Bilal Çelik

Yardım nafakası nedir?

1 Eylül 2022
Kişinin, çalışma ve geçimini sağlama noktasında maddi yetersizliğe düşmesi halinde ve kanunda belirtilen koşullar ile sınırlı olarak isteyebileceği nafaka türüne yardım nafakası denir.

Nafaka çeşitlerinden biri olan yardım nafakası, ihtiyacı karşılanmadığında yoksulluğa düzecek kimseye belirli bir kan hısımı olan kişi ya da kişiler tarafından ödenmektedir. Özetle yardım nafakası bir kimse tarafından yardıma ihtiyacı olan üstsoyu ve altsoyu ile kardeşlere verilmektedir. Yardım nafakasının miktarının ne olacağı ve koşullarının sağlanıp sağlanmadığı konuları hâkim tarafından takdir edilmektedir.

Yardım nafakası nasıl talep edilir?

Yardım nafakası talebi, kişinin bu yönde açacağı bir dava ile mahkeme tarafından incelenmekte ve karara bağlanmaktadır. Yardım nafakası konusunda hukuk yargılamasına esas teşkil eden taleple bağlılık ilkesince, yardım nafakası talep edilmediği sürece mahkemece bu durum resen incelenmez ve karara bağlanmaz. Böylece kişi dava kapsamında ne talep ederse hâkim bundan fazlasına karar veremeyecektir.

Yardım nafakası kimlerden talep edilebilir?

Yazının Devamını Oku

Evlilik dışı doğan çocuğun velayeti

19 Ağustos 2022
Velayet, çocukların korunması amacıyla anne ve babalara yüklenen yükümlülük ve hakların tamamıdır. Kural olarak evlilik birliği içerisinde doğmuş olsun ya da olmasın bir çocuğun velayet hakkının doğabilmesi için soy bağının kurulması gereklidir.

Çocuk dünyaya geldiği an evlilik birliği içerisinde doğmuş ise velayet ortak olarak kurulmuş olur. Bunun yanında evlilik dışı dünyaya gelen çocuğun evlilik içerisinde doğan çocuklar gibi tam anlamıyla korunabilmesi için kanun koyucu tarafından getirilen düzenlemeler büyük önem arz etmektedir.

EVLİLİK DIŞI DOĞAN ÇOCUĞUN VELAYETİ KİME AİTTİR?

Evlilik birliği içerisinde doğmamış çocukların soy bağı doğumu esnasında annesi ile arasında kurulmuş olduğundan velayet sahibi kişi annedir. Türk Medeni Kanunu’nun 337. Maddesinde: “Ana ve baba evli değilse velâyet anaya aittir. Ana küçük, kısıtlı veya ölmüş ya da velâyet kendisinden alınmışsa hâkim, çocuğun menfaatine göre, vasi atar veya velâyeti babaya verir” şeklinde evlilik dışı doğan çocuğun velayetine ilişkin hüküm düzenlenmiştir. İlgili maddeye göre evlilik dışı doğan çocuğun velayeti annenindir.

Anne, çocuğu doğurduğu anda herhangi bir işleme gerek kalmaksızın çocuk üzerinde velayet hakkına sahip olacaktır. Annenin, küçük, kısıtlı veya ölmüş olması durumunda velayet hakkı sahibi olmayacaktır. Bu durumda hakim, çocuğun menfaatine göre, vasi atar veya velâyeti babaya verir.
Evlilik dışı çocuğun soy bağının kurulması açısından doğum zamanı önem taşımaktadır. Kadın eğer eşinden boşanmış ise boşanmadan itibaren üç yüz gün içerisinde doğum yaptığı takdirde çocuğun, evlilik birliği içerisinde doğmuşçasına baba ile arasında soy bağı kurulacaktır. Bu durum, Türk Medeni Kanun’un 285.maddesi gereğince: “Evlilik devam ederken veya evliliğin sona ermesinden başlayarak üç yüz gün içinde doğan çocuğun babası kocadır.” Şeklinde bu hüküm ile düzenleme altına alınmıştır. Söz konusu durumda doğan çocuklar evlilik birliği içerisinde doğmuş gibi kabul edilmekte ve bu çocuklara uygulanan hükümlere tabi olmaktadır.

EVLİLİK DIŞI DOĞAN ÇOCUĞUN SOYADI

Evlilik dışında doğan çocuğun nüfus cüzdanında bulunan baba hanesine kimin adının yazılacağı da toplum arasında merak konusu olan bir diğer husustur. Şöyle ki; çocuğun nesebinin gayri sahih olması eski Medeni Kanun zamanından kalma bir düzenlemedir. Yani yeni düzenlemeye göre çocuk evlilik dışı dünyaya gelmiş ve baba olarak bir kimse ile arasında soy bağı kurulmamış ise, anne tarafından verilen isim, çocuğun nüfus cüzdanında baba hanesine yazılır ve kendisi ile soy bağı kurulan anne çocuğun velayet hakkına sahip olur.

EVLİLİK DIŞI DOĞAN ÇOCUĞUN ANNE VE BABASININ SONRADAN EVLENMESİ

Yazının Devamını Oku

Velayet hakkının kötüye kullanılması

10 Ağustos 2022
Evlilik birliğinin boşanma ile sonuçlanması durumunda müşterek çocukların velayetinin anne ya da babaya verilmesi diğer tarafın müşterek çocukla kişisel ilişki kurması durumu problem yaratan bir durumdur.

Velayet ise anne ya da babanın çocuk üzerinde bakım, gözetim ve hukuken temsil durumunu düzenleyen kurumdur. Boşanma durumunda velayetin anne ya da babaya verilmesi hususunda velayeti kendisine verilen tarafın maddi ya da manevi olarak durumunun değişmesi ya da velayet hakkını gereği gibi kullanmaması bunun sonucunda çocuğun menfaatine yönelik tehlikeye düşürülmesi söz konusu olduğunda velayetin kötüye kullanılması sonucu doğacaktır. Velayet hakkı gereğince çocuğa ve diğer eşe karşı görevlerini yerine getirmeyen velayet hakkı sahibine karşı her zaman için velayet hakkının diğer eşe verilmesi talep edilebilecektir.

Belirtmek gerekir ki; velayet davalarının tamamında çocuğun menfaati mahkeme tarafından esas alınacaktır. Gerek Türk Medeni Kanunu’nda gerekse özel kanunlarda bu durum hüküm altına alınmıştır. Velayet düzenlemesi yapılırken: göz önünde tutulması gereken temel ilke çocuğun “üstün yararı” dır. (Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme m. 3: Çocuk Haklarının Kullanılmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi m. 1). Çocuğun üstün yararı belirlenirken: onun bedensel, zihinsel, ruhsal, ahlaki ve toplumsal gelişiminin sağlanması amacının gözetilmesi gereklidir. Ana ve babanın yararları; ahlaki değer yaşamları, sosyal konumları gibi durumları, çocuğun üstün yararını da etkilemediği ölçüde göz önünde tutulur. (Yargıtay 2. Hukuk Dairesi E: 2016/12054 K: 2016/11763 K.T.: 16.06.2016)

Türk Medeni Kanunu madde 324’de düzenlenen velayet hakkını kötüye kullanma suçu” Ana ve babadan her biri diğerinin çocuk ile kişisel ilişkisini zedelemekten, çocuğun eğitilmesi ve yetiştirilmesini engellemekten kaçınmakla yükümlüdür.” şeklinde ebeveynlere sorumluluk yüklemiştir. Türk Medeni Kanunu’na göre velayet hakkı sahibinin görevleri şu şekilde sıralanmaktadır. Müşterek çocuğun şahsına bakmak, ilgilenmek, onları gözetip korumak, geçimlerini sağlamak, iyi ahlak sahibi olarak yetiştirilmelerini ve eğitimlerini sağlamaktır.

Velayet hakkına sahip eşin diğer eş ile çocuk arasındaki kişisel ilişkiyi engellemesi, velayet hakkına sahip eşin çocukla ilgilenmemesi ya da özel sebeplerle diğer eş tarafından velayet hakkının kötüye kullanılması davası açılabilecektir.

Velayet hakkının kötüye kullanılmasına ilişkin dava sonucunda davanın kabulüne karar verilmesi durumunda, velayet hakkının ebeveynden alınmasına yahut diğer eşin durumuna göre velayetin kaldırılmasına sebebiyet verebilecektir.

…davalı annenin çocuğun babayla kişisel ilişki hakkını sürekli olarak engellediği, bundan dolayı hakkında çocuk teslimine muhalefet etmekten yaptırım uygulandığı, bu suretle Türk Medeni Kanunu'nun 324. maddesinde yer alan yükümlülüğüne aykırı davrandığı anlaşılmaktadır. Bu durumda davalı annenin sekiz yaşındaki müşterek çocuğun gelişimi için önemli olmasına rağmen babası ile görüşmesini engelleyerek, velayet hakkını kötüye kullandığı hususunun kanıtlandığı ve müşterek çocuğun velayetinin davalı anneden alınarak davacı babaya verilmesi gerektiği kabul edilmelidir.” YHGK. K.2015/1139 K.Tarihi 01.04.2015

Yargıtay Hukuk Genel Kurul Kararında görüldüğü üzere velayet hakkının kötüye kullanılması durumunda velayet hakkı, velayet hakkı sahibi olmayan babanın durumunun elverişli olduğu anlaşıldığından velayet değişikliği ile babaya verilmiştir.

Yazının Devamını Oku

Sağlık hukukuna dayalı uyuşmazlıklarda arabuluculuk şartı

13 Haziran 2022
İnsanların temel hak ve özgürlüklerinden bahsederken kişinin sağlıklı ve dengeli bir çevrede hayatını devam ettirebilme hakkını dile getirmek gerekmektedir.

Bedeni veya ruhsal sağlığının bir kısmını ya da tamamını kaybetmiş olan kişiler, sahip oldukları öteki hak ve özgürlükleri kullanamamakta ve bilincine varamamaktadır.

Arabuluculuk üçüncü bir kişinin tarafların serbest iradesine müdahalede bulunmadan, uzlaşmaya yönelik çözüm önermesi ile sonuca varılmaya çalışılan bir yöntemdir. Arabulucunun rolü, arada sağlıklı bir iletişim kurulmasına yardımcı olarak tarafların taleplerini de gözeterek uzlaşma sağlanması açısından yardımda bulunmaktır.

6325 sayılı Arabuluculuk Kanunu 2. maddesine göre; “Arabuluculuk; sistematik teknikler uygulayarak, görüşmek ve müzakerelerde bulunmak amacıyla tarafları bir araya getiren, onların birbirlerini anlamalarını ve bu suretle çözümlerini kendilerinin üretmesini sağlamak için aralarında iletişim sürecinin kurulmasını gerçekleştiren, uzmanlık eğitimi almış olan tarafsız ve bağımsız bir üçüncü kişinin katılımıyla ve ihtiyarî olarak yürütülen uyuşmazlık çözüm yöntem” şeklinde tanımlanmıştır.


Bir uyuşmazlığın arabuluculuğa elverişli olması için kamu düzenini ilgilendirmeyen bir uyuşmazlık olması ve tarafların serbest şekilde tasarrufta bulunabilecekleri bir hukuki konuya ilişkin uyuşmazlık olması gerekir. Ceza hukukuna ilişkin uyuşmazlıklar açısından arabuluculuk çözüm yolu uygun değildir. Zira Ceza Hukukuna ilişkin uyuşmazlıklar doğrudan kamu düzeni ile ilişkilidir. Dolayısıyla tıbbi uygulama ve tedavi hatasından kaynaklı ceza yargılamaları kapsamında arabulucuya başvurulamaz.


Bir diğer konu ise hekim hatasından kaynaklı uyuşmazlıklarda hastanın maddi ve manevi tazminat talebine ilişkin olarak arabulucuya başvurabilmesidir. Bu konuda hastanın maddi ve manevi tazminat ve diğer alacak kalemlerine ilişkin tüm talepleri arabuluculuk faaliyetlerine uygun ve elverişlidir. Örneğin bir malpraktis davasında hastanın, hekimden ve sağlık kuruluşundan talep edeceği tazminat kalemleri; gizlilik ilkesi içerisinde arabuluculuk çözüm yoluna başvurularak uzun ve yorucu hukuki yargılama süreçlerine maruz kalmadan çözümlenebilmektedir. Belirtmek gerekir ki; Sağlık hukukuna ilişkin arabuluculuk faaliyetleri dava şartı olarak öngörülmemekle birlikte tarafların ihtiyari olarak başvurabileceği bir çözüm yoludur.

Hasta ve hekim arasında sağlık hukuku kaynaklı uyuşmazlıklarda arabulucuya başvurulması, tarafların uyuşmazlığa konu duruma ilişkin daha hassas ve yıpranmış olmaları nedeniyle; hukuki yargılama sürecine maruz kalmaması açısından önemlidir.

Yazının Devamını Oku

Malpraktis nedir?

13 Mayıs 2022
Bu yazımızda günümüzde maalesef oldukça sık rastlanılan malpraktis kavramı ve bu konuya yönelik hukuki süreç konusuna eğileceğiz. Hekimlik mesleği yüksek seviyede titizlik gerektiren, bilgi eksikliğinin dönüşü olmayan sonuçlar doğurabileceği bir meslektir. Hekimlikte hastaya doğru tedavi ve tıbbi müdahale hayati önem taşımaktadır. Hal böyle olunca tıbbın kabul ettiği olumsuz sonuçlar dışında hekimin hastaya yönelik yanlış tıbbi müdahale ve tedavilerin; bilgisizlik sonucu ya da yanlış uygulama yapılması sonucunda hekimden kaynaklanan olumsuz sonuçları da olabilmektedir. Söz konusu hekimlik mesleğinin meşakkatli bir o kadar da riskli olduğunu belirtmekte yarar bulunmaktadır. Bu nedenle söz konusu olumsuz vakıalar sonucunda hastaların zarar görmesi ihtimaline karşı çeşitli hukuki düzenlemeler mevcuttur.

Hekimin yanlış tedavi ya da hatalı şekilde tıbbi müdahalede bulunması durumunda, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davranmış sayılacağı ve bu konuda kusuru oranında cezai sorumluluğunun doğacağı açıktır.

Bu konuya yönelik Yargıtay 13.Hukuk Dairesi E. 2014/17432 K. 2015/8358 ve 16.3.2015 tarihli kararında: “Dosya kapsamı itibariyle, davacıların bebeğinin davalı sağlık kuruluşunda diğer davalılar tarafından uygulanan tedavi kapsamında gerçekleştirilen sünnet operasyonu sırasında kullanılan anestezik Jetokain isimli ilaca karşı oluşan allerjik reaksiyon sonucu vefat ettiği, bu hususun dosyada mevcut otopsi raporuna dayalı olarak hazırlanan adli tıp raporu ile tespit edildiği, Mahkemece alınan adli tıp bilirkişi raporunda bebekte anestezik ilaca karşı meydana gelen allerjinin öngörülemez ve önlemez nitelikte olduğu tespitine yer verilmiş ise de, hastanın bir başka sağlık kuruluşuna sevkinin uygun zaman ve koşullarda gerçekleşip gerçekleşmediğine dair yeterli bir bilirkişi incelemesi bulunmadığı, karara esas alınan adli tıp raporunun denetime imkan verir nitelikte gerekçelendirilmediği ve karara esas alınamayacağı anlaşılmaktadır.

Hâl böyle olunca bu rapora itibar edilerek hüküm kurulamaz. Bu durumda mahkemece, üniversitelerin ana bilim dallarından seçilecek uzmanlardan oluşacak bir bilirkişi kuruluna dosya tevdi edilerek, davalıların açıklanan hukuki konum ve sorumlulukları, dosyada mevcut delillerle birlikte bir bütün olarak değerlendirilip, tıbbın gerek ve kurallarına göre olayda davalıların sorumluluğunu gerektirecek ihmal ve hata bulunup bulunmadığını gösteren, nedenlerini açıklayıcı, taraf, mahkeme ve Yargıtay denetimine elverişli rapor alınmak suretiyle hasıl olacak sonuca uygun bir karar vermekten ibarettir. Mahkemece, değinilen bu yön gözardı edilerek eksik araştırma ile yazılı şekilde hüküm kurulmuş olması usul ve yasaya aykırıdır. Bozmayı gerektirir. Yukarıda açıklanan sebeplerle temyiz edilen hükmün davacılar yararına BOZULMASINA,” karar vermiştir.

Görüldüğü üzere hekimin bilgi yetersizliğinden kaynaklanan ve bunun sonucunda doğru tıbbi uygulamayı gerçekleştirip gerçekleştirilmediğine dair yeterli kanaat oluşmadığından Yargıtay tarafından yerel mahkemenin vermiş olduğu karar bozulmuştur. Ancak belirtmek gerekir ki doğru tedavi ve uygun tıbbi müdahalede bulunan hekimin, hastada gelişen komplikasyonlar ile ilgili herhangi bir sorumluluğu bulunmayacaktır.

HEKİMİN HUKUKİ VE CEZAİ SORUMLULUĞU NELERDİR?

Yanlış tedavi ya da hatalı tıbbi müdahalede bulunan doktor ve sağlık çalışanlarına yönelik iki türlü dava ikame edilebilmektedir. Birinci olarak Türk Ceza Kanununda mevcut düzenlemeler kapsamında suç teşkil edecek fiilleri sonucu, ceza davaları açılabilir. Bir diğeri ise maddi ve manevi zarar söz konusu olduğundan tazminat davasıdır. Bu konuda önemli idare tarafından yürütülen sağlık hizmetlerinden kaynaklanan zarar olduğundan ortaya çıkan zarar için idare sorumlu olacaktır ve idare mahkemelerinde tam yargı davası açılabilecektir.

HASTA VE HEKİM ARASINDA NASIL BİR İLİŞKİ BULUNMAKTADIR?

Tıbbi müdahalede bulunan kişinin bu uygulama için yetkili olup olmaması konusudur. Sebebe ise malpraktis uygulayan kişinin kim olduğu hem hukuki açıdan hem işin cezai boyutu açısından önem arz etmektedir. Hatalı ve yanlış tıbbi uygulamadan bahsedebilmek için bu uygulamayı gerçekleştiren kişinin yetkili olması gerekmektedir. Hasta ile hekim arasındaki ilişkiden söz etmek gerekirse de bu ilişkinin hukuken “vekalet sözleşmesi” ilişkisi olduğunu belirtmek gerekmektedir.

Yazının Devamını Oku

Velayetin kaldırılması

15 Nisan 2022
Anne ve baba velayet hakkını doğru ve yeterli bir şekilde kullanmıyor olabilir. Böyle bir durumun mevcudiyeti halinde Türk Medeni Kanunu çocuğun korunmasına yönelik birtakım önlemler getirmiştir. Bunların biri de velayetin kaldırılmasıdır.

TMK’da yer alan diğer önlemler çocuğun korunması için yeterli değilse hâkim velayetin kaldırılmasına karar verir. Hâkim her ihtimalde velayetin kaldırılması kararı veremez. Bu kararın verilmesi için TMK’nın 348. maddesinde belirtilen sebeplerden birinin mevcut olması gerekir. Şimdi bu sebeplerin neler olduğuna teker teker değinelim.

Kanunda sayılan ilk sebep “Ana ve babanın deneyimsizliği, hastalığı, başka bir yerde bulunması veya benzeri sebeplerden biriyle velayet görevini gereği gibi yerine getirememesi.” olarak belirtilmiştir. Aslında burada deneyimsizlik, hastalık ve başka bir yerde bulunmak olmak üzere birden fazla sebep yer almaktadır. Hatta maddede “benzeri sebepler” ibaresine yer verildiğinden dolayı örneğin kısıtlanma gibi anne ve babanın velayet görevini yeterli şekilde yerine getiremeyecekleri diğer hallerde de velayet hakkı kaldırılabilir. Maddede yer alan “hastalık” ifadesi her türlü hastalığı kapsamaz. Elbette ki geçici hastalıklar sebebiyle velayetin kaldırılması kararı verilemez. Burada bahsi geçen hastalık sürekli olarak ayrım gücünden yoksunluğa sebebiyet verecek düzeydeki hastalıklardır.

Kanunda yer alan ikinci sebep ise “Ana ve babanın çocuğa yeterli ilgiyi göstermemesi veya ona karşı yükümlülüklerini ağır biçimde savsaklaması.” olarak ifade edilmiştir. “Yeterli ilgi” kavramı yukarıda değindiğimiz diğer sebepler kadar somut bir kavram olmadığından dolayı anne babanın çocuğa yeterli ilgiyi göstermediklerinin kanıtlanması gerekmektedir. Aynı durum “yükümlülüklerin ağır biçimde savsaklanması” hali için de geçerlidir. Anne babanın çocuğa yeterli ilgiyi göstermediğinden veya da ona karşı olan yükümlülüklerini ağır biçimde savsaklanmasından dolayı velayetin kaldırılması kararı verilebilmesi için bu hususların mevcudiyetinin kanıtlanmış olması gerekir. Bunlara ek olarak TMK 349’a göre “Velâyete sahip ana veya babanın yeniden evlenmesi, velâyetin kaldırılmasını gerektirmez. Ancak, çocuğun menfaati gerektirdiğinde velâyet sahibi değiştirilebileceği gibi, durum ve koşullara göre velâyet kaldırılarak çocuğa vasi de atanabilir” Anne veya babanın yeniden evlenmesi velayetin kaldırılması için tek başına bir sebep oluşturmaz. Ancak evlilik çocuğun menfaatlerine zarar veriyorsa hâkim velayetin kaldırılmasına karar verebilir.

Yukarıda benzeri sebepler dolayısıyla velayet görevi gereği gibi yerine getirilmemişse hâkimin velayeti kaldırabileceğini belirtmiştik. “Benzeri sebeplere” örnek olarak anne ve babanın tutuklu olması, gözaltında bulunması, savaş esiri olması ve uyuşturucu kullanması verilebilir. Anne ya da baba bu sebeplerden herhangi birini taşıyorsa hâkim birinin veya da her ikisinin velayet hakkını kaldırabilir.

Velayet hakkı hem anne hem de babadan kaldırılırsa çocuğa vasi atanır. Velayetin kaldırılması için talepte bulunulabileceği gibi hâkim kendiliğinden hareket ederek de bu kararı verebilir. “Kararda aksi belirtilmedikçe, velâyetin kaldırılması mevcut ve doğacak bütün çocukları kapsar.” Velayet kaldırıldığı takdirde doğal olarak anne ve babanın velayetten kaynaklı olan yükümlülükleri ve yetkileri sona erer.
Ancak anne babanın görevleri yalnızca veli olmalarından kaynaklanmamaktadır. TMK m.350’ye göre “Velâyetin kaldırılması hâlinde ana ve babanın çocuklarının bakım ve eğitim giderlerini karşılama yükümlülükleri devam eder. Ana ve baba ile çocuğun ödeme gücü yoksa bu giderler Devletçe karşılanır.” Velayet sona erdiğinde anne babanın çocuğun mallarını devretmesi gerekmektedir. Çocuk erginse çocuğa değilse vasiye ya da kayyıma devredilir.

Peki anne babanın velayet hakkı kaldırıldıktan sonra bir daha tekrar geri verilemez mi? Kanun buna da bir açıklık getirmiştir. TMK’nın 350.maddesine göre “Durumun değişmesi hâlinde, çocuğun korunmasına ilişkin önlemlerin yeni koşullara uydurulması gerekir. Velâyetin kaldırılmasını gerektiren sebep ortadan kalkmışsa hâkim, re’sen ya da ana veya babanın istemi üzerine velâyeti geri verir.” Buradan da anlayabileceğimiz gibi velayetin kaldırılmasına sebep olan durum ortadan kalkmışsa hâkim anne babaya velayeti geri verir.

“Yapılan soruşturma ve toplanan delillerle; davalı annenin, kocasının ölümünden sonra çocuklarını önceleri kısa aralıkla, daha sonraları ise uzun süreli olarak Akçaabat’ta bırakıp gittiği, çocukların manen terkedildiği, bu suretle onlara yeterli ilgiyi göstermediği ve yükümlülüklerini ağır biçimde savsakladığı, kurulu bir evi ve belirli bir düzeninin bulunmadığı gerçekleşmiştir. Pedagog tarafından, çocuklarla ve taraflarla yapılan görüşmeler sonucu düzenlenen 18.9.2005 tarihli raporda da, çocukların mevcut şartlarının korunmasının yüksek menfaatlerine uygun olacağı bildirilmiştir.

Yazının Devamını Oku

Nişanın sona ermesi sebebiyle hediyelerin geri verilmesi

8 Nisan 2022
Nişanlılık evlilik öncesinde geçirilen bir aşamadır. Bazı ülkeler nişanlılık kurumunu hukuken düzenlemişken bazı ülkelerde ise bu kuruma herhangi bir hukuki sonuç bağlanmamıştır.

Türk hukukunda nişanlılık bir hukuki durum olarak kabul edilmiş ve Medeni Kanun’da nişanlılığa yönelik birtakım kurallar getirilmiştir. TMK m.118’e göre “nişanlanma evlenme vaadi ile olur.” Hükümden de anlaşılacağı üzere nişanlanma, devamında evlenmenin gerçekleşeceği düşüncesi ile yapılır. Ancak bilindiği üzere her nişanlılık evlilik ile sona ermez. Peki evlilik gerçekleşmezse, nasılsa evlenileceği düşüncesi ile verilen hediyelerin akıbeti ne olacaktır? Nişanlılık hakkında kuralları ortaya koyan Medeni Kanun bu konuda da bir hüküm getirmiştir. TMK m.122’ye göre “Nişanlılık evlenme dışındaki bir sebeple sona ererse, nişanlıların birbirlerine veya ana ve babanın ya da onlar gibi davrananların, diğer nişanlıya vermiş oldukları alışılmışın dışındaki hediyeler, verenler tarafından geri istenebilir. Hediye aynen veya mislen geri verilemiyorsa, sebepsiz zenginleşme hükümleri uygulanır.”

Nişanlılardan birine yapılan ve ekonomik bir değeri olan her türlü kazandırmayı hediye olarak kabul edebiliriz. Örneğin otomobil, ev, birtakım eşyalar, mücevherler, yazlık ve hatta para dahi hediye kavramına girmektedir. Fakat verilen şey ahlaki bir ödevin yerine getirilmesi sebebiyle verilmişse artık bu şey hediye kapsamında değildir. Hediye kavramında aradığımız temel ölçüt ekonomik değer taşıması olduğu için fotoğraf ve mektupların bu kavrama dâhil olup olmadığı konusunda görüş ayrılıkları vardır. Genel kabule göre mektup veya fotoğrafların nişanlılardan birinde kalması diğer nişanlının kişilik haklarına aykırı olacaksa geri verilme zorunluluğu vardır. Hediyelerin geri verilmesinin istenebilmesi için bazı şartların gerçekleşmiş olması gerekir. İlk şarta göre hediyenin verilme sebebi nişanlılık olmalıdır. İkinci şart ise hediyenin alışılmışın dışında olmasıdır. Neyin alışılmışın dışında olup olmadığına hâkim örf ve âdete, tarafların ekonomik durumuna ve günün şartlarına bakarak karar verecektir. Gerekirse bilirkişiden de destek alabilir. Üçüncü şarta göre nişanlılığın evlenme dışında bir sebeple sona ermiş olması gerekir. Nişanlama evlenme ile sona ermişse elbette ki hediyeler geri istenemeyecektir. Ölüm, tarafların anlaşarak nişanlılığı sona erdirmeleri ya da nişanın bozulması durumlarında hediyelerin iadesi istenebilir. Hediyelerin geri istenmesinde kusurlulukla ilgili bir şart getirilmediğinden nişanın bozulmasına kusuru ile sebep olan nişanlı da verdiği hediyelerin iadesini isteyebilir.

Şimdi iade talebinde kimlerin bulunabileceğine bakalım. Kanun nişanlılara, nişanlıların anne babalarına veya da anne babaları gibi hareket eden kişilere hediyelerin iadesini talep hakkı tanımıştır. Bunlar dışındaki kişilerin nişanlılara ya da nişanlıların birbirlerinin akrabalarına verdikleri hediyeler TMK m.122 kapsamda geri istenemez. Örneğin hediye bir nişanlı tarafından diğer nişanlıya verilmişse bu hediye geri istenebilir. Ancak hediye bir nişanlı tarafından diğer nişanlının babasına verilmişse bu hediye TMK m.122 kapsamına girmez; bunların iadesi sebepsiz zenginleşme hükümlerince olur.

Hediyelerin geri verilmesi istemi şahsi niteliktedir yani hediyeyi alan bu hediyeyi üçüncü bir kişiye vermişse hediyenin geri verilmesi üçüncü kişiden istenemez. İstenen hediye aynen mevcutsa yani verdiğimiz hali ile saklanmışsa o zaman doğrudan bu hediyenin kendisi verilmelidir. Örneğin nişanlıya bir zümrüt kolye verilmiş ve nişanlı bu kolyeyi aldığı günden beri mücevher kutusunda saklıyorsa doğrudan bu zümrüt kolye iade edilmelidir. Eğer aynen bulunmuyorsa talep edilen hediye mislen iade edilecektir. Örneğin nişanlı alınan zümrüt kolyeyi kaybetmişse aynı cinsten bir zümrüt kolye alarak geri verme borcunu yerine getirmelidir. Hediye ne aynen ne de mislen iade edilemiyorsa bu durumda hediyenin bedeli sebepsiz zenginleşme hükümlerince verilir.

Son olarak hediyelerin geri verilmesinin ne zamana kadar istenebileceğine bakalım. Nişanın sona ermesinden doğan taleplerin zamanaşımını düzenleyen TMK m.123’e göre “nişanlılığın sona ermesinden doğan dava hakları, sona ermenin üzerinden bir yıl geçmekle zamanaşımına uğrar.” Verilen hediyelerin iadesi isteniyorsa nişanlama sona erdikten sonra 1 yıl içinde bu talep dile getirilmelidir. “Hediyelerin geri istenebilmesi için alışılmışın dışında hediyelerden olması gerekir. Alışılmış (mutad) hediyelerden kasıt; giymekle, kullanmakla eskiyen ve tüketilen eşyalardır. Giymekle, kullanılmakla eskiyen ve tüketilen eşyaların iadesine karar verilemez.

Nişan dolayısıyla verilen hediye, olağan bir hediye ise geri istenemez. Nişanının bozulması nedeniyle mutad dışı hediyelerin geri alınmasına ilişkin davalarda kusur aranmaz. Yargıtay'ın yerleşik uygulamalarına göre; nişan yüzüğü dışında kalan tüm altın, takı ve ziynet eşyaları mutad dışı hediye olarak kabul edilmiştir. Bu nedenle nişanın bozulması nedeniyle nişanlıların birbirlerine veya ana ve babanın ya da onlar gibi davrananların diğer nişanlıya vermiş oldukları ziynet eşyaları verenler tarafından geri istenebilir.

Hediyelerin verildiği ve iade edilmediği hususu her türlü delille de ispat edilebilir.”( T.C. Yargıtay 3. Hukuk Dairesi E. 2018/3648 K. 2019/3681 T. 24.4.2019) Yargıtay verilen bu kararında alışılmışın dışında olan hediye kavramına açıklık getirmiştir. Buna göre alışılmış hediyelerden kasıt; giymekle, kullanmakla eskiyen ve tüketilen eşyalardır. Giymekle, kullanılmakla eskiyen ve tüketilen eşyaların iadesine karar verilemez. Nişan yüzüğü dışında kalan tüm altın, takı ve ziynet eşyalar ise alışılmışın dışında hediye olarak kabul edilir.

 

Yazının Devamını Oku

Miras hukukunda terekenin tespiti nasıl yapılır?

26 Mart 2022
Miras hukuku, kişinin ölümünden sonra geride bıraktığı malvarlığı ve bu malvarlığının kimlere nasıl paylaştırılması gerektiğini düzenleyen hukuk dalıdır. Günümüzde oldukça yaygın bir sorun haline gelen terekeden doğan uyuşmazlıklar ve çözümü için başvurulan tereke tespit davaları; her ne kadar taraflarca öne sürülen bilgi ve görgüye dayanarak tereke tespiti açısından mahkemede beyanda bulunulsa da, mahkemece asıl olan terekenin resmi kaynaklardan araştırılması yöntemine başvurulacaktır. Kişinin ölümünden sonra aktif ve pasif malların tamamına tereke adı verilmektedir. Terekede bulunan aktif mallar kişinin; menkul, gayrimenkul ve para iken pasif mallar ise borçlarından ibadettir. Terekede bulunan aktiflerden pasifler çıkarılır, bu işleme ise denkleştirme denir.

TEREKENİN TESPİTİ DAVASI NEDİR?

Terekenin tespiti, mirasbırakana ait malvarlığının tam olarak belirlenmesi ve sonucunda sağlıklı bilgiye ulaşmak için gerekli bir işlemdir. Terekenin tespiti için murislerin açacağı bu davaya, terekenin tespiti davası denilmektedir.

Terekenin tespiti davası hukuki yararı olan kişiler yani mirasçılar tarafından açılması mümkün olan bir dava türüdür. Yasal ve iradi mirasçılar, gerekçe belirtmek suretiyle mirasbırakanın ölümünden itibaren herhangi bir hak düşürücü süreye tabi olmadan terekenin tespiti davasını açabilirler. T.C YARGITAY 2. HD E. 2004/15828 K. 2005/1411 T. 7.2.2005“Terekenin tedbir mahiyetindeki tespit istemi süreye bağlı değildir. Her an için tespit istenebilir. Bu yön nazara alınmadan tespit isteğinin de bir aylık sürenin geçtiğinden bahisle ret edilmesi doğru değildir.” Ayrıca belirtmek gerekir ki mirasbırakacak kişi hayatta iken terekenin tespiti davası açmak mümkün değildir.

Davayı açan mirasçı, dava sürecinde terekeyi yönetmesi için defter tutulması ya da terekeye temsilci atanması talebinde bulunabilir. Terekeyi temsil edecek kişi tayin edildiğinde terekenin korunması görevini üstlenmiş olacaktır. Mahkemelerin iş yoğunluğuna göre bu dava ortalama 1-2 yıl sürebilmektedir. Dava kapsamında bilirkişi raporu istenilecek ve sonucunda mahkeme bilirkişi raporuna bağlı kalmadan terekenin tespitine yönelik karar verebilecektir.

Terekenin tespiti davası, esas olarak mirasbırakanın geride bıraktığı hak ve borçların tamamının tespiti için açıldığından mirasçıların menfaatini koruyan bir dava türüdür. Bu sebeple dava süresinde mirasçıların talep ve beyanları ..” davanın seyrini önemli derecede etkileyebilmektedir. T.C YARGITAY 3.HD, 2015/ 4790E., 2016 / 4296K., 21.03.2016 T.;”.. mahkemece; öncelikle mirasbırakanın terekesi (temlik içi – temlik dışı), taraf vekillerinin beyanına da başvurularak belirlenmeli (HMK. md. 31), tereke kapsamındaki taşınır – taşınmaz mal varlığı hakkındaki bilgi, belge ve kayıtlar dosyaya celbedilmeli, ondan sonra bu ilkeler esas alınarak, tenkis konusunda uzman bilirkişiden yukarıda belirtilen hususları da karşılayacak nitelikte rapor alınarak, net tereke hesabı üzerinden sabit tenkis oranı belirlemek gerekir Görüldüğü üzere Yargıtay kararlarına göre de tereke hakkındaki tüm iddialar, mahkemece resmi kayıtlara erişmek suretiyle doğrulanmaktadır.

 

Yazının Devamını Oku