Temuçin Tüzecan

Tekne fuarlarında neler oluyor

22 Eylül 2007
Tekne fuarları hayal yolculuklarına çıkmak için idealdir. Kimileri denizdeki küçük adacıklarını arar fuarlarda, kimileri küçücük dünyalarını. İyi fuarlarda her hayale uygun ürün bulabilirsiniz.

Eylül ayı fuar ayıdır Avrupa’da...

İngiltere’nin Southampton fuarı ile Monaco’daki fuarlar birbirinden çok farklı aslında.

Yarın bitecek olan Souhampton daha bir orta sınıf fuarı; orada görünmüş olmanın kimseye yararı yok. Ama hafta içinde kapanan Monaco’daki fuar ’oradaydım’ diyerek görünme çabasındakilerin buluşma yeri. Örneğin bu yıl yine Rus zenginlerin gürültüyle boy göstermesi, milyonlarca Euro alışveriş yapması bekleniyordu Monaco’da.

*

Southampton Fuarı’na birkaç kez gittim. Denizde yapılıyor bir kere. Tekneler marina düzeni sıralanıyor ve isteyen istediği tekneyi biraz sıra beklemeyi göze alıyorsa, gezip inceleyebiliyor. Kimin alıcı, kimin bakıcı olduğunu şıp diye anlayan şirket temsilcileri kimseyi kırmıyor. Ne de olsa, bugün bakan, yarın alabilir.

Bu yıl Southampton’da 31 yeni tekne sergileniyor.

Beneteau yeni tasarımları ile dikkat çeken Oceanis serisinin en küçük modeli 37’yi ilk kez Southampton’da sergiliyor örneğin. Ucuzcu Alman Bavaria’nın 31 ve 33 modelleri ile pahalı Alman Dehler de 34 modelini ilk kez burada gözler önüne çıkartıyor. Küçük teknelerin öne çıkmaya başlaması kaliteli tasarım ile iç hacmi büyük ama kendisi küçük teknelerin yeğlendiğini gösteriyor. Türkiye kıyıları birkaç yıl sonra bu teknelerle dolmaya başlar.

Najad’ın 570’i ve Sweden Yachts’ın 54’ü, "Param da var, zevkim de" diyenlerin yelkenlileri. Bu teknelerle marinada da durulsa, yedi denizler de aşılsa, hem içinde yaşarken, hem de bakarken büyük zevk almamak mümkün değil.

*

Monaco Fuarı ise, dedim ya, bana biraz görgüsüz geliyor. Burada deniz ve denizcilikten çok lüks yaşam ağırlıklı bir pazarlama faaliyeti var.

Motoryatların daima ağırlık taşıdığı bu fuarda sergilenen tekne sayısı 800. 35 metreden büyük tekne modellerinin sayısı geçen yıla göre 2 katına çıkmış.

Megayatlara ve küçük boy teknelere ilginin eş zamanlı olarak artması, sayıları çok artan Rus milyarderlere dönük bir sektörün oluşup geliştiğini ama aynı zamanda özellikle Avrupa’da orta sınıfın alım gücüne uygun ama kötü olmayan küçük teknelerin önemini koruduğunu gösteriyor.

Monaco’daki en büyük tekne 50 metrelik Mangusta 165. En ilginç tekne ise 17.5 milyon Euro’ya satılan Wally 118.

Adını modern yelkenli tekne tasarımları ile duyuran Wally, Monaco’da 50 metrelik bir yelkenli siparişi aldı. Tabii mal sahibinin kim olduğu bilinmiyor. Bu teknenin, süratten ödün vermeden konfor arayan bir müşteri için yapılacağı açıklandı. Bu nedenle de hızının 20 deniz milini bulacağı belirtiliyor.

Müzelik tekne Wally 118

Bu tasarımı ile çok şaşırtan bir tekne.

Dar, sert açılı ve kara camlı; deniz üzerinde yabancı gibi duruyor o nedenle. Deniz dışı bir canlı gibi; umduğumuz organik görüntü yok.

Motor gücü olağanüstü; 16.800 beygir üreten türbinleri su jeti ile 60 deniz mili hız yaptırıyor bu tekneye.

Denize ineli 3 yıl olmasına rağmen, henüz cesaret edip alan olmamış ki, Monaco fuarında sergilendi; etiketi 17.5 milyon Euro.

San Francisco Modern Sanat Müzesi’nde, Hollywood tarafından beslenen şık, sağlıklı, güzel ve zengin görünümün irdelendiği bir mimari ve tasarı sergisinin denizden çıkıp gelmiş tek unsuruydu.

Ferrari’nin test tünelinde modeli denenen, tamamen cam elyafından üretilen Wally 118, bukalemun gibi renk değiştiren özel bir boya ile her açıdan, günün her saatinde farklı bir görünüm veriyor. Görünen rengi koyu yeşil.

İçi ise, fotoğraflara bakılırsa çok modern.

Sonuç olarak, 3 yıldır kimse satın almadığına göre Wally 118 gerçekten cesaret isteyen bir tekne. Ama müzelik bu teknenin Wally’e ilham verdiği benzer bir teknenin, Wally 70’in denize inmesi ile ortaya çıkıyor.

Wally’nin süperyat kavramına getirdiği yorumlar, başta çok yadırganması ama bazı unsurlarının artık benimsenmeye başlanması ile kabullenildi. Zaten dönüşüm ve yenilik bu demek değil mi? İlk olmak ve benimsenilmek.

Motoryat reklamlarının dili

Southampton ve Monaco fuarları nedeniyle uluslararası yelken dergileri sayfalar dolusu reklamla çıktı.

Üşenmedim; hepsine tek tek baktım.

Reklamlar muhtemel alıcılara verdikleri sözleri anlatır.

Tabii Monaco Fuarı ile ilgili özel sayı yayınlayan Boat International’daki reklamlar daha ilginçti.

Örneğin, motoryat üretici Princess, 21 metrelik ’küçük’ teknesini, "Yaşam hızında yolculuk yapın" sloganı ile pazarlıyordu. Aklıma gelen soru şu oldu hemen: Yaşam hızında yolculuk yapılacaksa, denize çıkmanın alemi ne?

Benetti’ye göre, "Benetti mükemmeliyetin esansı" idi. Eski usul pompalı bir esans şişesinin içinde bir motoryat görseli... Çok klasik ve çok sıradan değil mi?

Almanya ve Hollanda’dan markalar tekne özelliklerini ortaya çıkartan reklamlar yayınlarken, Azimut, "Gücü hissedin. Demirliyken bile" diyordu. Yine bir güç gösterisi anlayacağınız.

Paranın gücü ve deniz ilişkisini, biraz da az vergi ödeme çabalarına atıfta bulunarak kurgulayan Fairline 40. yılında, "Bazı varlıklarınızı offshore yapmanın tam zamanı" diyordu.

Hızlı teknelerde, balıkçı Amerikan Nordhavn’ın "Dünyanız ne isterse" slonganı bana en yakın gelen slogandı. Bu tekneler denizci ve pratik teknelerdir. Yükselen Türk yat sanayiinin şirketleri de pazarlamaya önem verdiklerini reklamlarla gösteriyorlardı. Peri Yacht, Kobra Yacht ve Dünya Yacht’da büyük ilanlar yayınlamışlardı.
Yazının Devamını Oku

Önemli olan denizcilik, yelkencilik değil

15 Eylül 2007
Yelkenin bir spor olmanın ötesinde bir yaşam biçimi olduğu gerçeği, geçen hafta burada yer alan yazı ardından bu kez sizler tarafından vurgulandı. Umalım ki, kurguyu ters yaparak gelir sağlayacağını düşünen Türkiye Yelken Federasyonu, atılan yanlış adımlarla gideceği yerin çıkmaz sokak olacağını tez zamanda fark eder.

Kulüp yöneticilerinden ve denizdeki yelkencilerden gelen mesajlara baktığımda, internet üzerindeki tartışma grubundan yapılan tartışmaları okuduğumda herkesin kafasının çok net olduğunu görüyorum; olimpik sınıflarda başarı için yelken yapanlara destek amacıyla yat yarışlarına sponsor olan şirketlere TYF’nin vergi salmasının uygulama zorlukları bir yana, sınırlı olan kaynağı kurutacağı üzerinde bir fikir birliği oluştu. Dahası, alaylı ile mekteplinin, spor yelkencileri ile keyif yelkencilerinin arasını açmaya çalışanlara da bayağı yüksek sesle "hayır" dendi.

*

İnternetteki Yelkenciler Lokali sitesine uzun bir katkı yapan, Erhan Abay 10 metrelik teknesi ile Ege ve Akdeniz’de geziyor. Abay, "Yelkenci mi, denizci mi" başlıklı yazısının bir yerinde, "Naçizane kanımca, ’denizcilik’ üst kavramdır, özünde de denizle yaşayan ’adam gibi adamları’ anlatır. Cinsiyet ayrımı gözetmeksizin ’denizci’ olan herkes bu adam gibi adamlara dahildir. Ben yatçı olma heveslisi değilim, istediğim denizci olarak anılabilmek" diyordu. Yani denize çıkan herkes yelkenci, balıkçı, motorcu herkes denizci olmaya çalışmalı.

Sporla ilgili tüm kuruluşların, kulüplerin, federasyonların uygulamalarının yaygın olarak tartışılması işin doğasında vardır. Yelkende ise tartışmamak sanki işin doğası. Yelken alemi, alem bir kapalı toplum. Bu zamanda bile, sanki birileri kolu kıralım ama yen içinde kalsın, diyor hep. Ama bundan iyice bıkmış olanlar da var.

Gezgin Korsan adlı sanal yat kulübünün kurucularından Áli San örneğin: "İş yerinde, takside, arkadaş ortamında veya köy kahvesinde Malta maçı, seçim sonucu ,Cumhurbaşkanlığı seçimi, demokrasi, Anayasa ya da Nobel ödüllü yazar, ’vatandaş’ tarafından istendiği gibi ve kişilerin mezhebine göre her düzeyde serbest tartışılıyor da; iş yelkene geldiği zaman, ifade yasağı mı var?"

Ya da, önümüzdeki haftalarda, dünyanın tek kadınlararası yat yarışını ikinci kez düzenleyecek olan Turgut Reis Yelken Kulübü’nün Başkanı Meltem Özer.

Özer, "Eğer kulüpler olmasa idi, Federasyon olur muydu. Federasyon kulüpler için vardır. Kulüpler, federasyon için değil herhalde" derken, doğru kurguyu Federasyon’a anımsatıp, soruyor: "Biz şimdiye kadar sponsorluk adına toplu nakit para hiç almadık. Acaba aldığımız yemek, içecek, kupa, tişört, basılı malzeme ve hizmetler gibi aynı katkıların ne kadarını nasıl ve hangi yolla vermemiz gerekmekte?"

Belli ki Federasyon’un zaman geçirmeden büyük bir depo tutması gerekiyor çünkü bildiğim kadarıyla yarışların önemli bölümü ancak aynı destekle yapılabiliyor.

*

Yani birkaç deli ki, bunlar yelken ve denizle ilgili konuları kitle gazetelerinde işleyenler oluyor, bir kuyuya taş attık; 40 akıllı çıkarmaya çalışıyor. İyi ki de çıkarmaya çalışıyorlar.

Áli San, yine Yelkenciler Lokali’nde, "Ülke şartlarında bir yelkenli tekneye sahip olmak ve onu elde tutabilmek zaten imkansızı mümkün kılmaya benziyor. Etrafımda pek çok dostumuzun da tekneleri ne pahasına yüzer tuttuklarını biliyor ve görüyorum. Yarışabilmek için önüme çıkan şartlar maddi ve idari anlamda ağır geliyorsa, ne yapayım, Adalar’a da yelken basmak benim için yine büyük sevinç, büyük lüks" derken, asıl kaynağı küstürmenin yelkende sportif başarıyı nasıl baltalayacağının haberini veriyor.

Tolga Ekrem Pamir ise, yapıcı eleştiri ve önerilere terbiyesiz tepkiler gösterenleri, içimi ısıtan şu sözlerle yanıtlıyor: "Yelkeni aşılamaya ve öğretmeye çalışan yelken kulüplerini ve yelken okullarını rüzgara, yelkenciliği tanıtmaya çalışan, sürekli beyinlere işleyen kuruluş ve yazarları da akıntıya benzetirim. Akıntıyı yaratırsanız, kişi içine dalar; rüzgarı verirsiniz rotasını belirler."

Teşekkürler...

Kartal Belediyesi’nden yelken sertifikası aldılar..

Kartal Belediyesi, deniz ilçesi olmanın gereklerini yerine getiren örnek bir uygulamayı tamamladı.

Marina Dragos Yelken İhtisas Kulübü ile işbirliği içinde ücretsiz yaz spor okullarına katılan yelkenci çocuklar, en küçük spor yelkenlisi olan optimist eğitimlerini tamamladı ve kurs sertifikalarını Belediye Başkanı Arif Dağlar’dan aldı. Yaz ayları boyunca 3’er haftalık sürelerle 4 kez yapılan eğitimlere 8 - 12 yaş grubundan 100’ün üzerinde çocuk katıldı.

Çevresindeki sanayi tesislerinin azalması ile kentsel dönüşüm arayışı içine giren Kartal Belediyesi, kıyılarında kaliteli konut ve İstanbul’da iyiden iyiye gereksinimi duyulan marina yatırımını gerçekleştirmeyi hedeflerken, bölgenin yaşam çekiciliğini artırmayı planlıyor. Bu çalışmalar kapsamında uluslararası mimar Zaha Hadid’in hazırladığı bir projenin bölgede uygulanması hedefleniyor.

Eğitimde kullanılan optimist tekneler, yelkenleri ve can yeleği Marina Dragos Yelken İhtisas Kulübü tarafından sağlandı. Eğitimi profesyonel antrenörler ve güvenlik botu refakatinde verdi. Katılacak çocukların yüzme bilmesi konan tek şarttı.

Eğitimin sonunda denizde can ve mal güvenliğinden başlayıp, rüzgar yönlerine uzanan ve tekne denetimi ile sonuçlanan kapsamlı bir uygulama yapıldı. Denize kıyısı olan tüm ilçe belediyelerinin yelkene bu tür destek vermeleri dileğiyle...
Yazının Devamını Oku

Forma aşkı diye haber mi olur

9 Eylül 2007
Ali Yücesoy: "2 Eylül 2007 tarihli gazetenizin manşetine bakın: Atılma nedeni forma aşkı.

Yazının Devamını Oku

Mega yatlar listesi

8 Eylül 2007
Dünyanın en büyük 100 motoryatının başını Dubai Emiri Şeyh Muhammed Bin Rashid el Maktoum’un yatı Dubai çekiyor. Bayram değil seyran değil, Dubai Emiri’nin gemisi nereden çıktı diye soranlara cevabım, Yacht International Dergisi’nden çıktı olacaktır. Yachts International Dergisi, Temmuz sayısında dünyanın en büyük 100 motoryatını anlatıyor ayrıntıları ile... Tekneler, 160 metreden başlıyor ve küçüle küçüle 61.5 metreye kadar iniyor. Üzülüyorum haliyle küçük teknelerin sahiplerine.

Listenin başındaki Dubai’nin içini, tasarımını ve şatafatını kimse bilmiyor; çünkü fotoğraf çekilmesine hiç izin verilmemiş. Ama anlaşılan 24 kişiye hizmet için tasarlanan bu geminin içine bir denizaltı, bir küçük uçak, bir helikopter sığdırılmış. Ayrıca bir çıkarma gemiciği, Dubai’deki arazi araçlarını, dost turistik bölgelere çıkartıyor. Jetskiler de denizden destek sağlıyor. Sanırım Dubai, deniz kuvvetlerini tek bir gemide birleştiren yeni bir kavramın öncülüğünü yapıyor.

Şaka bir yana, derginin listesinde yer alan gemilere ve sahiplerine bakmak, dünyadaki servet dağılımı değişimine ayna tutuyor.

Hızlı ekonomik gelişmesi ile dikkat çeken Hindistan’dan iki işadamı, Vijay Mallya ve Lakshmi Mittal yeni teslim aldıkları iki mega yat ile ilk 100’e girdiler.

Türkiye’den ise tek bir gemi var; Savarona. 124 metrelik boyuyla 8. sırada. Amerikalı Emily Roebling Cadwalader tarafından Almanya’da Blohm & Voss tersanesinde yaptırılan, ancak Amerikan sularına hiç gitmeyen Savarona’nın ikinci sahibi Mustafa Kemal Atatürk...

Savarona’yı satın alma kararını kimin verdiğini hep merak etmişimdir; zamanının en büyük özel yatı olan bu teknenin o günkü maliyeti, bugünün en büyük yatı Dubai ile benzeşiyorsa Savarona için yapılmış ödeme gerçekten çok büyük olmalı. Dubai’nin tahmini maliyeti ise 300 milyon dolar.

İLK 10

Dubai2003160

Abdul Aziz1984147

Al-Mahroussa1865145.6

Al Salamah1999140

Rising Sun2004138.4

Octopus2003127

HMY Britannia1953125

Savarona1931124

Atlantis II1981116.8

Issham al Baher1973115.8

Yelkende başarı sağlamak için yapılması gerekenler

Türkiye Yelken Federasyonu Başkanı Nazlı İmre ile tanışırız. Geçen yıl, seçilmesinden önce ve sonra birer kez biraraya geldik. Sonra bu yaz başında da bir kez telefon ile görüştük. Yaptığımız yazışmalar da var.

İmre, seçim öncesinde, önceki federasyonu, yelken sporunun asli unsuru olan kulüplere danışmadığı için eleştiriyor ve yeni bir dönem vaat ediyordu. İyi bir kampanya ile özerk Yelken Federasyonu’nun Başkanlığı’na seçildi.

Tüm spor federasyonları gibi Nazlı İmre Federasyonu’nun hedefi de Türkiye’de sorumlusu olduğu spordan bir başarı öyküsü yaratmak. Tabii bu hedefe ulaşmak için önce bir strateji oluşturmak, sonra da oluşturulan stratejinin gereklerini yerine getirmek gerek.

*

Yacht Türkiye Dergisi ile konuşan Başkan İmre, geçen temmuz ayında tüm yelken kulüplerini ayağa kaldıran, yelken eğitimine destek amaçlı salma vergi uygulamasına neden gittiklerini uzun uzun anlatıyor. Anlatırken de, tepki toplayan salma vergi uygulamasını eleştirenlerin kendisine hiçbir şey sormadığını belirtiyor. Eleştirenlerden biriyim; o halde sormayanlardan biri de ben olmalıyım.

Eleştirilerim, İmre’nin söylediklerini okuduktan sonra da sürüyor.

Sponsorların TYF takvimine girecek yarış düzenlemesi için eğitim amaçlı olduğu söylenen bir şerefiye ödemesi, yelkeni geliştirir mi? Hayır. Çok küçük bütçelerle düzenlenen yelken yarışlarının yarattığı gelire bir de TYF’nin ortak olması yelkeni geliştirmez, sponsorları kaçırır.

Bu bir strateji değildir, taktik hiç değildir; olsa olsa atılmış yanlış bir adımdır. Sponsorları kulaklarından para fışkıran ve yelkene yatırım yapmak için birbirini ezen bir grup olarak görmenin neden olduğu bir masabaşı kararıdır.

*

Sponsor demişken... İmre’nin şu cümlesi de ilginç: "Sponsorluğu, kokteyl düzenleyip yemekçiye, kupa yaptırıp promosyoncuya para kazandıran bir müessese olmaktan çıkartıp yarınlara yatırım yapan ve uzun soluklu geri dönüşleri planlayan bir yaklaşım haline getirmeliyiz."

Anlaşılan İmre, Türkiye’de yelkeni geliştirmeyi düşünmenin ötesinde, şirketlerin pazarlama yatırımı faaliyetlerine de bir çekidüzen vermeyi hedefliyor.

Şirketler zaten sponsorluk kararı alırken, yarınlara (kendi yarınlarına) yatırım yapar ve uzun soluklu geri dönüşler (yine kendileri için) planlar. Yelkenin geleceğini planlamak ise Federasyon’un işidir. Bu yaklaşım ile yelkeni geliştirecek kaynak yaratmak imkansızdır denebilir.

İmre’nin kolaylıkla unuttuğu şu gerçeği ne yapalım bir de? Sponsorlar olmasa, eleştirilen kupaların verileceği yelken yarışları, yemekli eğlenceli törenlerde kupaları havaya kaldıracak sporcular da hayli azalır.

Yelkenin geleceğine bakışta da sorun var. "Bugünün centerboard’cusu (olimpik sınıf yelkencisi) yarının yat sahibi ve yat yarışçısıdır" diyor İmre. Hayır öyle değildir.

Marinalarda tekneleri için sıra bekleyenlerden ne kadarı hayatında yelken kulübüne adım atmış, ne kadarı yelkeni ciddi bir eğitim sonucu gençken öğrenmiş gidip bir bakmalı İmre. Yelkenin sporun ötesinde bir yaşam tarzı olduğunu unutuyor. Aslında söylediğinin tam tersi geçerli. Ancak denize ilgi duyan bir aile, çocuğunu yelkene yönlendirir. Piramidin nasıl bir geometrisi olduğunu hepimiz biliyoruz. Tersine çevirince devrilip devrilmeyeceğini denemenin pek anlamı yok. Devrilir...
Yazının Devamını Oku

Hayata çok öfkelenmiş bir yazı

1 Eylül 2007
Bu yazı denize şöyle bir değen, ama hayatın tam içinden geçen bir yazı. Umarım, 3 yıldan sonra deniz dışı bir konuda yazma hakkı kazanmışımdır. 7 - 8 yıldır görmüyordum, konuşmuyordum. Yolumuz pek kesişmezdi, kesişmesi için gerek de yoktu aslında.

Geçen pazartesi akşamı, Google’dan adını arayıp, kurduğu şirketin web sitesinden telefonunu buldum, internet teknolojisi ile ilgili birşeyler soracaktım. Aradım; sesi hiç değişmemişti, biraz konuştuk, cevaplarımı aldım.

Hayatı yaşayamamaktan söz etti. Bu köşedeki yazıları okuduğunu, denize çok özendiğini anlattı. Kendine biraz zaman ayırmak istediğini ama yapacak işleri olduğunu söyledi.

Önümüzdeki hafta buluşmak için sözleştik.

*

Tanışıklığımız 14 yıl önceye gidiyordu. Arkadaş değildik ama. 1993 yılının kasım ayında Kanal D kurulurken ben Haber Müdürü’ydüm, o Bilgi İşlem’in bir elemanı. Geniş şaryolu noter daktilolarından, yeni yeni yaygınlaşmaya başlayan kişisel bilgisayarlara geçişi, sınırlı bir bütçesi olan haber operasyonu için nasıl gerçekleştirebiliriz araştırmaları sırasında tanıştık.

Bilgisayar konusu yaratıcı bir çalışmayla ilan karşılığı halloldu, sıra yazılıma geldi.

Televizyon haberciliğinde kullanılması gereken yazılımın nasıl olması gerektiğini biliyordum ama ithal uygulamalar çok pahalıydı. Ona kullanıcının ihtiyaçlarını ve önyüzün nasıl olması gerektiğini anlattım. Kullanımı yabancı uygulamalardan daha kolay bir programdı kafamdaki. "Ben yazarım" dedi.

Birkaç gün sonra elinde disketlerle geldi, taze bilgisayarıma programı kurdu. "Bu mu" dedi. Buydu. Sonra, gitti geldilerle, programı kapsamlı hale getirdi.

Kanal D’nin maaşlı bir çalışanı, Türkiye’nin ilk televizyon haberciliği programını yazmıştı. Önemli bir yazılım başarısıydı. Bunu, o zaman kim, ne kadar fark etti bilmiyorum.

Bugün seyrettiğiniz Türkçe kanalların büyük çoğunluğunda o program kullanılıyor. Spikerler, kameraya bakarak konuşurken, o programda üretilen metinleri okuyor.

*

Salı akşamı adetim olduğu üzere yatmadan önce Türkiye’de ne olmuş, ne bitmiş diye internet sitelerine bakarken, "Genç televizyoncu öldü" diye sunulan haberi açtım; ölen benim yıllar sonra arayıp konuştuğum Ertan Geyik’ti. Kalp krizi geçirmiş ve ölmüş. 40 ya vardı, ya yoktu.

Ölüme şerbetli olmak zordur. Çocukken çok yakınlarının ölümüne tanık olduysan ve hayatın, bu yıkıcı tanıklıklara rağmen, yanından geçip gittiğini gördüysen benim gibi, belki biraz daha rahat karşılayabilirsin ölümü. En iyi tepkinin, tepkisizlik olduğu anlardır ölümün öğrenildiği anlar. Çok şey hissedildiği ama ne hissedildiğinin bilinmediği anlar.

Ekranın başında arka arkaya o anlar. Süzülüp dökülen yaşlar.

Yakın değildik. İş ahlakına ve bilgisine saygı gösterdiğim, bana abi diyen bir çalışma arkadaşımdı. Web-sitesinde programının tanıtımını yaparken, fikir babası olarak beni gösteriyordu. Böyle yapmayabilirdi ama yapmıştı işte.

Gencecik, işini iyi yapan, dürüst bir adam ölmüştü; o kadar.

*

Denize özendiğine, kendine zaman ayırmak istediğine ilişkin sözleri. Keşke denizden biraz daha söz edebilseydik. İşi büyütmek yerine düzenli maaşı yeğlediği için çok fırsat kaçırdığını anlatmıştı. Dönme dolaptaki küçük fareler gibiyiz işte; yorulunca ölüyoruz.

Hayata şu an çok öfkeliyim anlayacağınız.

Ertan Geyik’in, televizyon seyreden herkese bir yerinden dokunan özgün yazılımı ile hayata vurduğu damganın bilinmesi kuşkusuz gerekliydi. Sütun sütun yazılar nasıl olsa yazılmayacak hakkında.

Geçen pazartesi gecesi onu aramamın asıl nedeni, hayatını kayda geçirmekti belki; kim bilir?

Yelkene nasıl başlarım diyenlere öneriler

Sık sık yelkene nasıl başlayabilirim diye soru gelir. Seçenekler nedir? Nasıl bir tekne olmalı? Nasıl öğrenmeli; okul mu, alay mı? Yani bir sürü soru... Bu sorular aslında evrenseldir. Karmaşık ve korkutucu görünen bir sporun arkasına saklandığı perdeyi aralama çabasıdır. Cevaplar ise farklıdır haliyle... Kimi ülkelerde seçenek çoktur, Türkiye gibi ülkelerde ise pek seçenek yoktur.

Yelken, hem olimpik spor hem de yaşam tarzı olan tek sportif etkinlik. Bu nedenle değişik amaçlarla yelkenle ilgilenmek mümkün; isterseniz ve gençseniz, bir yelken kulübünde olimpik bir spor olarak, olimpik sınıf teknelerde öğrenebilirsiniz. İsterseniz gezi yelkenciliğinin gereklerini, yine bir kulüpte veya yaygınlaşan yelken okullarında ya da deneyimli bir yelkenciden öğrenebilirsiniz.

Yani asıl sorun eğitim değil; son yıllarda eğitim seçenekleri bayağı arttı. Sorun teknede...

Yelken eğitiminin aile değil, bireyler üzerinde odaklanması ivedilikle el atılması gereken bir konu. Yani ailenin tüm üyelerine keyifli bir şekilde yelken yapmalarını sağlayacak temel eğitimin, bir bütün olarak verilmemesinin nedeni sanırım, buna uygun teknelerin ve altyapının Türkiye’de henüz bulunmaması.

Küçük, bir otomobilin arkasında çekilebilecek, kolayca denize indirilebilecek ve diyelim 4 kişilik ailenizle günübirlik gezebileceğiniz ucuz bir tekneniz olsa bile, bu tekneyi etkin kullanmanıza olanak verecek altyapı yok Türkiye’de. Kaldı ki, bu tip teknelerden de bulmak pek mümkün değil. Kalan seçenek; belki de ihtiyaca fazla gelecek küçük bir yat almak; o da pahalı.

Elimde, İngiltere’nin en çok satan yelken dergilerinden Practical Boat Owner var. Eylül sayısı. Kapak konusu: "Yelkene Başlatacak Tekneler... 500 Sterlin’den Başlayan Seçimimiz". Yani milli geliri Türkiye’nin en az 5 katı olan İngiltere’de 1500 YTL’ye tekne alınabiliyor, yelkene başlanabiliyor.

Dergide değişik kategorilerde tam 20 tekne tanıtılıyor. Sığ sular için, nehir seyri için, çift salmalılar, kalkan salmalılar, çok gövdeliler diye bir liste... Dergide önümüzdeki ay da açık deniz seyri için uygun küçük tekneler tanıtılacakmış.

Bizim denizlerimizde gündelik seyir için uygun 4 tekne önerilmiş. Bunlar bir yerden diğerine gitmek için değil, yelken yapmak ve sonunda denize açıldığın noktaya dönmek için tasarlanmış tekneler. Yani bisiklet gibi; amaç ulaşmak değil, keyif almak. İlk bakışta olimpik sınıf teknelerin biraz bülyüğü gibi görünüyorlar ama bir fark ile... Bir aile, anne- baba ve çocuklar binip, aile olmanın ötesinde bir takım olmayı bu teknelerde öğrenebiliyorlar.

Taa 1950’lerden bugüne, hep sevilen Wayfarer ve Hawk 20, "modern", çift direkli Devon Yawl ve Drascombe Lugger ise İngiltere’nin geleneksel ve bölgesel tekneleri.

Örneğin iyi durumda bir ikinci el Wayfarer 500 Sterline alınabiliyor. Birkaç bin Sterline ise hedef büyütmek mümkün.

Türkiye’de bu kadar çok tekne seçeneği yok ne yazık ki...

Sonuç olarak yelkene nasıl başlayabilirim diye soranlara birkaç önerim olabilir:

1. Yelkeni tek başına yapmak, genellikle, keyifli olmayabilir. Aileyi işin içine katmayı deneyin.

2. Aileyi işin içine katmak için yelken kulüpleri ve yelken okullarına aile eğitimi programları konusunda telkinde bulunun.

3. Bunları yaptıysanız gerçekten kararlısınız demektir; o yüzden bir yandan paranızı cebinize koyup, uygun bir tekne arayışına başlayın, bir yandan da fırsat bulduğunuz her yerde, ikinci el tekne ithalatının belli şartlar altında kolaylaştırılması gerektiğini yüksek sesle, gerektiğinde bağırarak söyleyin.

Kolay gelsin...

İDO’dan yelkencilere müjde

İstanbul’un deniz ulaşımını sağlayan İDO, son haftalarda birkaç kez gündeme geldi. Biri bir deniz otobüsünün demirli bir gemiye çarpması nedeniyleydi ve üzerine epey konuşuldu. Diğeri ise Kalamış Koyu’nda yapılan uluslararası bir yelken şampiyonasında deniz otobüslerinin zaman zaman sporcu güvenliğini tehlikeye atan davranışlarıydı ki, bunun üzerinde hiç durulmadı.

İşte bu iki konuyu, İDO Genel Müdürü Ahmet Paksoy ile görüşme imkanı buldum. Hafta içinde bir toplantıda karşılaştığım Paksoy, deniz otobüsü kazası ile ilgili nihai raporun hazırlandığını anlattı. Ben de olayın nedenlerini çok açık bir şekilde ortaya koymanın, şeffaflığın gereği olduğunu belirttim. Ayda on binlerce sefer yapan bir denizcilik işletmesinde aksaklıkların olacağından ama bunların üstünün örtülmemesi gerektiğinden söz ettik.

Deniz otobüsü kaptanlarının yelkenlilerin üzerine gitmesi konusunda ise Paksoy önce biraz savunmadaydı. Benim ise geri çekilmeye niyetim yoktu. Biraz konuştuk ve konuya eğileceği sözünü aldım sonunda.

Bunu İDO’nun yelkencilere verdiği denizci sözü olarak kabul ediyorum. İDO kaptanlarına duyurulur ve anımsatılır: Denizde geçiş hakkı yelkenli teknenindir, sizin gemileriniz büyük dalga kaldırıp, yelkenli tekneleri ve özellikle olimpik sınıf yelkenlileri zora düşürür ve hatta batırır. Bir de nasıl karayollarında meskun bölgelerde hız sınırı varsa, denizde de vardır, olmalıdır.
Yazının Devamını Oku

İki yazarımızın arasında kaldım

26 Ağustos 2007
AHMET Altan ve Rahmi Turan Hürriyet’in 2 yazarı.

Yazının Devamını Oku

Teneke teknemin benzerini nasıl buldum

25 Ağustos 2007
Küçücük tenekeden bir tekneydi. Üstü kırmızı, su altı beyazdı. Suya koyduğumda en küçük bir dalga ile içine su dolar, batar ya da alabora olurdu. Arkasından çıkan iki küçük jeti ve küçücük parmakların sağa-sola kıvırabileceği incecik bir dümeni vardı. İki çocuk parmağının bile zorla girebileceği haznesine, yanan bir mumu koymak, o mumla ağırlaşan tekneyi batırmadan suya indirmek bir dertti.

Mumu yakıp beklerdim. Biraz daha. Sonra, mum alevinin ısıttığı su buharlaşır, buhar arkadaki jetlerden dışarı çıkar ve tekne çarpıp yön değiştireceği leğen duvarına kadar yol alırdı. Dümeni kıvırıp, leğenin dış çeperine paralel daireler çizmesini sağlamak da mümkündü.

Bazen suya indirirken yanlışlıkla yarattığım dalgalara kapılır; şansı yaver giderse batmadan kurtulur, bazen de can sıkan bir cıs sesiyle batarken alevini kaybederdi.

Bu cıs sesinden sonra tekne batmamışsa, atılıp hemen elime almamayı öğrenmiştim; tekne ısınıyordu bir, erimiş mum elime yapışıyordu iki. Teknenin ısınmasından elimi acıttığı için, mumun erimesinden ise işi güçleştirdiği için hoşlanmıyordum. Ama bir yandan da erimiş mumun parmaklarımı incecik bir zar gibi kaplamasını bugün bile sevmemin nedeni, leğen tekneciliği günlerimdir herhalde.

*

Bir kitapçıda geçen gün ne göreyim?

Aynı teneke tekne boyunda, uzaktan kumandalı bir motor. O zamanki çift jet yerine, bunun çift motoru var. Mumu yok, pili var. Dümeni yok, döndürmek için pervanenin ikisini değil, birini çalıştırmak yetiyor. Batmıyor, su geçirmiyor. Sevmediğim renkler: Lacivert, sarı. Olsun. Aldım.

Boy pos aynı gerçi ama... Teneke tekne Marilyn Monroe ise, bu yenisi olsa olsa, Britney Spears.. Bayağı plastik. Olsun suda yüzüyor ya, aynı boyda ya...

Koşa koşa eve gelip, pillerini taktıktan sonra, havuzda yüzdürmeye başladım.

Büyük kızım Ütay uzaktan kumandayı elimden kapmaya çalışırken, simitine Eda Taşpınar kıvamında yüzüstü yapışmış, ayaklarını ördek gibi çırpan sekiz aylık kızım Piraye, etrafında dönüp donan sigara kutusu büyüklüğündeki mavi tekneyi yakalama derdinde.

Piraye, yakaladığı teknenin küçücük pervanelerinden biri aniden dönmeye başlayıp eline çarpınca, fırlattı attı oyuncağımı. Sonra, tekne ile aralarında seviyeli ve uzak bir ilişki başladı.

*

Kadıköy Çarşısı’ndaki şişman oyuncakçıda, ki geçenlerde gördüm, şişman oyuncakçı hálá şişman ve oyuncakçı, o teneke tekneden bolca bulunurdu. Artık yok tabii... Her yer plastik.

Mühürdar Caddesi’nin devamı Kadıköy Çarşısı’dır. Mühürdar’da otururduk. 7 - 8 yaşındayken cebime konan parayla birkaç kez gidip aldığımı hayal meyal anımsıyorum.

Çarşı o zaman hálá çarşıydı. Gençlik Kitabevi, Arnavut ciğerci, manav, haşla haşla pişmeyen kart kuşları satan Rum tavukçu, fıçı fıçı şarapların üst üste yığılı durduğu, Ermeni’nin sirke kokan içki dükkanı... Esmer Tekel birasının kasa ile alındığı günler.

Artık eski Çarşı da yok, teneke tekneler de.

Ne de kızlarım Çarşı’ya yürüyerek gidip kendilerine oyuncak alabilecekler.

İlerliyoruz malûm.

Hayatınıza renk için bu kitabı edinin

Geçenlerde yeni bir kitap aldım. Hayatım değişmedi ama... Çok imrendim doğrusu.

Renkli fotoğrafları, özenli çizimleri ve diliyle okura erişen kitaplarını almasam da bakmaktan kendimi alamadığım İngiliz Dorling Kindersley Yayınevi’nin yelkencilik ile ilgili son kitabı. Adı basit: Yelkencilik. Basit olmayan, önsözünü yazan kişi; Ellen Macarthur.

Macarthur’un önsözde yazdıklarına birazdan geleceğim; ama önce azıcık kitap.

Geçen Mayıs ayında piyasaya çıkan kitap bir el kitabı. Gezi rehberi boyutlarında; sayfaları fotoğraf ve çizim dolu; hani insan kendini sıksa bu fotoğraf ve çizimlere bakarak olimpik yelkenci olur. Şaka, şaka... Ama kitap o kadar güzel.

Yelkenciliğin tarihi ile başlıyor, yelkenin ilke ve teknikleri ile devam ediyor ve profesyonel yarış yelkenciliği ile bitiyor. Tam 10 bölüm.

Teknesi olsun olmasın yelken seven herkesin elinin altında bulunması gereken bir el kitabı; ister teknede, ister başucunda.

Gelelim Ellen MacArthur’un önsözüne...

"Yelken gerçekten herkese birşeyler sunar" diyor MacArthur. "Her beceri ve her katılım düzeyi için uygun bir tekne vardır. İsterseniz gezin. İsterseniz yarışın bu gerçek değişmez. Herkes kendi yolunu bulur. Kimi ağır ağır dünyayı gezer, kiminin yolculuğu daha serttir."

Güney Okyanusu’nda zifiri karanlıkta yarışmayı, "hızlı bir otomobili, arazide ve sağanak yağmur altında farları kapalıyken kullanmaya" benzetiyor efsane yelkenci. Dahası diyor: "Otomobilin ne ön camı, ne de üstü var."

Yelkenin birçok farklı deneyim yaşatabileceğini anlatan MacArthur, ekip çalışması, sorunlar karşısında ve alınan kararların ardında kararlı bir şekilde durmanın yelkenle öğrenilebileceğini belirtiyor.

Dediğim gibi bu kitap, bir başucu kitabı. Elinize alırsanız, hayatınız değişmez herhalde ama hayatınızın daha renkli olacağına eminim.
Yazının Devamını Oku

Anlamak, yanlış anlaşılmak

18 Ağustos 2007
Yaklaşık 3 senedir bu köşe yayımlanıyor. Birkaç hafta dışında aksamadan yaz-kış olabildiğince farklı konuları ele almaya çalıştım. Birkaç hedef var: Deniz sevgisini arttırmak, yelkenciliği desteklemek, Türkiye’de bu alanlarda atılan her türlü olumlu adımı cesaretlendirmek, olumsuz diye nitelediklerime ise yazarak işaret etmek.

Yazı yayımlandıktan sonra okuyanın oluyor. Bu da doğal. Doğal olmayan, okuyanın, yazının bütünlüğünü göze almadan, yazarı "taraflı" ya da "hatıra binaen" yazan biri olarak algılaması ve suçlaması.

Siyasi yazılarda bunu anlarım ama Orsa için bu durumu kabul etmem olanaksız.

Türkiye’nin önemli yat üreticilerinden biri olan Vicem’in patronu olduğunu anladığım Sebahattin Hafızoğlu’nun bana gönderdiği bir mesaj nedeniyle bu kısa notu yazmak zorunda kaldım.

Geçen hafta, Türkiye’de yat üretiminin ne kadar hızlı geliştiğini anlatırken, anılan markalar arasında Vicem’in olmaması, Sadıkoğlu tarafından o yazının, "hatıra binaen" yayımlandığı şeklinde değerlendirilmiş; "hatıra binaen" lafının açılımına girmek istemiyorum, anlamışsınızdır.

Hakkında olumsuz bir şey yazmama imkan olmayan şirketinden söz etmediği için bir gazetedeki yazının sahibini "işi bilmemek", "taraflı olmak" ve "hatıra binaen" yazı yazmakla suçlamak ne denli hakça bilmiyorum. Türkiye’de bu işi yapan şirketlerin tümünü yazmaya kalksak zaten sayfalara sığmaz.

Son söz: Vicem de Türkiye yat sanayiinin önemli şirketlerinden biridir.

Gülsuyu yaşam tarzımızı tehdit eder mi?

Çok zorlamayan bir rüzgarda püfür püfür yelken yaparken, bir şişe bira, ya da bir bardak şarap ya da her neyse çok iyi gider. Bilen bilir. Gerçi ben, seyir sırasında içki içmem ama içenlere de birşey demem haliyle.

İngiltere’de yaklaşık 3 yıllık bir danışma sürecinden sonra, bakanlık hariç ilgili tüm tarafların karşı çıkmasına rağmen gezi teknelerinde içki yasağı getiriliyor. 7 metreden büyük veya en yüksek hızı 7 knotu geçen, profesyonel olmayan tekneleri kullananlarda, 100 mililitre kanda alkol miktarı 80 miligramı geçerse yatçının başı artık derde girecek.

İngiltere’de denizle ilgenen tüm amatörlerin derneği, RYA’nın İcra Kurulu Başkanı, kanuna karşı boynumuz kıldan ince ince olmasına ama teknelerde alkol kullanımının kapsamlı sorunlar yarattığına ilişkin kanıt yok elimizde gibisinden birşeyler diyor.

*

İçki biliyorsunuz bizde hep biraz sorunludur. İçkili tekne kullanmak sorunun çok ama çok küçük bir bölümü. Çok içtikten sonra bünyeyi etkilemesi, yani sarhoşluk anlamında da değil; anladınız tabii. İçkinin hayatımızda olması ya da hiç olmaması konusu. Kimilerimiz için bir varoluş sorunu ve bu sorun denizciliğimizi de etkilemeye başladı.

Geçenlerde, Ulaştırma Bakanı’nın bir gemiyi adet olduğu üzere şampanya patlatarak değil de, gülsuyu şişesi kırarak denize indirmesi mini bir skandal yarattı. Yaşam tarzımıza yeni bir müdahale miydi bu, diye soranlar oldu.

Ki ben, su muhallebisini pudra şekeri ve gülsuyu ile sevenlerdenim. Ve hatta artık çok nadiren yediğim zerdenin de gülsuyu çok olanından haz ederim ama... Anlayacağınız gülsuyuna kategorik bir düşmanlığım yok... Yine de kuşkulanmadım değil.

Eski köye yeni adet mi getiriliyordu yoksa?

Yelkencilik tartışma sitelerinde, yaşam tarzı kaygılarını yansıtan çok yaratıcı, hayali benzer durumlar tartışıldı. Ve iş orada kaldı... mı?

Hayır tabii ki...

*

Soruşturmacı gazeteciliğin getirdiği sorumlulukla soruşturmaya başladım hemen. Tartışma gruplarından birine düşen Sezar Atmaca’nın notundan hareketle, gülsuyunun denizcilik tarihimizdeki yerini anlamaya çalıştım ve gördüm ki, gülsuyu bilebildiğimiz denizcilik tarihimizde var çünkü kapsamlı bir deniz tarihi araştırmacılığımız bu işe gönül vermiş birkaç kişinin çabaları dışında aslında yok.

Şöyle: İngiltere’de yaptırılmış Sultan Osman savaş gemisinin 1914 yılında denize indirilmesi sırasında, zamanın Büyük Britanya nezdindeki Osmanlı Büyükelçisi Tevfik Paşa’nın kızı Naile Hanım’ın gülsuyu şişesi kırdığı biliniyor. Gemi 1. Dünya Savaşı çıkınca, parası ödendiği halde İngilizler’in el koyduğu gemilerden biriydi. Bu, yine Sezar Atmaca’nın notu.

Daha yakınlarda ise, 31 Ağustos 1970’de denize inen Masal teknesinin uskuruna da su değmeden önce gülsuyu sürülmüş.

Tabii bu gelenek ilk ne zaman başlamış tam olarak bilmiyoruz. Örneğin Barbaros Hayreddin’in kadırgaları denize inerken ne yapılırmış, belli değil.

Batılılaşma ile gelenek taklidi ve eğer yoksa onlarınkine denk gelenek yaratma eğilimi de doğduğu için belli ki, şampanyaya denk bir sıvı bulmak istemiş Osmanlı atalarımız ve çok değerli olan gülyağından yapılma gülsuyunu uygun görmüşler.

Onların bağcılığı varsa, bizim de gülcülüğümüz var ne de olsa...
Yazının Devamını Oku