Fatih Altaylı

Veda etmek de var mıydı!

15 Temmuz 2005
<B>SEVGİLİ </B>okurlar, tam 11 yıldır Hürriyet’te beraberiz. 11 yılda neler yaşadık. Kaç iktidar, kaç başbakan, kaç cumhurbaşkanı gördük. Türkiye’nin çok farklı bir döneminde birlikte olduk.

11 yıl boyunca hiç yılmadan mücadele ettik.

Hırsızının, uğursuzunun, hortumcusunun peşine düştük.

Hiçbir şeyden korkmadık. Hakaretlere, suçlamalara aldırmadık.

İnanmadığımız, güvenmediğimiz her şeye karşı dururken, yanımızda, önümüzde, arkamızda hep sizin varlığınızı hissettik.

Ama arkamda, yanımda, içimde hissettiğim bir güç daha vardı.

Hürriyet’in gücü, sizin Hürriyet’e kazandırdığınız güç.

Bu gücü de bu ülke için kullandık.

Çünkü Hürriyet bu ülkenin gazetesiydi.

Ve bu gazetenin sahibi de bunu çok iyi biliyordu.

Türk basınının duayen patronu Aydın Doğan 11 yıl boyunca bir tek kez bile, şunu yazmayın, bunu yazmayın, şunu yazın, bunu yazın demedi. Zaman zaman yazımı beğendiğinde kutlamak için aradı. Zaman zaman da zorlu anlarda cesaret vermek için.

Bizim başlattığımız kavgalarda hedef oldu. Gıkını çıkarmadı. Tek sorduğu yazdıklarımızın doğru olup olmadığıydı. Doğru olduğumuz her yerde kendini bize siper etti.

Onun doğruluğunu, büyük adamlığını kalemimizde hissettik.

Genel Yayın Yönetmenim, sevgili ağabeyim Ertuğrul Özkök de bu köşeyi yazmaya başladığım günden bugüne en büyük destekçimdi.

30 yaşında başlattığım bu köşede hep önümü açtı. Ağabeyce uyarılar yaptı. Hatalarımızı engellemeye çalıştı. Hep dostluğunu, hep büyüklüğünü gördüm. Komplekssiz bir gazetecinin ne demek olduğunu onda anladım.

Vuslat Doğan Sabancı aramıza sonra katıldı. Ama o da bir gazeteci yöneticisi, patronu olabilmenin bütün özelliklerini genç yaşına rağmen başarıyla taşıdı.

Çalışma arkadaşlarım da Türkiye’nin en iyi gazetecileriydi. Dostluklarını, yardımlarını hep yanımda buldum. Yazı işlerindeki adlarını saymakla bitiremeyeceğim dostlarımdan çaycımız Mustafa’ya, Hasan’a kadar hepsi. Hürriyet’i Hürriyet yapan, Hürriyet’in vitrininde oturan bizleri biz yapan onlar oldu.

Gazeteciliğimin en mutlu 11 yılını bu çatı altında, bu sayfalarda yaşadım.

Çok değil 1 ay önce birisi bana ‘Hürriyet’te bir veda yazısı yazacaksın’ deseydi gülerdim.

Çünkü bir gün nasip olursa torunlarımın bile beni Hürriyet’te okumasını istiyordum.

Ama olamadı.

Bazen hiç istemeseniz bile ayrılıklar kaçınılmaz oluyor.

Nedenini, nasılını anlayamadığınız ve anlatamayacağınız bir biçimde yollar ayrılıyor.

Beni ben yapan Hürriyet’e, Hürriyet’i Hürriyet yapan sizlere veda etmek çok zor.

Ama galiba artık kaçınılmaz.

Hürriyet’e, Hürriyet’teki dostlarıma, bize 11 yıl boyunca bu ‘muhteşem gazetecilik ortamını’ sağlayanlara ve en fazla da siz Hürriyet okurlarına bu güzel 11 yıl için teşekkür ediyorum.

İyi ki varsınız...

Hoşçakalın.
Yazının Devamını Oku

Rıdvan: Beni kumar oynarken gören varsa söylesin

14 Temmuz 2005
<B>DÜN </B>sabah saat 09.00’da Kanal D’deki ofisime gittim. <B>Rıdvan Dilmen </B>kapının önünde oturuyor. Rıdvan’la 20 yıllık bir dostluğumuz var. Öyle ki, Sarıyer Sporlu Rıdvan’ın Galatasaray’a transfer olduğu basına yansıdığı gün halı sahada maçımız var. ‘Galatasaraylısın diye sert girmiyorum’ diye gırgır yapıyorum. Ama o bir gün sonra Fener’e gidiyor. Rıdvan ha Fenerli, ha Galatasaraylı fark etmez. Dostumuz. O gün bugündür sevgimiz, saygımız sonsuz.

Hemen odaya girdik. Sabah çaylarımızı beraber içtik.

Rıdvan dertli.

‘Abi beni kaç yıldır tanıyorsun’ diyor.

En az 18.

‘Peki hiç kumar oynadığımı gördün mü?’ diyor.

Asla görmedim. Bir dönem at yarışına meraklıydı. Onu hatırlatıyorum.

‘Ata hálá meraklıyım. Hálá atlarım var. Gazi Koşusu’na katılan atım da var. Eliyeşiller’in de atı var, ayıp mı?’ diyor ve ekliyor: ‘Bir kişi çıksın desin ki, ben Rıdvan’ı kahvede gördüm káğıt oynuyordu, casino’da gördüm kumar oynuyordu. Bir kişi çıksın. Atım var ama at yarışını bile arkadaşlarım oynarsa 20 milyon, 50 milyon ortak olup oynuyorum. Varsa gören, seni arasın ‘Gördüm’ desin.’

Rıdvan
dertli dertli anlatıyor:

‘Fatih Hocam benim dostum. Haftada bir iki defa konuşmasam hasta olurum. Milli Takım’ın başına geçince beni aradı. Gittim konuştuk. ‘Ümit Milli Takım hocası yapacaksan gelirim. Yoksa beni affet’ dedim. Anlaştık. Ne olduysa sonra vazgeçti. Ama yine de benimle çalışmak istedi.

Son gün basın toplantısının başlayacağı ana kadar beni yanında görmek istediğini, başka görev vereceğini söyledi. Ama ben kabul etmedim. Parayı beğenmediğimi bile yazdılar. Para pul konuşmadık bile. Futbol söz konusu olunca ben para konuşmam. Hele hele Fatih Hoca ile hiç konuşmam. Bilirim ki, bizim kafamızdan bir geçiyorsa, Fatih Hoca iki verir. Ama parayı mesele ettiğimi bile yazdılar.’

Federasyonun gerçek Başkanı Hasan Doğan ile aralarında bir sorun olup olmadığını sordum.

‘Tanımam. Bir kere Kaşıbeyaz’da gördüm o kadar’ dedi.

Ancak bir de bilgi verdi.

Rıdvan, Fenerbahçe Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım’dan bir bilgi almış. Buna göre Şansal Büyüka, Hasan Doğan’a ‘Rıdvan’ı Milli Takım için düşünmeyin’ demiş. Hasan Doğan da bunu Aziz Yıldırım’a söylemiş. Yıldırım da Rıdvan’a aktarmış.

Bu arada Terim ile de konuştum. Fatih Hoca, ‘Rıdvan benim canım ciğerim. Bugün olmaz yarın olur. Türk futbolunun ona ihtiyacı var’ dedi.

Gerçekten de Türk futbolunun hem Aykut’a, hem Rıdvan’a ve de Fatih Terim’in kafasına ihtiyacı var.

Bora’dan İKSV’ye yanıt

HEM Fatih Terim’
in evinin rengi, hem de İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı ile yaşadığı problemden dolayı iki gündür köşeme konuk olan Berna Bora’dan bir mektup geldi.

Bora, ‘Bodrum’da imzamı taşıyan konut projesiyle ilgili yazdığınız yazıya yanıt yollamayı hiç düşünmedim. Çünkü yazınızı, bir tasarımcı olarak cephesini doğal ahşap malzemeyle kaplamayı seçtiğim bir bina konusunda farklı bir yorum, bir eleştiri olarak değerlendirdim ve saygıyla karşıladım’ diyor.

Ancak Şakir Eczacıbaşı’nın yakınmalarıyla ilgili olarak ‘ciddi’ itirazları var.

Bora itirazlarını şöyle sıralıyor:

‘Halen oturduğum apartman dairesini 1994 yılında İKSV’den kiraladım. On bir yıldır her şubat ayında kontrat yenilenmektedir. Yeni kontratın süresi, iddianın aksine şubat ayında dolmakta ve içeriğine göre yeniden uzatma hakkım mevcut.

İKSV, kiracısı olduğum apartman dairesini satmaya karar verdi.

Siz de takdir edersiniz ki, yaşamımı sürdürdüğüm daire konutta, mal sahibinin dilediği her saat alıcılara evi gezdirmesine izin vermem mümkün olamaz.

Hukuka ve hakka hayatım boyunca saygı gösterdim. Bu nedenle mal sahibi olarak İKSV’nin hukuki hakları varsa, kiracı olarak benim de hukuki haklarım var. İlişkilerimizi bu hukuki haklar çerçevesinde avukatlar yürütüyor.

Hukuka karşı bir davranış içinde olsam, İKSV’nin gerekeni yapacağı tabiidir. İKSV yöneticilerinin hukuk çerçevesinde sonuçlandırılacak ilişkileri gazete köşelerinde ismimi ve kişiliğimi karalayan biçimde çözmeye çalışması beni çok üzdü. Üzüntümü size duyurmak için yazıyorum.’

Berna Bora
böyle diyor.

Umarım sorun karşılıklı anlayış içinde çözülür.

Medya doğru tavrı almayı başardı

4 Mayıs Çarşamba günü ‘PKK C-4 Sevk Ediyor’ başlığı altında PKK’nın Türkiye’ye çok miktarda C-4 patlayıcı soktuğunu, bunu turistik bölgelerde kullanmayı amaçladığını yazdım.

Yazımı da şöyle noktaladım:

‘PKK birileri tarafından diriltilmeye çalışılıyor. Bu yüzden yapılması planlanan eylemler çok önemli. Örgüt bu yolla yeniden militan toplamayı amaçlıyor. Medyanın çok dikkatli olması, PKK’nın propaganda malzemesi haline gelmemesi şart.’

Geçen süre beni haklı çıkardı.

İlk bir iki eylemde aymazlık içinde olan medyayı, birkaç kez bu sütundan uyardım. Çeşme’deki son olayda hemen herkesin gerekli dersi almış olduğunu görmek sevindirici.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Gerçekten ağır olan taşların her yerde ağır olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Berna Bora’dan İKSV de şikáyetçi

13 Temmuz 2005
<B>İÇ </B>mimar <B>Berna Bora’</B>nın Türkbükü’ndeki görüntüyü nasıl bozduğunu yazınca dertli bir isim aradı: <B>Şakir Eczacıbaşı.</B> ‘Ah Fatih Bey ah, biz de bu hanımefendiden çok çekiyoruz’ dedi.

Ve anlattı.

İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın elinde pek çok gayrimenkul var. Vakıf bu gayrimenkullerin geliriyle İstanbul’un dünya kültür kentlerinden birisi olması için yıllardır çabalıyor.

Bu gayrimenkullerden biri İstanbul Rumelihisarı’ndaki bir daire.

Dairenin kiracısı ise Berna Bora.

Bora’
nın kira sözleşmesi bitince, İKSV daireyi satma kararı alıyor. Uzun uğraşlar sonunda Vakıflar Genel Müdürlüğü engeli aşılarak satış için izin alınıyor ve daire satışa çıkarılıyor.

Ancak bu kez Berna Bora engeline takılınıyor.

Berna Bora daireyi görmeye gelen müşterileri içeri sokmuyor, daireyi göstermiyor ve satışı engelliyor.

Bunun üzerine İKSV mahkeme kararı alıyor. Ancak Berna Bora takmıyor.

Şakir Bey dertli, ‘Onay çıktı. Bu satışı yapmak zorundayız. Yapmazsak kanun karşısında zor duruma düşeceğiz ama Berna Hanım takmıyor. Üstelik bu satışa ihtiyacımız da var’ diyor.

‘Peki Şakir Bey ben yapabilirim’ diye soruyorum.

‘Yazın lütfen, belki utanır da, daireyi satmamıza engel olmaktan vazgeçer’ diyor.

Gülüyorum. İlk kez birisi benden Asliye Mahkemesi görevi yapmamı bekliyor.

Ama Şakir Eczacıbaşı’nı da kıramıyorum. Onun bunca yıldır Türkiye için yaptıklarından sonra.

Rıdvan milli takıma niye yakışmadı

TÜRK
futbolunun ‘şeytanı’ Rıdvan Dilmen, geçtiğimiz hafta bir yazı yazarak, milli takımda göreve çağrıldığını ancak son anda ne olup bittiyse devre dışı bırakıldığını aktardı.

Ve dedi ki: ‘Ne olup bittiğini bilmiyorum. Kimse bana bir açıklama yapmadı.’

Rıdvan’
a ve futbol kamuoyuna ne olup bittiğini ben açıklayayım.

Milli Takımlar Teknik Direktörü Fatih Terim göreve getirildiği zaman, çalışmak istediği kadroyu oluşturdu. Bunu kafasındaki isimlerle, yakın çevresiyle ve bazı spor yazarları ile paylaştı.

Terim’in kafasındaki kadroda ‘çok güvendiği’ ve ‘çok önemsediği’ iki isim vardı.

Bunlardan biri Fenerbahçeli Rıdvan Dilmen, diğeri ise yine Fenerbahçeli Aykut Kocaman’dı.

Açıkçası her ikisi de ‘doğru’ isimlerdi. Aykut hem iyi insan hem iyi teknik adamdı. Rıdvan ise futbol camiasının sevdiği, Türkiye’nin en iyi futbol analizcisi idi.

Terim, Aykut’u Genç Milli Takım’ın başına geçirecekti. Rıdvan ise kendi yardımcısı olacaktı.

Önce Aykut işi yattı. Aykut, Konyaspor ile anlaşmıştı. Federasyon Başkanı’nın kulüpler üzerinde etkisi ‘sıfır’ olduğu için, Aykut alınamadı.

Rıdvan’da ise sorun son gece çıktı.

Federasyonun gerçek başkanı Hasan Doğan, Fatih Terim’in çalışmak istediği isimlerden bir tek Rıdvan’a karşı çıktı. Terim’le buluşan Doğan, ‘Rıdvan’a itirazımız var. Olmaz’ dedi. Terim gerekçesini sordu. Hasan Doğan, ‘Yakışmaz’ dedi. Terim ‘yakışmama gerekçesini’ öğrenmek istedi.

Hasan Doğan açıkladı: ‘Rıdvan’ın adı etrafında yıllardır çeşitli spekülasyonlar yapılıyor. Yok kumarbazlığı, yok özel hayatı, yok at yarışı merakı. Bunlar milli takıma gelecek bir adamda olması gereken özellikler değil. Bizi rahatsız eder’ dedi.

Terim bunların özel hayat olduğunu, dedikodu olduğunu söylemeye çalıştı ama Hasan Doğan ‘Nuh’ dedi, ‘peygamber’ demedi.

Hasan Doğan ile Terim bu konuyu tartışırken, Terim’in halkla ilişkilerini yürüten Ali Saydam’ın Bersay Ajansı da basın toplantısında yapılacak sunumu hazırlıyordu. Toplantıda bütün kadro tek tek dev ekrana yansıtılacak ve özellikleri anlatılacaktı.

Program hazırlanmıştı. Hasan Doğan’la toplantıdan çıkan Terim, hemen Bersaycılara Rıdvan’ın adının sunumdan çıkarılması talimatını verdi.

Son saniye operasyonuyla Rıdvan’ın adı barkovizyon tanıtımından çıkarıldı. Rıdvan’ın ‘Ne oldu anlamadım’ dediği gelişme bundan ibaret.

Umarım şimdi ‘anlamıştır’.

El Kaide terörist, PKK milis

‘TARAFSIZLIĞI ’ ile ünlü İngiliz yayın kuruluşu BBC Londra’daki bombalama olaylarının ardından eylemi ve eylemcileri tanımlarken sürekli olarak ‘terör’ ve ‘teröristler’ ifadesini kullandı.

Haklıydı da. Fakat tam aynı günlerde PKK’lı teröristler Türkiye’de bazı eylemler yaptılar. Bu eylemler sırasında pek çok şehit verdik. BBC bu haberi de kullandı. Ancak konu Türkiye olunca PKK için ‘teröristler’ ifadesi kullanılmadı. ‘Tarafsız’ BBC için İngiltere’de bomba patlatanlar ‘teröristti’, ama Türkiye’de bomba patlatan PKK’lılar terörist değil, ‘ayrılıkçı Kürt milislerdi’.

Madem öyle ben de bundan böyle El Kaide için ‘terörist’ ifadesini kullanmayacağım.

PKK’lılar ayrılıkçı Kürt milis ise, El Kaideciler de ‘anti-emperyalist Müslüman milis’.

Acaba bu tanımlama Batılı dostlarımızın hoşlarına gider mi?

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

İdarecilikle yöneticiliğin aynı anlama gelmediğini anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Terim’in evi ve mimarı

12 Temmuz 2005
<B>REHA Muhtar, </B>Sabah’taki köşesinde <B>Fatih Terim’</B>in Türkbükü’ndeki evini yazdı. Evin bulunduğu ortama uyumsuzluğunu, Türkbükü’ndeki evlerin tümünün beyaz veya doğaya uygun renklerde boyanmış olmasına karşın Terim’in evinin kırmızı renginin sırıttığını ve Türkbükü’nde yaşayanların bundan duyduğu rahatsızlığı aktardı.

Terim’in evi kırmızı değil. Hafif taba veya kavuniçiye kaçan koyu sarı. Türkbükü sakinlerinin evden duyduğu rahatsızlık ise yeni değil. Terim, evini bundan 4 yıl kadar önce satın aldı.

Aslında Terim’in evi birbirinin aynı iki villadan biriydi. Her iki ev de, Türkbükü’nde doğayla uyumlu ne varsa altında imzası olan Mimar Emre Kunt tarafından yapılmış taş evlerdi.

Evlerden birini Akın Öngör, diğerini ise Fatih Terim satın aldı.

Öngör evin aslını hiç bozmadı. Terim ise evi dekore etmesi için İç Mimar Berna Bora ile anlaştı. Berna Bora evin içini yaparken, dışına da el attı. Güzelim taş evin dışını ahşap bir malzemeyle kapladı ve onu da koyu bir sarıya boyadı. Ev birdenbire ‘sırıtır’ hale geldi.

Evin mimarı olarak ‘telif hakkı’ sahibi olan Emre Kunt, yapılanın yanlış olduğunu bildirdi ve düzeltilmesini istedi.

Ancak Berna Bora oralı almadı.

Kunt bunun üzerine, binanın mimarı olmanın kendisine tanıdığı yasal hakla Berna Bora’yı eserini bozduğu gerekçesiyle dava etti.

Ardından araya Fatih Terim girdi ve binayı boyayacağını söyleyerek Kunt’u davayı geri çekmeye ikna etti. Terim ve Kunt, sarı ahşapların nefti bir yeşile boyanarak doğaya uyumlu hale getirilmesi konusunda anlaştılar.

Ancak Terim nedense binayı boyatmadı.

Yaz başında Terim’le yaptığım bir sohbette bu konudaki rahatsızlığı bir kez de ben aktardım.

O da eleştirileri haklı bulduğunu ve binanın çevresine birtakım sarıcı bitkiler diktiğini, birkaç ay içinde binanın görünmez hale geleceğini söyledi.

Ancak değişen bir şey olmadı. Hemen yanında Akın Öngör’e ait olan ve orijinal hali bozulmayan ev, doğanın içinde kaybolup varlığı bile belli olmazken, Terim’in evi sarı boyasıyla Türkbükü’nde sırıtmaya devam etti. Ve öyle anlaşılıyor ki, sırıtmaya da devam edecek.

Afrika’da NGO soygunu

LIVE
8 konserlerini izleyince Afrika için içim sızladı. Geçen kış Başbakan’la birlikte gittiğim ‘aç, yoksul ve hasta’ Afrika’da NGO rezaletine tanık oldum. Korkum, bu gibi organizasyonlardan elde edilen gelirlerin, bu rezaletin sürmesine katkı sağlayacak olması. Afrika’ya yardım için gelen NGO’lar, yani sivil toplum kuruluşları, aslında Afrika’ya değil, kendilerine yardım ediyorlar.

Çünkü bunların içinde işe yarayanı yok denecek kadar az. Bazıları ‘non governmental’ adı altında faaliyet gösterseler de, aslında ülkelerinin gizli servislerinin ve gizli amaçlarının kontrolünde çalışıyorlar. Bazıları ise Avrupalı işsiz güçsüz takımının ‘ekmek kapısı’.

Etiyopya’ya da yerel yetkililerden edindiğim bilgilere göre, NGO’lar birer KİT’e dönüşmüş.

Topladıkları paranın büyük bölümünü yardım amacıyla gittikleri ülkeye değil, kendi organizasyonlarına harcıyorlar.

Çok sayıda çalışanları var ve bunların büyük bölümü Avrupalı. Çalışan sözde gönüllüler, birkaç bin dolar seviyesinde maaş alıyorlar. İdari giderleri çok yüksek.

Bütçelerinin yaklaşık yüzde 70’i, kendi içlerinde maaşlar ve idari giderlerde eriyor.

Geri kalan yüzde otuzu, yardım edilen ülkeye aktarılıyor. Ancak orada da sorun var. Çok yüksek maliyetli iş yapıyorlar. Yerel imkánlarla 10 liraya yapılacak işi, NGO’lar 100 liraya mal ediyorlar.

Basit, yerel çözümler yerine faydası sınırlı Avrupai çözümler üretmeye çalışıyorlar; ancak kültürel farklılıklar nedeniyle bu çözümleri hayata geçiremiyor ve çok zaman kaybediyorlar.

Ve giderek sömürü düzeninin bir parçası haline geliyorlar.

Afrikalı yerel yöneticiler, NGO’lardan memnun değil, hatta şikáyetçi; ancak seslerini çıkaramıyorlar. Başbakan Erdoğan’ın Özal’dan esinlenerek söylediği gibi NGO’lar, Afrika’ya balık tutmayı öğretmiyor, balık veriyorlar.

Bu arada büyük balığı da kendileri yiyorlar.

Özel üniversitelerde türban yeni öneri değil

BAŞBAKAN’ın, ABD yolunda genel yayın yönetmenlerine üniversitelerdeki türban sorunuyla ilgili olarak getirdiği bir öneri vardı. ‘Özel üniversiteler veya vakıf üniversiteleri, türbanlı öğrencilere kapısını açabilir.’ Bu fikir aslında yeni değil.

Tam bir yıllık.

2004 yılının temmuz ayında, yani tam bir yıl önce Başbakan Erdoğan’la Beylerbeyi Sarayı’nda yaptığımız bir Teke Tek röportajı sırasında bu öneriyi ben getirdim. Devlet üniversitelerinin kurallar nedeniyle türbanlı öğrencilere kapı açmamasının geçerli yasal nedenleri olabilir.

Deniz Baykal’ın, ‘Bizi okuttunuz, şimdi niye iş vermiyorsunuz’ diyerek, türbanlılara kamuda çalışmanın yolunu açma konusunda devlet üniversitelerinin kullanıldığı tezi doğrudur.

Ancak türbanlıların ya da başı kapalıların özel sektörde çalışmalarının önünde bir engel yok.

Bu durumda özel üniversitelerde okumalarının önündeki engel de kaldırılabilir diye düşünmüş ve bu öneriyi getirmiştim.

Başbakan Erdoğan da o gün, ‘Böyle bir çözüm düşünülebilir’ demişti.

Anlaşılan aradan geçen bir yıl içinde Başbakan Erdoğan bu çözümü içine sindirmiş ve genel yayın yönetmenlerine aktarmış.

Ancak burada da dikkatli olmakta fayda var.

‘Bazı’ tarikat bağlantılı vakıf üniversitelerinin türbanı özendirir bir tavır almasını, türban takmanın burslarla özendirilmesini engellemek gerek. Tabii bundan bir adım sonra, kız ve erkek öğrencilerin ‘harem-selamlık’ ayrı dersliklerde okutulmasını da...

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Mimarlığın doğaya ve çevreye karşı koyma değil, saygı duyma mesleği olduğunu unutmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Şükür’den hocasına teşekkür röportajı

11 Temmuz 2005
Hakan Şükür’ün ‘yakışıksız’ röportajı gündemde kaynayıp gitti. Şükür, röportajında 'Fethullah Hoca’yı severim’ diyor.<br><img src=/images/kirmizinokta.gif border=0 align=middle><a href=http://www.hurriyetim.com.tr/yazarlar/yazar/0,,authorid~131@sid~9@nvid~602626,00.asp class=hurhaberlink> İmam-hatipliler hangi takımı tutar - Ahmet Hakan &nbsp&nbsp <font class=hurkirmizisaat>YORUM</a> Aslında ‘malumu ilam’, ama önemli.

Çünkü Şükür sıradan bir futbolcu değil. Bir dönem milli takım kaptanı.

Ve o kadar ‘sağlam arkalı’ ki, milli takım teknik direktörünü yiyebilecek kadar güçlü.

Ersun Yanal’ın görevden gitmesinde ‘Hakan Şükür’ etkisi çok büyük.

Yanal’ın Şükür’ü milli takıma almaması hata ama Hakan Şükür için Yanal’ın yenmesi ’azımsanacak’ bir olay değil.

Yanal’ın görevden alınmasından bir süre önce, Federasyon Başkanı Hasan Doğan (Levent Bıçakcı sadece görüntüde başkan, asıl Başkan Hasan Doğan), Ersun Yanal’ı ‘Tike kebapçısında’ yemeğe götürdü.

Yemeğin tek bir gündemi vardı: Hakan Şükür.

Doğan, Yanal’ı Hakan Şükür’ü milli takıma yeniden alması konusunda ikna etmeye çalıştı.

Çünkü Hakan milli takımı istiyordu, tarikat çevreleri de Hakan’ın bu isteğinin yerine getirilmesini.

Yanal Nuh dedi peygamber demedi.

Ve kendi ipini çekti.

Yanal görevden alındı, yerine bir gün öncesine kadar ‘görevi kabul etmesinin mümkün olmadığını’ söyleyen Fatih Terim getirildi.

Hakan’a da milli takımın kapısı aralandı.

Hemen ardından Şükür kardeşimiz röportajı patlattı: ‘Fethullah Hoca’yı severim.’

Topluma, gençlere örnek olacak bir futbolcu, bir tarikat önderine bağlılığını ilan ediyordu.

Ne zaman...

Milli takım operasyonunun hemen ardından. Sanki teşekkür edermişçesine.

O günden beri bekliyorum, ‘Batı’ya açılan pencere’ Galatasaray’ın yöneticileri ne diyecek diye.

Çıt çıkmıyor.

Belki onlar da Fethullah Hoca’yı seviyorlardır.

Belki Asya Finans Özhan Canaydın’a yüz milyon dolar dış kredi bulma sözü vermiştir.

Kim bilir...

Mümtaz Hoca’ya haksızlık eden AKP’liler

TÜRK Telekom’un 1990’ların ortasında yaklaşık 30 milyar dolara yaklaşan bir bedelle özelleştirilememesinin faturasını nedense hep Mümtaz Soysal’a çıkarıyoruz.

Açıkçası bunu, bu şekilde ilk gündeme getiren yazar olarak bir miktar rahatsızlık duymuyor değilim.

Çünkü Mümtaz Hoca, Türk Telekom’un özelleştirmesini engellerken tek başına değildi.

Türk Telekom’un özelleştirilmesine ilişkin kararı Anayasa Mahkemesi’ne götüren 2.8.1994 tarih ve 965 numaralı başvurunun altında, hálá pek çoğu siyasetin içinde olan 90 imza vardı.

Bu imza sahiplerinin bir bölümü hálá o gün durdukları noktada duruyorlar.

Yani Türk Telekom’un ve daha pek çok tesisin özelleştirilmesine hálá karşılar.

Fakat bugün Türk Telekom başta olmak üzere özelleştirmeye karşı çıkanları ‘ihanetle’ suçlayan Başbakan Erdoğan’ın pek çok ‘yakın çalışma arkadaşı’, Türk Telekom’un özelleştirilmesini engelleyen yolu açan 2.8.1994 tarihli başvurunun altına imzalarını koymuşlar.

Yani o dönemde 30 milyar dolara yakın bir fiyat bulan ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin iç borç stokunu ortadan kaldıracak bir paranın Hazine’ye girmesini sağlayacak olan satışı engelleyenlerin bir bölümü, bugün aynı Türk Telekom’un 12 milyar dolara satışını canı gönülden destekliyorlar.

Bu isimler öyle ‘sıradan’ AKP milletvekilleri de değil.

Kimler mi?

Sayayım.

Mesela Abdüllatif Şener. Bugün AKP’nin en güçlü 3 adamından biri. Ekonominin 3 sorumlusunun siyaseten en güçlü olanı.

Bir diğeri daha da etkili bir isim. Partinin Genel Başkan Yardımcısı, hükümetin Başbakan Yardımcısı, AKP’nin 2 numaralı adamı Abdullah Gül.

Yetmedi mi? Bir tane daha. Salih Kapusuz. AKP’nin grup sözcüsü.

O tarihte İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı değil de, Refah Partisi milletvekili olsaydı, büyük olasılıkla Recep Tayyip Erdoğan’ın da adı bu listede yer alacaktı.

Bugün döne döne Mümtaz Soysal’ı suçluyoruz.

Ya o başvuruda imzası olan diğerleri.

Onları unutmalı mıyız?

Yoksa bazıları gibi ‘hatadan döndükleri’ için, bu hata Türkiye’ye çok pahalıya mal olmuş olsa da kutlamalı mıyız!

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Paranoyak olmak için elimize yeterince sebep verilmediği zaman.
Yazının Devamını Oku

Yapmak suç, peki ya yapmamak!

7 Temmuz 2005
<B>BU </B>yazdığıma çok benzer bir yazıyı geçmişte de yazdığımı söyleyenleriniz olacaktır kuşkusuz. <br><br>Ama ben bunda hiçbir mahzur görmüyorum. Türk Telekom, yaklaşık 10 yıllık bir gecikmeyle özelleştirildi.

1990’ların ortasında 20 ila 30 milyar dolar değer biçilen şirket, geçen hafta 12 milyar dolar değer üzerinden hisselerinin bir bölümünü devretti.

1990’ların ortasında 20 milyar dolarlık fiyattan satılabilseydi, elde edilen para Türkiye’nin toplam dış borcunu sıfırlayabiliyordu.

Şimdi elde edilen para ise Türkiye’nin toplam dış borcunun yaklaşık yüzde 3’ü.

Nereden nereye...

Türk Telekom’un geciken özelleştirmesinin ardından bir isim yine sahneye çıktı.

Mümtaz Soysal.

Satışı yine engellemeye çalışıyor. Aynen yaklaşık 10 yıl önce yaptığı gibi.

Engelleyebilecek mi, engelleyemeyecek mi bilmiyorum.

Çünkü Soysal’ın bugün yaptığı, 10 yıl önce yaptığının yanında çocuk oyuncağı.

O satış, o zaman yapılabilseydi bugün belki de Türkiye’nin bütün görünümü farklı olabilecekti.

Kimbilir, belki dış borçlar o zaman kapatılsaydı, Türkiye faiz sarmalına sokulmamış, peş peşe krizler yaşamamış olacaktı.

Elimizde bu dinamik sürecin nasıl gelişmiş olabileceği hakkında bir tablo çıkaracak ‘tarihi olasılıklar’ cetveli yok.

Ancak verilen zararın büyüklüğü net ortada. Mümtaz Soysal’ın ülkeye tek başına verdiği zararın miktarı en az 10 milyar dolar.

Bunun ekonomik etkileri hesaba katıldığı zaman belki de bunun on misli.

Peki bugün bizim Yüce Divan’da yargıladığımız siyasilerin hepsinin toplam zararı bundan fazla mı? Hiç zannetmiyorum.

Ama onlar yaptıkları için yargı karşısında hesap veriyorlar. Mümtaz Soysal ise ortalıkta geziyor.

Hem de ‘namus abidesi’ olarak.

Biz bu ülkeye yaptıklarıyla zarar verenlerden hesap sorabiliyoruz.

Peki ya ‘yapmadıklarıyla’ ve ‘yaptırtmadıklarıyla’ zarar verenlere ne yapıyoruz?

Hiç! Kocaman bir ‘hiç’!

O yüzden de bu ülkede en uzun siyasi yaşamlar, ‘hiçbir şey yapmayanların’ oluyor.

Bir şey yapmayanlardan da hesap soramadığımız müddetçe, hiçbir şey yapamayacağız.

Hıncal Abi, sen telif hakkı diye bir şey duydun mu?

HINCAL Uluç Abimin Fikret Şeneş’le atışmasını gülerek izliyorum.

Hıncal Abimiz dün iyice ‘dağıttı’.

Önce kendini ‘hukukçu’ ilan etti.

Benim bildiğim Hıncal Abimiz Ankara Hukuk değil, Ankara Siyasal, yani Mekteb-i Mülkiye mezunudur.

Ardından pek çok ‘hit’ şarkının söz yazarı olduğunu söyledi. Benim bildiğim Hıncal Abi’nin yazdığı bir şarkı cümlesi var. Sezen Aksu’nun bir şarkısında yer alan ‘Ne olur gerçek olsa masallar, ya da biz masal olsak’ cümlelerini yazdığını söyler. Gerçi Sezen Aksu bunu da yalanlar ama Hıncal Abimiz bunu yıllardır söyler.

Neyse konumuz o değil.

Konumuz Hıncal Abi’nin ‘Siyasal Bilgiler mezunu bir hukukçu’ olarak yaptığı ‘hukuki’ hatalar.

Öncelikle bir ‘aydın’ olarak Hıncal Abimiz, telif haklarının ne demek olduğunu bilmeliydi.

5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun 8. ve 18. maddeleri, ‘Bir eserin sahibi onu meydana getirendir. Mali hakları kullanma yetkisi münhasıran eser sahibine aittir. Bir eserin yapımcısı veya yayıncısı ancak eserin sahibi ile yapacağı sözleşmeye göre mali hakları kullanabilir’ der. Yani bu haklar ölümünden sonra bile eser sahibinindir. Bir eser, miras olarak bırakılabilir. Gelirini mirasçıları alır. Ölümünün üzerinden 70 yıl geçince bu eser ‘public domaine’, yani bir anlamda ‘telif haklarından muaf’ haline gelir ama kimse çıkıp da bu eser benim diyemez.

Bu hukuk dili.

Ancak hukukçu olduğunu söyleyen Hıncal Abimiz, bu dili anlamamış.

Hemen basit bir örnek vereyim.

Diyelim ki Chopin, dönemin krallarından biri için bir eser yazdı. Ve bunun için bir para aldı.

Aradan yüz yıllar geçti. Bu eser kimin? Parasını veren kralın mı, yoksa Chopin’in mi?

Bu yüzden Ajda Pekkan’ın söylediği Fikret Şeneş şarkılarının sahibi Fikret Şeneş’tir.

Hıncal Abi’ye hak verdiğim tek nokta, bu işin tadının kaçtığıdır. Biz Ajda Pekkan’ın seslendirdiği o şarkıları seviyoruz.

Kavgasız gürültüsüz dinlemek istiyoruz.

NOT: Hıncal Abi, senin gazeteye yazdığın yazıları kitap haline getirip tekrar sattığını biliyoruz. Senin mantığına göre bu yazıların sahibi gazete. O kitapları gazetenin sahibi çıkarabilir. Kitapların gelirini de o alır. Sen değil.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Köşe yazarları, sanatçılara boş gezenin boş kalfası demedikleri zaman.
Yazının Devamını Oku

Yasalar Genel Kurul’da değil komisyonlarda hazırlanır

6 Temmuz 2005
<B>VATAN </B>Gazetesi önceki gün TBMM’den hızla geçen yasaları konu almış ve eleştirel bir manşet atmıştı. <br><br>Vatan’a göre yasanın her bir maddesi için yaklaşık yarım dakikalık bir süre ayrılmıştı. Gazete, Genel Kurul Salonu’nda oturan ‘bezgin ve yorgun’ milletvekillerinin fotoğrafını da sayfasına taşımıştı.

Vatan’ın manşeti aslında kamuoyunun genel bir fikrini yansıtıyor. ‘Milletvekilleri Meclis’te yeterince çalışmıyor.’

Açıkçası bu haklı bir görüş değil. Çünkü Meclis’in asıl çalışma yeri Genel Kurul Salonu değil.

Orası sadece çalışmaların sonuçlarının alındığı yer.

Gerçek çalışma ise komisyonlarda yürütülüyor.

Asıl faaliyet, asıl yasama orada yapılıyor. Meclis’te 30 saniyede geçen bir yasanın 30 saniyede Meclis Genel Kurulu’ndan geçebilmesi için öncesinde çok ciddi bir hazırlık, çok ciddi tartışmalar yapılıyor.

Benzetme yerindeyse, yemek komisyonlarda pişiyor, Meclis’te yeniyor. de bu.

ABD’de de durum farklı değil, diğer parlamenter sistemlerde de.

Yasalar üzerindeki asıl tartışma komisyonlarda oluyor.

Mesela ABD’de bir yasa bazen Temsilciler Meclisi’ne gelmiyor bile. Komisyonda görüşülüyor, askıya çıkarılıyor. İtirazlar toplanıyor. Sonrasında yasa meclise geliyor. Komisyonda hazır hale gelmemişse meclise zaten gelmiyor. Gelse de kolay kolay geçemiyor. İş yürümüyor.

Bu yüzden yasaların geçme hızına ve Genel Kurul’daki duruma bakarak Meclis hakkında hüküm vermek yanlış.

Büyümek değil güzelleşmek lazım

TATİLE gidince tatille ilgili yazmak gazeteciliğin şanındandır. Ben de öyle yapayım. Gerçi bu yıl henüz gitmedim ama Türkiye’nin yaz aylarında en favori yerlerinden biri Türkbükü. Daha doğrusu son birkaç yıldaki adıyla Göltürkbükü.

Türkbükü küçük bir köyken, son yıllarda yıldızı parlayan bir yer haline geldi.

Sahil iskelelerle doldu, arkasında onlarca otel, yukarıda milyon dolarlık evler.

Gelişme müthiş.

Ancak tipik bir Türk hatası yapılıyor. Göltürkbükü ‘büyümeye’ çalışıyor.

Göltürkbükü’nü yönetenler bilmiyor ki, büyümek her zaman iyi sonuç vermiyor.

Büyümeden, özünü koruyarak gelişmek lazım.

Ancak Türkiye’de özellikle yazlık beldelerin belediyeleri bunun farkında değil.

Hemen büyümek, bulvarlar yapmak, meydanlar inşa etmek istiyorlar. Oysa dünyadaki hiçbir örnek böyle değil.

St. Tropez büyüyor mu? Ya Portofino!

Küçük kalıyorlar. Çünkü biliyorlar ki, küçük kalmaları değerlerini artırıyor.

Küçük, düşük kapasiteli. İstenilen ama ulaşılamayan.

Öyle kalınca değerli oluyorlar. Emlak fiyatları yükseliyor, otel fiyatları artıyor, restoranlar pahalılaşıyor, rant artıyor. Türk turizminin ihtiyacı da bu. Şık, bozulmamış; pahalı yerler. Göltürkbükü korunursa yıllar içinde dünyanın en paralı turistlerinin gelmek istediği ve geldiğine pişman olmadığı bir yer olacak.

Yok eğer korunmazsa, aynen daha önce Kuşadası’nda ve hatta Bodrum’un içinde olduğu gibi giderek değerini yitiren, beton ve insan yığınlarına teslim olmuş bir yer haline gelecek.

Göltürkbükü belediyesi tercihini doğru yönde yapmalı.

Büyümeyi değil, olduğu gibi kalıp temizleşmeyi, güzelleşmeyi ön plana çıkarmalı.

Göcek’te niye gümrük yok

GÖCEK
Türkiye’nin yat turizmindeki en önemli merkezlerinden biri.

Belki de birincisi.

Her yaz Göcek koylarını binlerce yat dolduruyor.

Dünyanın en önemli zenginlerinin tekneleri koylarda demirliyor.

Pek çok yatçı da, yollarına Göcek’ten başlıyorlar.

Ancak her ne hikmetse, Göcek’te bir gümrük

idaresi yok.

Bu nedenle de bu yatların ne Göcek’ten Türkiye’ye giriş yapması mümkün, ne de Göcek’ten Yunan adalarına doğru yola çıkmak.

İlle ya saatlerce yol yapıp Fethiye’ye gideceksin, ya da Bodrum’a.

Özal döneminde popüler olup, hızla gelişen Göcek’e acilen bir gümrük kapısı lazım.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Yılın en sıcak haftası deyip çuvallayan meteorolojinin yüzü kızardığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Kadın ticareti turistik unsur olabilir mi?

2 Temmuz 2005
<B>TÜRKİYE’</B>deki Rus kadın ticaretinin mafyalaşmasıyla ilgili yazım üzerine yüzlerce faks, e-mail ve telefon aldım. En ilginci, bir işadamının telefonuydu. Anlattıklarını aynen aktarıyorum: ‘Fatih Bey, yazınızın içeriğine katılmıyorum. Bu iş Türkiye’nin ve özellikle İstanbul’un turizm potansiyelini olumlu etkiliyor. Size başımdan geçen bir olayı aktarmak istiyorum. Geçenlerde yurtdışından bir müşterim geldi. Adamı gezdirdim, İstanbul’un en şık mekánlarında ağırladım. Gece oteline bırakırken kendisine bir bayan arkadaş bulup bulamayacağımı sordu. Bu işlerden hiç anlamadığım için konuya hakim bir arkadaşımı aradım. Bana Aksaray’da Bacardi adlı bir kulübün adresini verdi. Kalktık gittik. Epey aradık ama bulamadık. Sonunda oradaki bir polis otosuna sorduk. Gösterdiler. Gittik. Aynı Moskova’daki meşhur gece kulübü. İçeride her tipten yüzlerce kadın. Oradaki görevliyle konuştuk. Müşteri kendisine getirilen kadınlardan biriyle anlaştı ve alıp oteline gitti.

Ertesi gün son derece memnundu. İstanbul’a daha sık geleceğini, Avrupa’da hiçbir ülkede böyle bir servis görmediğini söyledi. Nitekim Bacardi adlı gece kulübünde çok sayıda turist vardı.

Durum bana Amsterdam’ı anımsattı. Orada da Red Light District diye bir bölge var ve Amsterdam’ın en büyük turistik merkezi. Amsterdam rehberlerinde bile burası ballandırıla ballandırıla anlatılıyor. Orada da Rus kadınlar çoğunlukta. Avrupa’nın göbeğinde ve en modern kentinde bu olurken, siz İstanbul ve Antalya’dan ne istiyorsunuz. Tam aksine bunu bir tanıtım unsuru, bir çekim merkezi olarak kullanabiliriz.’

Değerli okurlar, bu farklı görüş açısını size yansıtmak istedim.

Katılır mısınız?

Pasaportlarınızı yurtdışında uzatın

BİR okurum ABD gezisi sırasında pasaportunun süresinin dolmak üzere olduğunu fark eder ve bulunduğu yerdeki konsolosluğa giderek pasaportunun süresini beş yıl uzattırmak için gerekli işlemleri yaptırır.

Türkiye’de hayli el alan işlemlerin toplamı, konsoloslukta 20 dakika sürer. Ama asıl sürpriz sürede değildir.

Pasaportun 5 yıllık uzatması karşılığında okurumdan 56 dolar harç parası istenir. Okurum şaşırır.

Çünkü 56 doların Türk Lirası olarak karşılığı 76 milyon liradır.

Oysa aynı 5 yıllık pasaport uzatmanın bedeli Türkiye’de 394 milyon Türk Lirası’dır.

Aynı işlem için Türkiye Cumhuriyeti Devleti, yurtdışında 76 milyon lira, yurtiçinde ise 394 milyon lira talep etmektedir.

Bunun adı ayıp değilse, nedir!

HAMAS liderlerini öldüren uçaklar Türkiye’de

BAŞBAKAN Erdoğan’
ın çıkışları nedeniyle Türk-İsrail ilişkilerinin bir dönem kriz yaşadığı ve bu krizin son dönemde çözüldüğünü biliyorsunuz.

Bozulan ilişkiler nedeniyle, İsrail’le son 10 yıldır giderek artan askeri alandaki işbirliğinin de sekteye uğradığı, ortak pek çok projenin askıya alındığı iddiaları son dönemlerde ortalıkta dolaşır olmuştu.

Herkesin aklına gelen, ‘Acaba, İsrail ile stratejik ilişkilere soğuk bakan Başbakan Erdoğan’ın ardından askeri kanat da aynı yönde adımlara mı hazırlanıyor?’ sorusuydu.

Ancak gerçek tablo haberlerde iddia edilenin tam aksi.

Yani, İsrail ile işbirliğinin azalması bir yana, birbirinden kritik ve hassas projeler bir yandan sürerken, diğer yandan da yeni projeler için imzalar atılıyor.

Gözden kaçan ama bunun en son çarpıcı örneklerinden biri olan projeyi bu köşeden açıklayalım: Türkiye, İsrail’den tam 108 adet insansız hava saldırı uçağı aldı.

Akla hemen, son Savunma Sanayii İcra Komiteleri’ndeki bir karar çerçevesinde alınması düşünülen insansız hava gözlem uçakları gelebilir.

Ama bahsettiğimiz tamamen farklı bir proje. Yani, bunu kesinlikle Türkiye’nin gözlem amaçlı insansız hava uçağı projesiyle karıştırmamak gerekiyor. Çünkü alınan uçaklar ‘keşif’ uçağı değil, ‘saldırı’ uçağı.

Bu küçük uçaklar, bombalar ve mühimmatla yüklenip hedefe, merkezdeki harekát karargáhından radyo sinyalleriyle yönlendiriliyor. Yani, taarruz amaçlı yüksek teknoloji ürünü bu uçaklar, radara bile yakalanmadan istenilen her tür hedefe gönderilebiliyor.

İsrail bu tip uçaklarla Filistin’de pek çok saldırı düzenledi ve HAMAS’ın üst düzey yöneticilerinden birçoğunu bu uçaklarla ortadan kaldırdı.

76 milyon dolarlık bu projeye iki yıl önce start verilmişti ve teslimatlar tamamlandı.

Şimdi iki taraf da projeyi bir ileri safhaya aktarmak amacıyla görüşüyor ve bu uçakların yeni geliştirilen üst modellerinin alımı için pazarlıklar sürüyor.

Bana müsaade

SEVGİLİ
okurlar, 10 günlük bir izne çıkıyorum.

Gerçi bilgisayarımı yanımda götürüyorum. Turkcell’in veya Avea’nın hizmet verdiği yerlerde yazmaya devam edeceğim ama yazamazsam da, 10 gün sonra görüşürüz.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Aklımızla hırsımızı dengelemeyi becerebildiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku