Uzun ve disiplinli bir öğrenme, keşfetme, pişme süreciyle birlikte yeni bir sanatçı doğar. Bu bilinen hikâyedir ama biraz eksiktir. Bazı sanatsal süreçlerin ardında daha matematiksel, gizemli ve sanatı mükemmele yaklaştıran evrensel bir kural vardır: Altın Oran…
Sanat icra ederken, kendi sanatının dışında evrensel sanatlar üzerinde de düşünen biri olmaya çalıştım hep. Örneğin Altın Oran ve sanat ilişkisi her zaman ilgimi çekmiştir. Matematikten felsefeye, fizikten edebiyata kadar pek çok alanda kendine yer edinen, sanatta ise genellikle mimari, heykel, resim hatta müzikle bağdaştırılan bu müthiş fenomen, bale ve dansta da mükemmeli yakalamak için biz sanatçılara ışık tutar.
Detaya girmeden önce bu kavramı bendeki yansımasıyla aktarmak isterim.
Altın Oran’ın birçok ismi var. Kimi ona altın kesit der, kimi altın sayı, kimi de ilahî oran. Bir doğru iki parçaya bölündüğünde, küçük ve büyük parçanın birbirine ve tüm doğruya oranıyla elde edilen; 1,618033… şeklinde uzayıp giden bu rakam, yakalanabilecek en mükemmel uyumun geometrik oranı olarak kabul ediliyor. Kısacası gözümüze estetik ve güzel görünen her şeyde gizli olan o muazzam dengenin formülü bu.
“Her şey” demek fazla genelleme yapıldığını düşündürtebilir ama bu oran doğada ve insan bedeninde bile tespit edilmiş bir fenomen.
Uzayın derin boşluğu, güneş sistemi, okyanusların sonsuz maviliği altın oranı ifşa eden birçok örnekle dolu. Bir kar tanesinin kristalinden, ayçiçeği ve çam kozalağının tanelerinin birbirine oranından tutun da deniz kabuğunun spiral yapısı ve papağanların gagalarına dek doğanın altın oranına şahit olmak mümkün. Bir örümcek türü olan Eperia’nın ağını daima altın orana uygun örmesi de hayranlık uyandırıcı. İnsan vücudunda çeşitli uzuvlarımızın birbirine oranının uyumu da son derece şaşırtıcı. Başparmak hariç, parmaklarınızın tam boyunun ilk iki boğuma oranı örneklerden sadece biri. Ağız, burun, göz vs oranlarıyla aynı uyum insan yüzünde de tespit edilmiş. Hatta tüm yaşamımızın programlandığı DNA molekülünün temelinde de altın oran bulunuyor.
Antik Mısırlılar ve Yunanlılar bu fenomene vakıflar. Mısır piramitleri ve Parthenon tapınağının mimarileri altın oranın çağlar öncesindeki imzalarıdır bir anlamda. Yüzyıllar sonra inşa edilen Süleymaniye ve Selimiye Camilerinin minarelerindeki altın oranın mükemmelliği Mimar Sinan’ın başarısının kilididir belki. Bu estetik gelenek, antik dönem heykellerinde de yaygındır. Zeus ve Hermes heykelleri bu oranın kullanıldığı eserlerin en bilinenlerinden…
Türkiye’de sanat eğitim kurumlarının amiral gemisi Ankara Devlet Konservatuvarının efsanevi Bale Bölümü yöneticisi değerli hocam İnci Kurşunlu’nun sanat yaşamını anlatacağı bir kitabı yazmasını özlemle beklemiştim. Bir dönem Türkiye’mizin en önemli bale sanatçılarının yetişmesinde sınırsız katkıları olan Profesör İnci Kurşunlu’nun kitabını derin bir merak ve zevkle okudum.
Kitabı elime aldığım andan itibaren onun yön verici etkili ses tonu âdeta kulağımda yankılandı. Eski anıları canlandırdı. Unuttuğum detayları yeniden görmemi sağladı.
İnci Hocamız kitabında, kendisinde iz bırakmış kimi konuları ve anıları fotoğraflarla da destekleyip kayda almış. Dünya bale sanatına öncülük etmiş isimlere, gerek Konservatuvar gerekse Devlet Balesi'nde gözlemlediği kimi sorunlara değinmiş.
'Kırmızı Patikler' Türk balesinin başlangıç günlerine ışık tutacağı inancıyla yazılmış bir kitap.
Alexandre Dumas’nın değerli eseri ‘Üç Silahşor” adıyla ve Armağan Davran ve Volkan Ersoy’un koreografisiyle İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde sahnelendi. İki ayrı koreograf olarak aynı eserin üretiminde bulundular. ‘Üç Silahşor’ bu iki koreografımızın bir araya gelerek oluşturdukları tek eser değil. 2011’de ‘Notre Dame’ın Kamburu’, ‘Uyuyan Güzel’, 2012’de ‘V. Murad’, 2014’te ‘Piri Reis’, 2015’te ‘Ateş Kuşu’, ‘Danzon’, ‘Kuğu Gölü’, 2016’da ‘Romeo Juliet’ ve ‘Dört Mevsim’ adlı eserleri yine ikisi hazırladılar.
BİRLİKTE YARATMAK
Eserleri çift koreograf olarak hazırlamak çeşitli komplikasyonları da beraberinde getirebilir. Kolaylıklarından çok zorlukları olabilir. Fikir çatışmaları yaşanabilir.
Çocuk yaşlardan itibaren seyirci alkışıyla tanışmış, bale eğitim stüdyolarında büyük aynalarda kendilerini seyrederek yıllarını geçirmiş ve en önemlisi böylesine ayrıcalıklı bir sanatı yapabilme olanağına kavuşmuş sanatçıların birlikte yaratım sürecinde çalışmaları göründüğü kadar kolay değildir. Mesleğimizin bize kattığı tecrübe ve bugün bulmakta zorluk çektiğimiz tevazu bir araya gelebilirse ancak böylesine başarılı işler ortaya çıkabilir.
BU ESERLER DAHA BÜYÜK SAHNELERİ HAK EDİYOR
Opera dünyasına çok sayıda eser kazandıran
Bir organımızın normalden az işlev görmesi ya da hiç görev yapamaması durumunda diğer duyularımızın aşırı geliştiği bilinen bir gerçek. Genelde “engel” olarak tanımlansa da bu “durum”u en güçlü noktalarından biri olarak görüp üretkenliğe dönüştürebilen özel insanlarla dolu hayat. Bu insanlar birçok alanda aktifler ancak yarının “Dünya Engelliler Günü” olması vesilesiyle evrensel sanata katkı sağlayan birkaçına değinmek istiyorum.
“BU ÇOCUĞA İYİ BAKIN, BİR GÜN TÜM DÜNYA ONU TANIYACAK"
Engelli oldukları için toplumsal alanın dışına itilmiş, ötekileştirilmiş, bazen de suiistimal edilmiş olan bazı insanların öğrenilmiş çaresizlik girdabına karşı durarak üretken bireylere dönüşmesi beni hep büyülemiştir. Örneğin Beethoven.
Mozart’ın “Bu çocuğa iyi bakın, bir gün tüm dünya onu tanıyacak" dediği, gelmiş geçmiş en önemli Klasik Batı Müziği bestecilerinden olan bu dâhi müzisyen, 20’li yaşlarında başlayan işitme kaybı nedeniyle birkaç yıl içinde tamamıyla duyamaz hale gelmiş. Sonradan engelli olmasının verdiği afallatıcı süreci o da yaşamış. Çevresiyle konuşma defterleri aracılığıyla iletişim kurabilmiş. Ancak bu durum üretkenliğine asla ket vurmamış olacak ki, alamet-i farikası olan 9.senfonisini sanat tarihine armağan etmiş. Hatta Avrupa Birliği bu besteyi milli marş olarak benimsemiş.
MÜZİĞİ BEDENİYLE DUYMAK
“Beethoven bir istisnadır, duyamayan bir müzisyen müzik yapamaz” diye düşünmek çok büyük bir yanılgı. Zira kısa bir araştırmayla bile müthiş yetenekler olduğunu keşfediyor insan.
Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü Murat Karahan'ın 'proje yaratıcısı ve sanat yönetmeni' olduğu 'Troya' operası, 3500 kişilik Congresium Sahnesinde yaklaşık 300 sanatçıyla seyirci ile buluştu.
Bujor Hoinic'in bestelediği 'Epik Opera', kalabalık bir koro, güçlü bale topluluğu, orkestrası ve önemli sesleriyle son zamanların en çarpıcı 'Sahne Gösterisi' niteliğinde.
Hektor ve Aşil rollerine baleden ben ve İlhan Durgut, Paris ve Helen rollerine ise operadan Genel Müdürümüz Murat Karahan ve Seda Aracı Ayazlı hayat verdi.
Her anı dolu olan Troya'da Agamemnon'u Şafak Güç, Priam'ı Zafer Erdaş canlandırdı. Homeros ise Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Mustafa Kurt.
Daha önce rol aldığım topluluklarda opera ve balenin iç içe geçtiği, ana karakterlerin iki ayrı branş tarafından temsil edildiği bir çalışmanın içinde bulunmamıştım.
İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı bünyesinde, 2006 yılında, Vecihi Ofluoğlu tarafından kurulan Pantomim Sanat Dalı Bölümü kapatıldı. Kapatıldı diyorum ama esasen rektörlüğün onay vermiş olmasına rağmen, Bölüm kurucusu Ofluoğlu’nun haberi dahi olmaksızın, konservatuar yönetimi bir dahaki sene Pantomim bölümüne kontenjan açmayacağını belirtti. Yani “fevkalade nazik” bir biçimde bölüm kapatıldı.
Konservatuvar yönetiminin aldığı kararın ardından istifa eden Ofluoğlu, okul yönetiminin bölümlerine cübbe ve kep vermeyi de uygun görmediğini üzülerek öğrendiğini ve sanatçıların her şeye çözüm bulacağını vurgulayarak, cübbe ve kepleri betimlediği bir Pantomim gösterisiyle öğrencilerini mezun etti.
Dünyanın en eski sanatlarından Pantomim, ifade özgürlüğüne yapılan baskıya tepki olarak doğdu. Antik Yunanda krallar kendilerini eleştiren sözlü tiyatro oyunlarını yasakladıklarında işaret ve hareketlerle daha güçlü şekilde eleştirilecekleri, son derece evrensel bir sanatın doğumuna vesile olmuşlardı.
Tiyatroyu olduğu kadar sinemayı da beslemiş bu sanat. Pantomimin olmadığı bir dünya örneğin Charlie Chaplin’siz bir sinema tarihi demektir. Ülkemizin ilk ve tek pantomim bölümünün kapatılmasına bu açıdan bakabiliriz.
İşte bu sıkışmışlık halini tersine çeviren, hissedilen zamanı yavaşlatıp insana nefes aldıran bir olgu var: Cittaslow yani Yavaş/Sakin Şehirler. Yavaşlığın sembolü salyangozu kendine logo edinen bu felsefe bize usulca şunu söylüyor: Zamanın tadına varmak için sakinleş, yavaşla ve tadını çıkar!
Doğayla kucaklaşan, adımlarını yağmurun adımlarına uyduran insanların yaşadığı, hayatın tadına varılan yerler hayal ürünü gibi olsa da Cittaslow unvanını alabilen şehirler gerçekten var.
Cittaslow; “yaşam; yaşamaktan zevk alınacak bir hızda yaşanmalı” felsefesine dayanıyor. Tadına varılacak anları fark edebilmek için bir nevi zamanı yavaşlatma da diyebiliriz.
Cittaslow, 1999 yılında İtalya’da başlamış bir hareket. İtalyanca “citta (şehir)” ve İngilizce “slow (yavaş)” kelimelerinden türetilmiş ve “Yavaş/Sakin Şehir” anlamına geliyor.
Manifestoları ise iç açıcı: “Bunlar; eski zamanlara meraklı insanları, zengin tiyatroları, meydanları, kafeleri, atölyeleri, restoranları ve ruhani yerleri, bozulmamış manzaraları, sevimli zanaatkârları olan şehirler. İnsanların hâlâ mevsimlerin yavaş seyrini fark edebileceği, hakiki ürünlerin tadına varabildiği ve kendine özgü gelenekleri olan yerler…”
Bir başka tanım ise şöyle: “İnsanların birbirleriyle iletişim kurabilecekleri, sosyalleşebilecekleri, kendine yeten, sürdürülebilir, el sanatlarına, doğasına, gelenek ve göreneklerine sahip çıkan, alt yapı sorunları olmayan, yenilenebilir enerji kaynakları kullanan, teknolojinin kolaylıklarından yararlanan kentlerin gerçekçi bir alternatif olacağı hedefiyle yola çıkmış bir oluşum.”
Bir nevi ütopya...
İşini aşkla yapanlar tarafından eğitildim. Bu yaklaşım bana meslek hayatım boyunca ışık tuttu ve bu ruhu dansıma yansıttım.
Şimdi de sanatsever çocuklar yetiştirmek için aynı ruhu yansıtan bir ekiple çalışıyorum. Bir aydır devam eden bale, dans ve müzik bölümlerimizin gösteri serisinde şunu yeniden fark ettim: Sanat eğitimi çocuklarımıza müthiş bir disiplin ve estetik katmış çünkü işini aşkla yapan bir ekip tarafından çalıştırılıyorlar.
Minik kalplerimiz sahneye çıktıklarında artık kendilerini bale sanatçısı, dansçı ya da müzisyen olarak hissediyorlar. Biliyorlar ki koreografi ya da nota öğrenmek yeterli değil; eserin içine girip sahneyi doldurmak için parmak uçlarına doğru noktada çıkıyorlar, senkronu korurken yüzlerindeki o kocaman gülümsemeyi kaybetmiyorlar.
Bu biraz da öğrenilen bir yeti. İşini severek, aşkla yapan eğitmenlerin yansıması bu.
Gösteri döneminin tüm yoğun duygularını ve stresini yaşayan o eğitmenlerimizden birinin, Ece öğretmenin bu ruhu yansıtan bir yazısını paylaşmak istedim.