir iksiri olduğunu sanırdım. Aslında değil….

Sihirli olan aslında bir hormonmuş: OKSİTOSİN… sevgi, güven, aşk ve güven hormonu olarak da bilinir. Bir fizyolog tarafından keşfedilen ve isimlendirilen bu hormon yunanca iki kelimeden oluşuyor. “oxys- hızlı” ve “tokos-doğum” yani “hızlı doğum”. Çünkü bu fizyolog bu hormonu hamile kedilere veriyor ve kedilerinin rahim kaslarının kasılmalarından artış görüyor ve bakıyor ki doğum için aynı zamanda önemli bir kolaylaştırıcı oluyor. Emziren ve bebeğine sıkıca sarılan anneler ve bebekler arasındaki önemli ve sıkı bağı da bu hormon sağlıyor. Yani eğer bebeğine az dokunan bir anne iseniz oksitosin az salgılanacağı için aranızdaki bağ da çok güçlü olmayacaktır. Fiziksel temas sandığınızdan çok çok daha fazla etkiye sahiptir.

Peki söz konusu etki sadece anne bebek arasında mı oluyor? Elbette hayır. Tüm canlılar arasında geçerli aslında. Fiziksel temas, sarılmak, yarayı öpmek, göz yaşını silmek bu yüzden bu kadar mucizevi. İşte dokunmanın sihri o anda salgılanan oksitosin hormonu! Sevdiklerimizle aramızdaki bağın kuvvetlenmesi, güven duygumuzun pekişmesi, kırgınlık ve yaralarımızın sarılması, acımızın hafiflemesi için bolca sarılmamız şart…

Bir diğer mucizevi etkisi de şudur ki, bu harikulade hormon ağrı kesici etkiye sahip ve bazı çalışmalar yaşlı insanlarda kas kaybının bile önüne geçtiğini gösteriyor. Yaşa bağlı olarak azalan kas kütlelerinde oksitosin kök hücreleri uyararak yeniden yapılanmayı sağlıyor. Gördüğünüz gibi sadece kendimizle ve başkasıyla aramızdaki bağı güçlendirmekle kalmıyor, tıbben de iyileştiriyor. Neymiş “öpeyim geçsin” diyen ve “kurban olurum sana” nidaları ile sıkıca sarılan anne, babaların varmış bir bildiği… Tıbben kaçı bunu biliyordu bilemiyorum tabi ama binlerce yıllık deneyimleri ve sezgileri göz ardı etmemek lazım.

Belki de bu sebepten bu pandemi sürecinde en yakınlarımızla bile aramıza giren mesafeler bizleri daha da zorladı. Tokalaşmayı unuttuğumuz ve dokunmadan geçirdiğimiz bir süreçteyiz. Evet zorlu bir süreç ama geçici. Hala herkese karşı mesafemizi korumaya devam ediyorken en azından aynı evde yaşadığımız en yakınlarımızla bol bol sarılmayı ihmal etmemek bizler için iyileştirici olacaktır. Çocuklarınıza, eşinize, ailenize bol bol, sıkı sıkı sarılın. Çünkü mucizesi de şifası da sonsuz. Yormaz dinlendirir, maliyeti hiç yoktur, zamanı sınırlaması yoktur, faydası çoktur! Oksitosinin gücüne inanın. Gerçekten de öpünce geçiyor. Sevgiyle, sağlıkla kalın.

Yazının Devamını Oku

Aynalara saklanan gerçeklikler

17 Şubat 2021
Lunaparklardaki aynaları bilir misiniz? Mutlaka hepiniz gitmişsinizdir. Gerçeğinden uzak kah güldüren kah sinir bozan görüntüler veren dev aynalar… kendi gerçekliğimizle gireriz aynalı odalara ama duvarlarda bize çok da benzemeyen görüntüler vardır artık. Bu yüzden de gerçek aynalardan farklıdırlar. Bu size başka bir şeyi hatırlatıyor mu?

Gün içinde kaç saatimizi sosyal medyada geçiriyoruz acaba? 1,2….6 saat ya da daha fazla...

Uyurken, uyanırken, gezerken, yerken, dinlenirken, ağlarken, mutluyken, yakınını gömerken, koşarken ve daha bir sürü anda daha da mahrem anlarımız ve hallerimizde sosyal medyadayız. Hazırlanıyoruz, ambiyans yaratıyoruz üzerine bir de filtreler uyguluyoruz ve ta-ta-ta-taammmm işte hazırız… Artık farklı bir beniz, artık farlı bir hayatız. Mutlu görünmeye çalışıp aslında mutsuz olduğumuz, kıskandırmaya çalışıp aslında başka hayatları kıskandığımız bir atmosferin içinde debelenmeye başlıyoruz. “Ben de hakkediyorum aynısını ben de istiyorum” sanrıları başlıyor…

Anneliğimizi babalığımızı sorguluyoruz çokça. Eşlerimizi evliliklerimizi hatta evlilik tekliflerimizi kıyaslıyoruz. ‘Hangimizin çocuğu daha tatlı, hangimiz daha çılgınız’ paylaşımları… peki ya geceleri mum ışığında panduflarla ve bir fincan filtre kahve eşliğinde kitap okumalarımız?! Sanırım bu en kıskanılası olanlardan. Bizler gitgide gerçekliğimizden uzaklaştıkça kendimize ve koşullarımıza yabancılaşıyoruz. Mutsuzlaşıyoruz ve tatminsiz bireyler haline geliyoruz.

Yaşamda mükemmel olma arzusu kişiye sonsuz bir yorgunluk duygusu verir. Asla ulaşılamayacak dağa erişme çabası gibidir. Sınırlı varlıklar olduğumuzu kabul etmek ve kendi gerçek koşullarımızla uyumlu halde yaşamak daha sağlıklı ve huzurlu bir noktada olmamızı sağlayacaktır. En fazlasını, en güzeli istemek, en dramatik, en havalı olanı arzulamak bizi andan koparıp hep elimizde olmayana öykündürecektir.

Telefon elimizdeyken tıpkı lunaparktaki aynalı odalara giriyormuşuz gibi farklı hayatlar görüyoruz kendi yansımalarımızda. Gerçeğimizden anımızdan uzaklaşınca anlık yalancı rahatlama ya da mutluluklar da yaşıyor olabiliriz. İşte bunu sürekli yaptığımızda işin rengi değişmeye başlıyor. Depresif, tatminsiz ve sadece görüntüye önem veren poz verme telaşında günleri geçiriyoruz. Geçirdiğimiz 14 şubatta da bunun çok örneğini gördük aslında. Birçok çift sosyal medyada paylaşıma yansıyacak kadar güzel ambiyanslar yarattı ya da bu kareler gibi kutlamalar göremediği için partnerine serzenişte bulundu. Terapi odasında şu cümleyi sıklıkla duyabiliyorum “benim neyim eksik?”. Bunun sebebi karşılaştıklarımızın hakkettiğimiz gibi olmaması değil elbette; kendi gerçeğimizle buluşmadığımız sürece eksik kalacağız çünkü. İlişkilerde “beni olduğum gibi kabul et” isteği oldukça samimidir ve bir ilişkide mutlaka olması gerekir. Asıl soru şu siz kendinizi, koşullarınızı ve gerçekliğinizi olduğunuz gibi kabul etmezseniz partneriniz hangi seni olduğu gibi kabul edecek? Sanıyorum ki cevabı bulunca “nasıl mutlu olurum?” sorusunun da cevabını bulmuş olacaksınız. Önce kendinizi sonra da başkalarını olduğu gibi kabul edip, değiştirmeye ya da daha farklıymış gibi yansıtmaya çalışmadan sevmenin tadını ve hafifliğini tüm benliğinizde hissetmeniz dileğiyle…..

Sevgiyle kalın ….

Yazının Devamını Oku

Çocuğumuz için boşanmıyoruz

2 Şubat 2021
Evlilik toplumsal bir kurum olmasının ötesinde, yürütülmesi en zor ilişki türlerindendir. Büyük aşkla da başlasa ilişkinin içine akrabalıkların artması, sorumlulukların artması ve yaşam biçimlerinin değişmesi (ki böyle olmak zorunda değildir asla) gibi faktörler girdiği zaman işler değişmeye başlayabilir.

Evlilikle ilgili kurulan hayaller ve fanteziler her zaman karşılanmayabilir. Bazen sandığımızdan daha iyi gider her şey, bazen de yürütemeyeceğimiz kadar zorlaşır. Bu anlar karar vermek için ve daha da yeni yaşam biçimlerine girmek için oldukça zorlayıcıdır elbette. Yapılanlar, harcanan emekler, gidilen yollar, kurulmuş olan ekonomik ve sosyal düzen, yeni bir başlangıç kaygısı, hala bitirilememiş duygular ve daha birçok şey düşünülmek zorundadır artık.  Ve an gelir birçoğumuz için bu kaygılar ve korkular öyle büyür ki bir çıkış yolu ararız ve çocuklarımız aklımıza gelir. Onların düzeni bozulmasın, diğer ebeveyninden ayrı büyümesin, aklı erene kadar açıklamayalım, travmatize olmasın, okul başarısı düşmesin, ebeveynleri ayrı diye arkadaşları arasında utanmak zorunda kalmasın derken bir bakarsınız ki bitmiş bir ilişkiyi mutsuz, bıkkın, huzursuz şekilde yıllarca sürdürmüşsünüz.

Peki, gerekten çocukların ihtiyacı bu mudur?

Her çocuk mutlu bir ailede, birbirine aşık ve seven ebeveynlerle, düzen, güven ve huzur içinde büyümeyi hakkeder. Bu yüzden de en önemli adım, kötü giden evliliklerin rehabilite edilebilmesidir. En uygun yol da aile ya da çift terapisi desteğidir. Akrabaların itelemesi ya da mecburiyetler doğru karar verdirmezler çünkü. Eğer evliliğinizdeki sorunları düzeltmeyi tercih etmiyorsanız ve giderek kötüleşen bir ortamı düzen bozulmasın diye sürdürmekte ısrar ediyorsanız çocuğunuz için en büyük kötülüğü yapıyorsunuz demektir. Amaç çocuğun düzeni ise evde zaten düzen kalmıyor, onun okul hayatının etkilenmemesi ise kargaşalı bir ev ortamında zaten başarısı düşüyor. Arkadaş çevresinde olumsuz hissetmesin istiyorsanız zaten devamlı kavga eden ebeveynler onun için fazlaca utanç kaynağı oluyor, yalnız hissetmesin istiyorsanız sizlerin kavgalarında kimi seçeceğini bilemediği için zaten yalnızlaşıyor en kötüsü de arada kalıyor… Şiddetli geçimsizliklerin olduğu evliliklerde çocukların yaşadıkları duygular; öfke, kaygı, üzüntü, güçsüzlük, güvensizlik, utanç, kendini suçlama, dışlanmışlık, karamsarlık ve daha sıralayabileceğimiz daha birçoğu.

Klinik deneyimlerimde şiddetli geçimsizlik sonunda boşanan ebeveynlerin çocuklarından sıklıkla şu cümleyi işittim “Keşke daha önce boşansalardı, şimdi hepimiz daha mutlu ve huzurluyuz.” Önemli olan evliliğin sürmesi değil, evliliğin sağlıklı sürmesidir. Başarı evliliğin kaç yıl sürdüğü de değildir, mutsuz ve debdebe içinde geçmiş 30 yıl bir övünç kaynağı olmaktan çok boşa geçirilmiş 30 yıl olarak değerlendirilmelidir. Evlilik ilişkisinde bir başarı noktası aranacaksa huzurlu, güvende ve sevgi dolu bir evlilik yürütmek ve bitmesi gerektiği zamanda da öncelikli olarak çocukların ihtiyaçlarını gözeterek, barış içinde ilişkinin bitirilmesini sağlamak ve asla çatışma içinde çocukları bırakmayarak esas başarıya ulaşabilirsiniz. Maalesef ki çoğunlukla boşanma sırasında partnerler kendi öfke ve hırslarına o kadar kapılırlar ki çocukların arada ne kadar yara aldıkları göremezler. Hatta savaştaki en değerli ganimet olarak bile görürler çocukları. Bu çocuğunuza verebileceğiniz en büyük zararlardandır.

Evliliklerimizi kendi tercihlerimizle kuruyoruz, kendi tercihlerimizle çocuk sahibi oluyoruz, evliliğimizin nasıl devam edeceğini de biz yetişkinler tercih ediyoruz ama çocukların bizleri tercih hakları yok maalesef. Öyle bir seçim şansları yok. Bizim kurduğumuz aile düzeninin içine doğuyorlar, dolayısıyla en öncelikli ihtiyaç çocukların duygusal ihtiyaçları olmalıdır. Eğer mutlu bir eş olunamıyorsa mutlu ebeveynler olarak kalabilmek için ilişkin bittiği noktada birer yetişkin gibi davranabilmeliyiz. Yani önce işlevsel ve doğru çözüm yollarını arşınlamalı ama olmuyorsa da yine bir yetişkine yakışır şekilde ilişkiyi sonlandırabilmeliyiz.

İlişkiler canlı varlıklardır. Birer ömrü vardır. Başlangıcında tıpkı bir bebeğe davrandığımız gibi şefkatle, sıcaklıkla büyütürüz. Ne kadar emek verirsek, çaba harcarsak o kadar büyütürüz ilişkiyi. Zaman içinde farklı formlara girer, tıpkı çocukluktan ergenliğe oradan da yetişkinliğe geçtiğimiz gibi. Kimi ilişkilerin ömrü 3 aydır, kimilerinin ki 50 yıldır. Bu, ilişkiyi kiminle ve ne şekilde büyüttüğünüze göre değişir elbette. Ama ölen bir ilişkiye de yıllarca suni teneffüs yapmaya gerek yoktur. Vedalaşıp usulca yasını da tutabilmeyi öğrenmemiz gerekir.

Uzun ömürlü ilişkiler için huzur, güven ve sağlık diliyorum.

Yazının Devamını Oku

Bu kurbağa prense dönmeyecek!

26 Ocak 2021
Bu defa sizlere hepimizin bildiği bir hikaye anlatacağım: Kurbağa prens

… Bir varmış bir yokmuş, eski zamanlarda krallığın birinde bir prens varmış. Kötü büyücü onu büyü ile kurbağaya çevirmiş. Büyünün bozulması için de bir prensesin onu gerçekten içinden gelerek ve aşkla öpmesi gerekirmiş. Göle gezintiye gelen bir prenses bir gün kurbağayı görür ve kurbağayı öyle içten öyle sevgi ile öper ki büyü bozulur, kurbağa prense dönüşür. Kurbağa gerçeğine döner, prenses de hayatının ödülünü kazanmış olur. Çok zengin ve mutlu bir hayatları olur. Hikaye de burada biter…

Çok sevimli değil mi? Hepimiz defalarca kez dinledik çocukluğumuz boyunca.

Peki, şimdilerden bir hikayeye ne dersiniz?

…Şimdiki zamanda bildik bir ülkede bir erkek varmış. Sürekli alkol alır, etrafındakilere küfreder ve asla şefkatli davranmazmış. Bu ülkenin halkı dermiş ki; eğer onu çok sevecek idare edecek bir kadın gelirse, sabır gösterirse ve devamlı alttan alırsa bu adam özüne döner ve içinden harika bir adam çıkar. Huzurla, şefkatle, çoluk çocukla yaşamlarına devam ederler. Ama bu hikaye bir türlü bitemezmiş…

Kimse eşinin terapisti değildir

Bu hikaye gerçekle asla uyuşmayacak kadar uydurma. Neden mi? Bağımlılıkları olan, şiddet davranışı gösteren, etrafına sevgi veremeyen tam tersi zulmeden bir adamı kadın ya da evlilik değil, psikolojik tedavi düzeltir. “Kadın kadınlığını bilirse adamı dize getirir! Eve bağlar! Yapamıyorsa da bu kadın işini bilmiyordur!” Bunun gibi zorlayıcı ve yüksek dozda haksızlık içeren cümleler toplumda kadına yönelik şiddetin onaylanması ve desteklenmesidir. Böyle bir adamı çok sevdiğinizde içinden prens çıkmayacak. Seanslarda şöyle cümleler duyuyorum “Ama hocam kötü bir çocukluk geçirmiş, onu sevgim iyileştirecek, içindeki çocuğa temas edersem düzelir...” Bu cümlelerle ömür geçiriyor birçok kadın. İşin kötüsü çocukları da bu uydurmaya inandırmaya çalışıyorlar. Kimse eşinin terapisti değildir. Psikolog da olsanız bu böyledir. Çok sevmek, şiddetin farklı türlerine boyun eğmek kimseyi iyileştirmez. Bu kurbağadan prens çıkmaz, bu değişmez bir gerçeklik. Kadına yüklenen bu baskılar ise sorumluluğu kadına atmak ve değişimi reddetmekten başka da bir işe yaramaz. Bu hikayeyi o kadar dinledik ki çocukken, bundan başka da yol zaten doğru değil gibi algılıyoruz maalesef. Hayır var elbette birçok yol. En önemlisi de daha evlenmeden önce enteresan bir romantizmle “Aşkımız onu iyileştirecek” saplantısından vazgeçmek. Çünkü iyileştirmez! “Evliliği yıkmak kolay hocam ben sonuna kadar çabalayacağım…” Yanlış çünkü evliliği kurmak zor olmalı, iyi düşünülmeli, daha flört aşamasındayken yaptıkları şiddet, baskı davranışlarını gördüğünüzde “Mikahta keramet vardır düzelir” demek yerine “Evlenince bu şiddet artarak devam edecektir” demeniz ve kurbağa prens hikayesi gibi olmayacağından emin olmanız gerekir.

Aşk asla şiddet barındırmaz

O zamanlar kıskançlık ve tutku sandığınız şey şiddetin ta kendisidir. “

Yazının Devamını Oku

İçimde doyurulmamış bir şey var

18 Ocak 2021
Küçüğüm, daha çok küçüğüm, bu yüzden bütün hatalarım, öğünmem bu yüzden, bu yüzden kendimi özel önemli zannetmem. Küçüğüm, daha çok küçüğüm, bu yüzden bütün saçmalamam…

Sezen Aksu’nun sözlerini yazdığı ve sesi ile taçlandırdığı bu muhteşem şarkıyı hepimiz biliyoruz. Hüzün vardır şarkıda… Sığınma ihtiyacı, anlaşılma isteği, ilerleme telaşı vardır. Dinlerken belki herkes içine dönüyor ve yaşam karşısında içindeki çocuğa bakıyor. İşte tam o anda olanlar oluyor…

İçimizdeki çocuğa şefkat vermek? Esasında hayatımızın en orta yerinde duran ihtiyacımız! Bir şekilde birçoğumuzun içsel çocuğu büyürken, büyütülürken aldığı yaralardan, uyarılardan, sevgisizlikten, eleştirilerden, ihmalden ve daha bir sürü sebepten yaralı. Hatalar yaptığında utandırıldı, suçlandı, pişmanlıklar yüklendi; adımlar atmaya çabaladığında korkutuldu, engellendi; sevilmek istendiğinde yetersiz, değersiz hissettirildi… Ve biz bu yaraları öyle kanıksadık ki biz büyüdük içimizdeki çocuğa benzer şekilde davranmaya devam ettik. Çünkü bunu hak ettiğimize inandırıldık. Başka türlüsünün olmayacağına yemin bile edebiliriz hatta daha da ileri gidip kendimizi buna her fırsatta ikna da ederiz. Ama söylemek zorundayım: BU KOCA BİR YALAN!

Küçükken şefkate, sevgiye, ilgiye, bakıma ve güvene ihtiyacımız vardı. Bunları alamadıysak bu bizim suçumuz değildi. Etrafımızdaki yetişkinlerle bize bakım verenlerle ilgili bir sorundu. Onların hatasını hala içimizdeki çocuğa yapmaya devam etmek ise ona büyük haksızlık. Çünkü biz geçmişim yüklerinden sıyrılıp, özümüze dönemezsek “küçüğümüzü” besleyemezsek insani çok yanımızdan vazgeçmeye devam edeceğiz. Sevgisiz bırakırsak kendimizi, başkasını sevmeyen bir yetişkin, evladına şefkat gösteremeyen bir ebeveyn, engellenmeler ve stres karşısında performans anksiyetesi ile kilitlenen bir çalışan, yaşadığı istismarlara boyun eğen bir kurban olmaya devam edeceğiz.

Bu şarkıyı dinlerken gözlerinizi kapatın; sakince dinleyin bir daha. İçinizdeki çocuğa hata yapma hakkını verip “hayatta oluyor böyle şeyler dert etme” diyerek, tökezlemesine izin vererek ama her defasında onu kaldırıp kucaklayarak, başarılarında elleriniz patlayana kadar alkışlayıp “bunu yapabileceğinden zaten çok emindim” diyerek, heyecanlandığında korktuğunda bu duyguların ne kadar insani olduğunu söyleyip ellerini tutarak dinleyin… Şu ana kadar sevilmediği kadar sevin; dokunulmadığı kadar dokunun şefkatle.

Eğer hayatınızda tıkanan noktalar, “Böyle yapmamam lazım biliyorum ama elimde değil, ben böyleyim” dediğiniz zamanlar varsa bir dönüp içinizdeki çocuğa sorun lütfen. Cevap ondan gelecektir. Asıl ihtiyacınız olanı da o söyleyecektir. Unutmayın ki onu doyurmadan yaşamımıza olgun bir yetişkin olarak devam edemeyeceğiz. Öz şefkatle ve sağlıcakla kalın…

Yazının Devamını Oku

Pavones’in öyküsü

11 Ocak 2021
Bir varmış bir yokmuş… Zamanın birinde kainatın en büyük ormanında, birbirinden farklı hayvanlar yaşarmış. Kükreyen aslanlar, sürünen yılanlar, şakıyan kuşlar ve daha niceleri.

Tüm bu farklılıklar içinde ormanın en göz alıcı üyesi kuyruğunu sere serpe açtığında tüm hayvanları güzelliği ile büyüleyen tavus kuşu Pavones’miş. Bu ormandaki hayvanların sürekli birbirlerine sordukları tek soru şuymuş “Pavones nasıl bu kadar güzel ve asil olabiliyor?” ve en nihayetinde toplanıp ormanın bilgesi baykuşa gitmişler. “Sen anlat bilge baykuş, bu asaletin sebebi nedir?” diye sormuşlar. Baykuş da başlamış anlatmaya…. “Her şey Pavones’in gizli gücünden geliyor. Onu daha önce güzelliğini kıskanıp zehirlemeye çalışan çok oldu. Değişik bitkiler yedirip onu öldürmek istediler ama bilmedikleri şey şuydu; Pavones’in midesinde özel bir simya var. Her zehri yuttuğunda bu özel simya ile zehri yaşam enerjisine dönüştürdü. Sonra da her yere bu yaşam enerjisini kustu. Her dönüşümden sonra kuyruğunda göz alıcı renklerde desenler oluştu. Zorlandıkça dönüştü; dönüştükçe güçlendi; güçlendikçe güzelleşti…” Baykuşu dinleyen tüm hayvanlar daha da etkilendiler bu öyküden. Güçlükleri, acıyı dönüştürmenin büyüsüydü tüm bu güzelliğin sebebi. Anladılar. Pavones’in ormanda her salınmasında ona olan saygıları arttı.

Bir varmış, bir yokmuş…

Yıl olmuş 2021… Çok zorlu bir senenin ardından yepyeni bir seneye girmişiz. Eskittiğimiz senede yorulmuşuz, hastalanmışız, kayıplar yaşamışız, güçlüklerle mücadele etmişiz, başarılarımız olmuş elbet, güzellikler, aşklar, yeni hayatlar da eklemişiz hayatlarımıza. Lakin en çok sevdiklerimize sarılamamak, ağız dolusu karşılıklı kahkahalar atamamak zorlamış bizi. Ama kadim bilgeden dinlediğimiz öykü kulaklarımıza fısıldamaya başlamış… “Pavones’in gücünü hatırla… Yola bu öykü ile devam et…” Zorluklarımızı kendi özümüzde dönüştürmek, içimizdeki simyaya güvenmek yeni senede yolumuzun ışığı olacakmış. Her ne yaşamış olursak olalım yaşama daha sağlam daha güzel devam edebilmenin en güzel yolu buymuş. Güçlenirken çevremize göz alıcı renkler ve vazgeçilmez enerji vermemizin en sağlam yolu buymuş. Bu hikaye de sonunu henüz bilmediğimiz, yola devam ederken yazacağımız eşsiz bir hikaye olacakmış… Yola çıkanların ortak duası yolculuğun sağlıkla, bereketle, bahtla, iyi niyetle geçmesiymiş… Hepimize keyifli yolculuklar, yolumuz açık olsun.

Yazının Devamını Oku