Bilal Çelik

Kadına şiddette meşru müdafaa

8 Mart 2021
Ülkemizde neredeyse her gün kadın cinayetlerine bir yenisi daha eklenmektedir. Toplumumuzun kanayan yarası haline gelen kadın cinayetleri meselesi artık toplumsal bir sorun olarak nitelendirilmektedir.

Kadına yönelik şiddet olaylarına tane tane değil bir bütün olarak değerlendirme yapılarak toplumda bu durumun incelenmesi ve bu incelemeler neticesinde adımlar atılması gerekmektedir.

Kadınlarımıza yönelik şiddetlerde başlıca sığınılan sebepler olarak kıskançlık, ekonomik sebepler, töre, ilişki reddi, aile baskısı vb. durumlar olduğu görülmektedir.

Evde babasının, eşinin, kardeşlerinin veya sevgilisinin şiddetine maruz kalan kadınlarımız bazı durumlarda öldürmeyi son çare olarak görmektedir ve yaşadıkları baskıların sonucunda kendilerine yönelik uygulanan şiddeti bertaraf etmek adına cinayet işleyebildiklerini görmekteyiz.

Tabii ki her olay kendi bünyesinde değerlendirilmelidir ancak özellikle kadına yönelik şiddet durumları sonrasında ortaya çıkabilen bu tür meşru müdafaa niteliği taşıyabilen hadiselerde mahkemelerimizin özenle karar vermesini beklemekteyiz.

Meşru savunma Türk Ceza Kanunumuzun 25.maddesinde düzenlenmiştir. İlgili maddede "Gerek kendisine gerek başkasına ait bir hakka yönelmiş, gerçekleşen veya tekrarı muhakkak olan haksız bir saldırıyı o anda hal ve koşullara göre saldırı ile orantılı biçimde defetmek zorunluluğu ile işlenen fiillerden dolayı faile ceza verilmez." şeklindedir.

Ancak ülkemizde dur durak bilmeyen kadın cinayetlerinin önüne geçilmesi açısından TCK kapsamında yeni ve daha kapsamlı yapılacak özel düzenlenmeler ve yüksek yargı tarafından verilecek emsal kararlar ile kadınlarımızın meşru savunma hakkı daha da genişletilmelidir. Bu konuda gerekli düzenlemelerin ivedilikle en kısa zamanda yapılacağını ve emsal kararların verileceğine inanmaktayım. Kadın cinayetlerinin önüne geçilmesinde bu düzenlemeler oldukça pozitif etki sağlayacaktır ve toplumun adalet inancını kuvvetlendirecektir.

Yazının Devamını Oku

Reddi miras nedir?

3 Mart 2021
Miras, kural olarak miras bırakanın ölümü ile birlikte tamamen yasal mirasçılara intikal etmektedir. Yani mirasın intikali noktasında yasal mirasçıların herhangi bir işlem yapmasına gerek yoktur.

Mirası reddetmek isteyen yasal veya atanmış mirasçılar ayırt etme gücüne sahip ve ergin olmaları kaydı ile kayıtsız ve şartsız olarak taleplerini iletmek suretiyle 3 ay içerisinde mahkemeye yazılı veya sözlü olarak iletmeleri gerekmektedir. Belirtmiş olduğumuz 3 aylık süre miras bırakanın ölümünden itibaren başlar.

Açıklamış olduğum üzere 3 aylık yasal süre içerisinde mirası reddetmeyen mirasçı, mirası kayıtsız şartsız kazanmış olup terekeye dair haklara ve terekeye ilişkin borçlara mirasçı olur.

Ret süresi henüz sona ermeden terekenin olağan yönetimi niteliğinde olmayan işler yapan yahut tereke mallarını gizleyen veya kendisine atfeden mirasçı, mirası kural olarak reddedemez.

Bu doğrultuda zamanaşımı veya hak düşürücü sürelerinin dolmasına engel olmak amacıyla dava açılması ve cebrî icra takibi yapılması, ret hakkını ortadan kaldırmamaktadır.

Şayet miras reddedilirse, reddeden şahıs terekeye dair tüm hak ve borçlardan vazgeçmekte olup mirasçılık sıfatı geçmişe etkili olarak sona ermektedir. Mirası reddeden mirasçı, terekeye dair haklardan yararlanamayacağı gibi borçlardan da sorumlu olmamaktadır.

Kural olarak mirasçı, mirası reddettikten sonra mirasçı kural olarak bu beyanından dönemez. Fakat şu var ki, Borçlar Kanunu’nun genel hükümleri uyarınca yanılma, hile, korkutma gibi sebeplerin birinin bulunması halinde bu mümkündür. Ayrıca mirası reddetmiş olan mirasçı, diğer mirasçıların muvafakatlarını almak kaydıyla bu beyanından dönebilmektedir.

Yazının Devamını Oku

Sanal para ve blok zincir

26 Şubat 2021
Küreselleşmenin sonucunda her ülkeye ait kağıt banknot birimlerinin uluslararası ticarette ve ülke içi ekonomik ve sosyal hayatta bir takım güvensizlikler yaratması nedeniyle ve aynı zamanda gelişmekte olan teknolojinin bir ürünü olarak sanal paraların ortaya çıkmasıyla birlikte finans sektöründe kökten değişiklikler meydana gelmektedir.

Sanal paranın tanımı konusunda bir görüş birliği olmamakla birlikte, hukuk dünyasında en çok kabul edilen iki tanım mevcuttur: Bu tanımlardan ilki Avrupa Merkez Bankası’nın “Herhangi bir merkez bankası, kredi kuruluşu ya da e-para kuruluşu tarafından ihraç edilmemiş ve bazı durumlarda paraya alternatif olarak kullanılabilen varlığın dijital temsili” ifadesidir.

İkinci tanım ise yine Avrupa Merkez Bankası’nın tanımına paralel bir şekilde Avrupa Bankacılık Otoritesi tarafından yapılan tanımdır. Bu yapılan tanımda ise sanal para kavramı “Bir merkez bankası veya kamu otoritesi tarafından ihraç edilmediği halde, gerçek veya tüzel kişiler tarafından değişim aracı olarak kullanılan ve elektronik ortamda transfer edilebilen, saklanabilen, ticareti yapılabilen ve karşılığının olması da şart olmayan değerin dijital temsilidir.” şeklinde tanımlanmıştır.

Tanımlardan da anlaşılacağı üzere sanal para oldukça şeffaf ve kolay ulaşılabilir olması ve herhangi bir ülkenin merkez bankasının kontrolünde bulunmadığından ülkelerin mali ve politik durumlarından etkilenmemesi, aynı zamanda hayatın fiziki şartlarının getirdiği zorlukları en aza indirgemesi sebebiyle kullanıcılarına güven, özgürlük ve kolaylık imkanı sağlamaktadır.

Sanal paralar özünde şifrelenmiş dijital veri oldukları için sanal ortamda kullanıcılar tarafından bu veriler üzerinden herhangi bir merkezi otoriteye ihtiyaç duyulmadan gerçekleştirilen işlemler ve bütün dijital olaylar 1991 yılında geliştirilen blockchain teknolojisi isimli veri tabanı üzerinden sağlanmaktadır. Yani daha net bir şekilde ifade etmek gerekirse blockchain veri tabanı sanal para faaliyetlerinin bir nevi can damarı olmuştur. Blockchain teknolojisinin kullanılmasıyla sanal paralar oluşturulmasından, kullanıcıdan kullanıcıya transfer veya ödeme yapılmasından, akıllı sözleşmeler kurulabilmesine kadar birçok dijital işlem sistemin sağladığı uçtan uca şifrelenmiş ağ yapısı sayesinde siber saldırılara maruz kalınmadan güvenle yapılabilmektedir.

Hukukumuzda sanal paralarla yapılan işlemler için medeni kanunun taşınır eşyalara ilişkin hükümleri kıyasen uygulanmaktadır. Ancak sanal para kavramı üzerinden yapılan işlemler neticesinde ortaya çıkabilecek hukuki sorunların giderilmesi için daha kapsamlı ve detaylı bir yasal düzenlemenin meydana getirilmesi Türk hukukunun gelişen teknolojinin toplumumuza sunduğu imkanlara daha etkin ve modern bir şekilde karşılık vermesi açısından da yerinde olacaktır. Sonuç olarak yaşamımızdaki değişimlerin ve yeniliklerin yeni ve farklı hukuki problemler yaratacak olması ve Türk hukuk sisteminin bu değişim ve yenilenmeye kayıtsız kalması kabul edilemeyecektir.

 

 

Yazının Devamını Oku

Uyuşturucu ve uyarıcı madde kullanımını özendirme

20 Ocak 2021
TCK’da toplumun genel sağlığı ile nesillerin ruh ve beden sağlığının korunması amacıyla düzenlemeler mevcut. İşte uyuşturucuya özendirme kapsamında yer alan Anayasa maddeleri…

Uyuşturucu madde tanımını uluslararası kaynakların ve ülkemiz içtihatlarını da kapsayacak şekilde ele alacak olursak bitkisel ya da sentetik kökeni fark etmeksizin sinir sistemini etkileyerek istek ve ihtiyaçlara kaynak olan kullanım arzusu barındıran, fiziksel veya psikolojik bağımlılığa sebebiyet veren maddelere uyuşturucu madde tanımı yapılır.

Uyuşturucu maddelere ilişkin Türk Ceza Kanununda meydana getirilen düzenlemeler ‘Topluma Karşı Suçlar’ başlığı altında düzenlenmiştir. Uyuşturucu madde kullanımıyla birlikte özendirme suçu da Türk Ceza Kanunu madde 190’da meydana getirilen düzenleme ile birlikte yaptırıma tabi tutulmuştur. Ülkemizin de taraf olduğu 1988 yılında imzalanmış olan Uyuşturucu ve Psikotrop Maddelerin Kaçakçılığına Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi ile de bağlı olduğumuz üzere ‘’Uyuşturucuya Özendirme’’ suç tipi olarak hukukumuzda yer almaya başlamıştır.

Uyuşturucuya özendirme kapsamında Anayasamızda yer alan 58. maddesi dayanak olarak alınarak ilgili düzenlemeler meydana getirilmektedir. Anayasa madde 58’de “Devlet, gençleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddelerden, suçluluk, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan ve cehaletten korumak için gerekli tedbirleri alır.” ibaresi yer almaktadır. Türk Ceza Kanunumuzda da Anayasada yer alan bu ifade ile birlikte başta gençlerin korunması olmak üzere tüm toplum bireylerinin korunması adına düzenleme meydana getirilmiştir.  

TCK’da yer alan düzenleme ile birlikte toplumun genel sağlığı ile nesillerin ruh ve beden sağlığının da korunması amaçlanmıştır.

Uyuşturucuya özendirme suçunun işlenebilmesini kanunumuz fiilin alenen icra edilmiş olmasına bağlamıştır. Aleniyet kavramından kasıt burada kişinin kitlelere duyurması değil bu davranışları göz önünde yapmasıdır. Meydana getirdiği mekan fark etmeksizin belirsiz sayıda kişi failin davranışlarının uyuşturucuya özendirme olarak nitelendirilebilirse burada aleniyetin varlığından söz edilebilir. Bir diğer maddi unsur olan özendirici nitelikte hareket uyuşturucu veya uyarıcı maddeyi kendisinden başka kişilerin kullanmasına veya bu yönde hareketlere özendirme kasıtlı hareketler olarak nitelendirilebilir.

Uyuşturucu maddeye özendirme suçunda mağdur kanunumuzda kişilere indirgenmemiştir. Suçu kamusal bir suç olarak nitelendiren Türk Ceza Kanunumuz suçtan zarar gören yani mağdur olanları da toplumu oluşturan tüm bireyler olarak ifade etmiştir.

Türk Ceza Kanunumuzda uyuşturucu ve uyarıcı maddelerin kullanımına özendirme suçunun yaptırım olarak 5 yıldan 10 yıla kadar hapis cezası ve bin günden on bin güne kadar adli para cezası olarak belirlenmiştir. Ayrıca kanunumuzda bu cezaların mesleklerini kötüye kullanmak suretiyle birden fazla şekilde işlenmesi halinde verilecek olan cezalarda artırıma gidileceği de belirtilmiştir.

Toplum olarak uyuşturucu ve uyarıcı madde kullanımında özendirici davranışlardan uzak durmaya özen göstermeli, uyuşturucu madde kullanımına özendirmelerde bulunan kişilerin yaptırıma tabi tutularak cezalandırılmalarını sağlamalı ve bağımlılıkla mücadele eden kuruluşlara destek olarak elimizden geldiği ölçüde uyuşturucu ile mücadele etmeye gayret göstermeliyiz.

Yazının Devamını Oku

İşe iade davası nedir, şartları nelerdir?

12 Ocak 2021
İş hayatında işverenlerle çalışanların arasında sorunlar meydana gelerek birçok farklı şekilde işten ayrılma veya işten çıkarılma durumu gerçekleşebilmektedir. İşten çıkarılan çalışanların da sebepsiz veya yanlış şekilde işten çıkarılmaları durumunda da işe iade talebinde bulunabilmeleri mümkündür.

Çalışanlarımızın hakları başta İş Kanunu olmak üzere koruma altına alınarak iş hayatında oluşabilecek olumsuzlukların önüne geçilmeye çalışılmıştır.

İş sözleşmesinin geçersiz feshedilmesinin ardından işveren sözleşmenin feshi durumlarında gerçeğe aykırı durumlarda veya neden belirtilmeksizin fesih hallerinde işe iade talebinde bulunulabilir. İşe iade davalarında yasal süreler büyük önem arz etmektedir. Kendisine fesih tebliği ulaşan kişi bu durumu öğrenmesinden itibaren bir ay içinde işe iade talebiyle, İş Mahkemeleri Kanunu hükümleri uyarınca arabulucuya başvuruda bulunmak zorundadır. Yasal sürelerin kaçırılması halinde çalışan kişinin işe iade talebinde bulunabilmesi söz konusu olamayacaktır.

Arabuluculuğa gelen taraflar burada anlaşmaya varamamaları halinde son arabuluculuk tutanağının düzenlendiği tarihten başlayarak iki hafta içinde iş mahkemesinde dava açılabilir. Arabuluculuk faaliyeti sonunda tarafların, işçinin işe başlatılması konusunda anlaşmaları halinde; çalışanın işe başlatma tarihi, ücret ve diğer hakların parasal miktarı, çalışanın işe başlatılmaması durumunda tazminatın parasal miktarını belirlemeleri gereklidir.

Arabulucuya gidilmeden doğrudan doğruya dava açılması halinde ilgili mahkeme usulen red kararı verecektir. Usulden reddedilme kararı da taraflara re’sen yani kendiliğinden tebliğ edilir. Usulden red kararının kesinleşmesiyle birlikte tebliğ alan kişi iki haftalık süre içerisinde arabulucuya başvuruda bulunabilecektir.

Çalışan kişinin yukarıda belirttiğimiz gibi işten çıkarılmaya itiraz ettiği durumlarda, işten çıkarılmanın ispat külfeti çalışana değil işverene ait olacaktır. Çalışan işverenin dayanağını kabul etmiyorsa bu gibi durumlarda feshin başka bir sebebe dayandığını ispat etmekle yükümlü olacaktır.

Çalışan kişinin işe iade talebi mahkeme tarafından ivedilikle karara bağlanması gereken hususlar arasında yer alır. Kesin kararın çalışan lehine verilmesi ile birlikte çalışan işe başlamak adına on gün içerisinde samimi bir başvuruda bulunur. Çalışanın başvurusunun ardından işveren bir aylık süre içerisinde çalışanını işe başlatmaması durumunda çalışana en az dört aylık ve en çok sekiz aylık ücreti tutarında tazminat ödemekle yükümlü tutulacaktır. Tazminat tutarının ne kadar olacağı ilgili mahkeme kararında yer alacaktır.

Çalışan işe başlatılırsa, peşin olarak ödenen bildirim süresine ait ücret ile kıdem tazminatı yapılacak ödemeden mahsup edilir. İşe başlatılmayan çalışana bildirim süresi verilmemiş veya bildirim süresine ait ücret peşin ödenmemişse, bu sürelere ait ücret tutarı ayrıca ödenecektir.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu gibi durumlarda öncelikli olarak arabulucu makamına başvuruda bulunularak çözüm bulunulması istenmeli, tarafların uyuşamaması halinde yasal sürelere özen gösterilerek İş Mahkemelerinde dava yoluna gidilerek yasal hakların korunması sağlanmalıdır.

Yazının Devamını Oku

Apartman sakinleriyle evcil hayvan besleyenler arasında yaşanan uyuşmazlıklar

8 Ocak 2021
Evcil hayvan beslemek eskiden yalnızca bahçesi olan yerlere mahsus bir düşünce iken günümüzde artık minik dostlarımızla bir yaşantı sürdürebilme imkanlarımız mevcuttur. Evcil hayvan beslemenin kanunda yer alan sorumluluklarına riayet edildiği takdirde herhangi bir şekilde sorun teşkil etmeyecektir.

Bir hayvanın bakımının gerektirdiği ihtiyaçları, eğitimleri, yük ve diğer çevreye karşı her türlü sorumlulukları hayvan sahipleri yerine getirmekle mükelleftir. Hayvanları Koruma Kanunda hayvan sahipleri, sahip oldukları hayvanlardan kaynaklanan çevre kirliliğini ve insanlara verilebilecek zarar ve rahatsızlıkları önleyici tedbirleri almakla yükümlü olup; zamanında ve yeterli seviyede tedbir alınmamasından kaynaklanan zararları tazmin etmek zorundadırlar.

Apartman sakinlerinin yaşantılarını sürdürdükleri evde evcil hayvan bakımı yapabilmeleri için öncelikle yönetim planında evcil hayvan beslenip beslenmeyeceğine dair bir hüküm yer almadığına bakılmalıdır. Böyle bir hükmün yer alması durumunda ilgili hüküm gereği evcil hayvan beslenemeyecektir. Ancak üst mahkemelerin bazı kararlarında uyuşmazlık hallerinde hayvanın çevresine rahatsızlık verip vermemesine bakılmaksızın keyfi olarak bir kesimce istenmemesi durumlarında keyfi bir güç doğuracağı belirtilmiştir. Yönetim planında evcil hayvan beslenemez şeklindeki hükmün, hakkın kötüye kullanılması gibi durumlar meydana getirdiği ve bu gibi durumlarda mahkeme tarafından evcil hayvan beslemenin apartmanda rahatsızlık oluşturup oluşturmadığına göre karar verdiği görülmektedir.

Yönetim planlarında evcil hayvan beslenemeyeceğine dair bir hüküm yer almıyorsa bu durumlarda evcil hayvan beslenmesinin önünde bir engel bulunmamaktadır. Bu gibi hallerde ancak evcil hayvanın apartman sakinlerine tehdit teşkil etmesi veya gürültü gibi rahatsızlıklar vermesi durumunda tahliye davasına konu olabilecektir.

Evcil hayvan besleyenlerin apartmanda bağımsız bölümlerini, eklenti niteliğindeki alanları ve ortak kullanım alanı olarak belirtilen yerleri kullanırken temizlik, ses ve buna benzer her türlü kaideye önemle riayet ederek hareket etmeleri gerekmektedir. Evcil hayvan sahibi kişiler bu bölümlerde koku oluşmasına, kirlilik oluşturmamaya, gürültülü hareketlerde bulunmamaya özen gösterdikleri takdirde meydana gelebilecek uyuşmazlıkların da önüne geçilebildiğini görmekteyiz.

Evcil hayvan ile ilgili uyuşmazlıklarda Sulh Hukuk Mahkemesine gidilerek hukuki çözüme kavuşturulabilmesi mümkün olabilecektir.

Yazının Devamını Oku

Hayasızca hareketler (Teşhircilik) suçu

5 Ocak 2021
Türk Ceza Kanunumuzun 225.maddesinde ‘Genel Ahlaka Karşı Suçlar’ başlığı altında düzenlenmiş olan hayasızca hareketler suçu seçimlik hareketler sonucu oluşan bir suç tipidir.

Hayasızca hareketler suçunda Türk Ceza Hukukumuz bireyin cinsel utanma ve tiksinme duygusunu korumak maksadıyla düzenleme meydana getirmiştir.

Türk Ceza Kanunumuz ilgili maddede “Alenen cinsel ilişkide bulunan veya teşhircilik yapan kişi 6 aydan 1 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılacaktır” demektedir. Burada kanun karşı cins vurgusu yapmadığı için cinsel ilişki kapsamına giren her türlü ilişki dahil edilebilecektir. Yani söz konusu cinsel ilişkinin çok sayıda insan tarafından öğrenilmesine, görülmesine, duyulmasına yol açılması aleniyet varlığı için yeterlidir. Alenen cinsel ilişkiye girmek yalnızca halka açık alanlarda yaşanması anlamına gelmemektedir. Arabanın içerisinde cinsel ilişkiye girilmesi, işyerinde veya evde önlem alınmaksızın herkesçe görülebilecek şekilde cinsel ilişkiye girme yollarıyla da TCK 225 kapsamında belirlenen hayasızca hareketler olarak değerlendirme yapılabilir ve yaptırıma tabi tutulabilir.

Hayasızca hareket suçunda verilebilecek bir diğer örnek durumu ise cinsel organını gösterme fiilidir. Bunun dışında çıplak şekilde gezmek, yatmak vb. fiiller de hayasızca hareket suçunu oluştururlar.

Hayasızca hareket suçunun işlenmesi ile birlikte verilecek olan ceza adli para cezasına çevrilebilir. Ancak adli para cezasının ödenmemesi durumunda ceza tekrar hapis cezası şeklinde yaptırıma tabi tutulacaktır.

Hayasızca hareket suçu şikayete tabi olan bir suç tipi değildir. Yani kişilerin şikayeti olmaksızın savcılık bu durumu fark etmesiyle birlikte dosya oluşturacaktır. Ancak kişilerin şikayeti ile bahsettiğimiz bu inceleme daha sağlıklı ve yerinde yapılarak suçu işleyen fail cezalandırılabilecektir.

Hayasızca hareket suçunda görevli mahkeme Asliye Ceza Mahkemeleridir. Açılacak olan dava için ise suçun oluştuğu yerde bulunan Asliye Ceza Mahkemesi yetkili olacaktır.

 

Yazının Devamını Oku

Yabancı uyruklu vatandaşların ülkemizde miras hakları

29 Aralık 2020
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı olan kişiler dışında Türkiye içerisinde mal sahibi olunabilmesi taşınır veya taşınmaz mallara göre farklılık göstermektedir. Birçok kanunumuzda yabancıların ülkemizde özellikle taşınmaz edinmesi ile ilgili düzenleme meydana getirilmiştir. Taşınmazlar bakımından elde etme ve miras bırakma halleri de istisnai haller dışında farklılık bulunmamaktadır. Taşınırlar açısından ise Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında Kanununda Türk hukuku uygulanmaksızın miras bırakan kimsenin vatandaşı olduğu ülke hukuku uygulanacağı belirtilmiştir.

Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Kanunumuz yabancılarla ilgili hukuki işlemler açısından bir çatı kanun hükmündedir. Miras durumları ile ilgili düzenlenen 20.maddede de mirasın ölen kişinin vatandaşı olduğu hukuka bağlı olacaktır. Taşınmazlar açısından ise belirttiğimiz kanunda Türkiye’de bulunan taşınmazlarla alakalı Türk Hukukunun uygulanacağını vurgulamıştır.

Türk Hukukunda da miras, ehil olmayanlar dışındaki herkesin mirasçı olabileceğini belirtmiştir. Aynı zamanda yine ehil olmayanlar haricinde herkesin vasiyet alacaklısı da olabileceği vurgulanmıştır. Yabancı olan kişiler doğrudan mirastan mahrum kalmazlar. Miras bırakan öldüğü anda hayatta olan, ehil olan ve mirastan yoksun bırakma sebepleri dışında kalan herkesin mirasçı olabileceği vurgulanmıştır.

Tapu Kanununda belirtilen taşınmaza sahip olma hükümleri mirasçı olan kişilere de kanuni yorumun dar yorumlanması şeklinde uygulama alanı bulur. Buna göre kanuni sınırlamalara uyulmak kaydıyla, uluslararası ikili ilişkiler yönünden ve ülke menfaatlerinin gerektirdiği hallerde Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen ülkelerin vatandaşı olan yabancı uyruklu gerçek kişiler Türkiye’de taşınmaz ve sınırlı ayni hak edinebilirler.

Yabancılarla ilgili ayni hak elde etme durumlarının kısıtlanabilmesi hükmü Anayasamızda madde 16’da düzenlendiği üzere temel hak ve hürriyetler, yabancılar için, milletlerarası hukuka uygun olarak kanunla sınırlanabilir şeklindedir.

Yabancı gerçek kişilerin haricinde tüzel kişilerin taşınmaz elde etme durumları da elbette kanuni düzenleme ile sınırlandırılmıştır. Buna göre kendi ülkesinde tüzel kişiliğe sahip olan bir tüzel kişiliğin ancak ve ancak özel kanunlarda hüküm getirilmesi durumunda Türkiye’de taşınmaz elde edebileceği vurgulanmıştır. Aksi durumlarda kanuni düzenleme olmaksızın bir tüzel kişiliğin Türkiye’ye gelerek kendi ad ve hesaplarına taşınmaz alabilmesi söz konusu olamayacaktır.

Yabancı ülke vatandaşlarının Türkiye’de bulunan bir taşınmaz ile ilgili miras talebinde bulunması için Türkiye’deki Sulh Hukuk Mahkemelerinden mirasçılık belgelerini alarak haklarını talep etme yoluna gitmeleri gerekmektedir.

Yazının Devamını Oku