Serdar Turgut

Şu yazarlık denilen iş

1 Eylül 2002
YEDİ yıl kadar önce gazetede düzenli olarak yazmaya başladığım ilk günleri düşündüm geçenlerde.<br> Arşivlere giderek eskiden yazmış olduğum yazılara bir baktım, derleme yaptığım kitaplara bir göz attım.

Açıkça söylemek gerekirse eskiden yazmış olduğum yazıların neredeyse tek bir tanesini bile beğenmedim.

Şimdi olsa, o zamanlar ele aldığım bazı konulara belki hiç giremezdim. Konuya girsem bile yazıyı öyle yazmazdım.

Üslubumu da beğenmedim, cümle yapılarımı da, yazıların kurgusunu da açıkçası.

*

Gayet tabii ki her meslekte olduğu gibi yazı işinde de insan yıllar geçtikçe daha bir pişmeye başlıyor.

Dolayısıyla belki de ilk yazıları beğenmememden daha doğal bir şey de yoktur.

Ancak ben o zamanlar da bazı şeylerin tam istediğim gibi gitmediğinin farkındaydım.

Benden yazar olarak beklenenler vardı, benim yapmak istediklerim farklıydı. Üstelik her ikisine de net bir tanım getirilememişti ve yanlış yapa yapa öğrenmekten başka çare de yoktu.

O yüzden kafa göz yara yara başladık işe.

Kafamda tek belirlediğim hedef, sıradan olmamaktı. Ortalamayı yakalamayı hiçbir zaman düşünmedim.

Siyaset yazmak da bana kolay geliyordu açıkçası, kolay geleni yapmakla da işi bitirmek istemiyordum.

Onun için ilk başlarda hep zor konular seçtim kendime.

Yazı yazanı bıçak sırtında yürütecek konulardı bunlar. Kaleminiz iyi olduğunda insanları belki gülümsetmeyi başarabilirdiniz o tür konularda ama bir de yazıda saçmalamaya başlarsanız bir anda uçuruma yuvarlanacağınız da kesindi.

Onun için çoğu sabah gazeteye gelecek tepkileri de endişeyle beklediğim olmuştur.

*

Bir şeyler arıyordum ama bunu bulmam uzun sürecekti, bu kesindi.

Önemli olan, gidilecek yolda yapılan yanlışların doğrulardan çok daha az olmasını sağlamaktı.

Sıkı durmak, eleştirilere dayanmak ve soluğu uzun tutmak gerekiyordu.

Ve bu yoldaki en büyük dopingi, bir gün hiç ummadığım anda bana tamamen yabancı olan bir insandan aldım.

Yaza yaklaştığımız günlerden bir tanesiydi. Pazardı.

Fena halde yağmur yağıyordu. Rana ile Heybeliada'ya gitmeye karar verdik.

İkimizin de çok sevdiği, içimizi huzurla dolduran bir yerdir Ada.

Hava da serinlemişti ama aldırmadık, vapur iskeleye yanaşır yanaşmaz gazetelerimizi aldık ve üstü kapalı bir kahve bahçesine oturup çaylarımızı içmeye başladık. Biraz ötede bir yaşlı bayan oturuyordu. Suratını tamamen net olarak hatırlıyorum.

Keşke gidip de sohbet etseydim diye yıllardır da düşünmüşümdür, pişmanlık duymuşumdur bunu o gün yapmadığımdan dolayı.

Baktım, benim yazının bulunduğu sayfayı açıyor.

İçim buruldu. Kalbim tekledi.

Üstelik o gün de bayağı uçuk bir yazı yazmışım; bıçak sırtında durduğum günlerden bir tanesiydi yani.

Heyecanla onu izlemeye başladım.

Bayan bir yandan sigarasını içiyor, bir yandan çayını yudumluyor, bir yandan da yazıyı okuyordu.

Ve işte bir anda bana bu işe devam etme cesaretini veren şey oldu.

Yaşlı bayan ilk önce bir gülümsedi, sonra kahkahayla güldü, keyifle sigarasından çekti ve okumaya devam etti.

Nihayet olmuştu işte. Artık korkacak bir şey yoktu, olsa bile üstesinden gelebilecektim büyük ihtimalle.

İsmini bilmediğim, yanına yaklaşıp konuşmadığım için de hálá üzüntü duymakta olduğum o okuyucuma çok şey borçluyum.

Hálá yazma işinde öğrenci gibi görüyorum kendimi, ama bana kalıcı olmaya çalışma gücünü, o gün, o anda, o gülücük verdi işte.
Yazının Devamını Oku

Acaba bu bir işaret mi?

30 Ağustos 2002
<B>ASLINDA </B>gün son derece normal başlamıştı.<br> Bilgisayarın başına oturduğumda kendimi formda hissediyordum.

Sosyolojik duyarlılıklarım had safhadaydı.

Benim bile entelektüel derinliğim olabileceğini gösterecek bir yazı yazmaya başlamak üzereydim.

‘‘Aydın’’ olduğumu, dolayısıyla da ‘‘görevlerim’’ olduğunu düşünüyordum.

‘‘Paradigma’’ ‘‘üst yapısal dinamikler’’, ‘‘iktisadi süreçlerin belirleyiciliği’’, ‘‘ahlak’’, ‘‘siyasal İslam ve modernizm’’ türünde birkaç kavramı not aldım.

Yazı daha ortaya çıkmamıştı ama sonuçta yazımda bu tür kavramlar bir şekilde yer aldığı takdirde ciddi bir düşünce adamı imajı yaratacağım da kesindi.

* * *

Sonra yazacağım konunun ana hatlarını kafamda oluşturmaya başladım.

Bence eğer Türkiye nihai analizde (ki bu da entelektüel bir kavramdı) atıf noktası İslam olan bir partinin iktidarı ile yüzleşecekse, bu olasılığın var oluşu nedeniyle cumhuriyet tarihinin ilk günlerinden bu yana yaşanmakta olan toplumsal stresini üzerinden atacaksa, bunun en uygun zamanı şimdiydi.

AKP toplumdaki gerçeklikleri görmüş, geçmişte yaşananlardan ders almış, zaten var olan stresleri daha fazla artırmak için değil bunları ortadan kaldırmak için çalışacağını açıklamıştı.

Öte yandan dipten süren ekonomik kriz olasılığı da bu partinin iktidara geldiğinde radikal olabilmesi imkánlarını kısıtlıyordu; çünkü alınması gereken tedbirler belliydi ve dış destek olunmadan başarılı olunması imkánı yoktu.

Dış desteğin gelme şartı da iktidar partisinin ılımlı olmasına bağlıydı.

Türkiye'nin, cumhuriyet tarihinin en önemli kamburunu oluşturan nihai atıf noktası İslam olan bir partinin iktidarını yaşayarak bu korkunç stresten kurtulabilmesinin en uygun zamanı buydu.

Ayrıca uluslararası konjonktür de bu partinin iktidarına uygundu; çünkü dünyanın her tarafında örnek gösterebileceği modern bir İslami parti iktidarı aramakta olan Batı áleminin gözü Türkiye'de olacaktı, AKP iktidara gelirse.

Ve demokrasiye, insan haklarına, modernizme eklemlenmiş (havam böyleyken en çok sevdiğim kavram da budur) bir AKP iktidarı, Batı'nın da büyük desteğini alabilirdi.

CHP iktidarı ise toplumda var olan sosyal stresleri yine çözümsüz bırakacaktı; çünkü bu partinin tarihinden gelen içgüdüsü sonucunda bu sorunları dondurma amacı yine ön plana çıkacaktı.

Ve CHP iktidarı, sonuçta Türkiye'nin bir gün mutlaka karşı karşıya kalacağı nihai atıf noktası İslam olan partinin iktidarı olasılığını sadece ertelemeye yarayacaktı.

Bu ertelemenin ise daha iyi olacağı söylenemezdi; çünkü ertelemenin sonucundaki tarihte koşulların ne olacağı, o zamanki şartların bugünkü gibi olası bir AKP iktidarını kontrol altında tutmaya uygun olup olmayacağı belirsizdi.

Bütün bu nedenlerden dolayı, eğer seçim olursa stratejik nedenlerden dolayı nasıl oy vereceğimi de açıklamaya kararlıydım yazımın sonunda.

* * *

Kafamda yazının ana hatlarını oluşturduktan sonra yazmaya oturdum.

İşte o anda bebiş yine bağırmaya başladı.

Altının değiştirilmesi zamanı gelmiş.

Maalesef yaşamın sorunlarının ortak çözülmesi gerektiğine inanan ailelerden bir tanesiyiz biz.

Yaşamın sorunlarının çözümünün ortak yaklaşım gerektiği kanısında olmayan aile birimlerinde, erkeklerin çok daha mutlu oldukları kesindir.

Ben ise sürekli çalışmak zorundayım gün içinde.

Neyse, açtık altını oğlanın ve altını silerken dikkatli olayım derken biraz fazla yaklaşmışım.

Birden işemeye başladı suratıma.

Sonradan kitaplardan okudum ki, bu erkek babalarının başına sıkça gelen bir olaymış, o kadar vahim bir şey değilmiş.

Beklenmedik anda böyle bir şeye maruz kalınca insan, bir anda yaşama bakışı değişebiliyor sevgili okurlar.

Yoksa bebek bana bir uyarı mı yapıyordu, neydi?

‘‘Benim geleceğim söz konusu, başlarım senin teorine’’ mi diyordu yoksa böyle davranarak?

Bilmiyorum, bilemiyorum.

Bildiğim tek şey şu:

Suratıma işenince teorim üzerinde biraz daha düşünme kararını aldım ve oyumu nasıl atacağımı teorik gerekçeleriyle açıklama işini başka bir zamana bıraktım.

Rana'ya bakarsanız, oğlanın bu konudaki tavrı netmiş; dolayısıyla artık bu konuda düşünme işini tamamen bırakmalıymışım. Teorik doğrular peşinde koşmak yerine biraz da pratik düşünmeye başlayarak doğal konumuma dönmeliymişim.

Üzerimde çok baskı yapıyorlar anne oğul ya!
Yazının Devamını Oku

Amcanız sizi koklasın gulüm!

29 Ağustos 2002
<B>SİZE </B>kurban olduğunu bildiğiniz amcanızın posta kutusu yine mektupla doldu.<br> Son zamanlarda gelen mektupların hemen hepsi de siyasetle ilgili.

Çocuklar bilmelisiniz ki Serdar Amcanız siyasetten pek hoşlanmaz. O daha çok halkın gerçek sorunlarıyla, örneğin fazla masturbasyon insanı kör eder mi, evlendiğim kız bakire çıkmadı ne yapmalıyım ve evlendiğim kız bakire çıktı ne yapmalıyım gibi çok daha can yakıcı sorunlarla uğraşmak ve bunlara cevap vermekten daha fazla hoşlanır.

Ama siz çocuklarım, amcanızın siyasetle ilgili fikir bildirmesini isterseniz bilin ki onu da yaparım.

Çünkü ben sizin için varım, sizler benim velinimetimsiniz.

Güllerim benim, hepinizi tek tek koklamak istiyorum, yesin amcanız sizi, yesin de bitirsin inşallah!

Gelelim sorulara ve cevaplara, gelelim ki posta kutumuz azıcık boşalsın.

* * *

Rumuz: Talihsiz

Soru: Serdar Amcacığım. Türk siyasetinde çeşitli insanlara çeşitli lakaplar takılmıştır. Sence aldığı lakap açısından en şanssız, en yanlış anlaşılmaya açık olan insan kimdir?

Cevap: Canım Talihsiz. Önceki gün bir yazıda DYP'li bir milletvekilinin ‘‘Tansu Çiller'in Kara Kutusu’’ olarak bilinmekte olduğunu gördüm. Talihsiz kardeşim bu lakap, sadece Türkiye değil dünya siyaset tarihinde bir siyasetçiye takılmış en talihsiz, en yanlış anlamaya açık ve mizah yazısı konusu olmaya en uygun lakaptır. Meseleye tersinden bakarsanız Tansu Çiller'in kara kutusunun ‘‘Nevzat’’ diye adlandırılması da başlı başına komik bir olaydır. Bu yöndeki haberleri okumadan önce bana ‘‘Serdar Amca, sence Tansu Çiller'in kara kutusunun adı nedir’’ diye sorsalardı, açıkça söyleyeyim, Nevzat dışında her türlü isim aklıma gelirdi ama tabii şimdi artık gerçeği öğrenmiş durumdayım.

* * *

Rumuz: Hüsam

Soru: Sayın Serdar Amca. Sence Hüsamettin Özkan, Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz arasındaki ortak özellik nedir.

Cevap: Hay sülalesine ne yaptığımın Hüsam'ı be; bu ne biçim soru lan. Neyse cevap vermeye çalışayım. Bu üçü arasında ortak özellik şudur: Bunlardan bir tanesi hiç konuşmadan bir şey söylememekte, diğer ikisi ise sürekli, hiç ara vermeden konuşmalarına rağmen hiçbir şey söylememektedirler. Konuşmalarındaki hiçlik onların ortak özelliğidir.

* * *

Rumuz: Bebekler

Soru: Serdar Amca. Geçmişte sürekli olarak bebekler aleyhine yazı yazdın. Son zamanlarda bu konudaki fikrin değişti mi?

Cevap: Arkadaşım Bebekler. Haklısın, geçmişte bebeklerin sadece rahatsızlık veren insan birimleri olduklarını, saldırgan olduklarını, insana uykusuzluk ve yorgunluk vermekten başka bir işe yaramadıklarını, egoist olduklarını, köpeklerden bile daha gürültücü olduklarını, bir apartmanda bebekli ve köpekli aileler varsa sessizliğin ancak bebeklerin sokağa atılmalarıyla sağlanmasının mümkün olduğunu, hemen her bebeğin de eşit derecede çirkin olduğunu, her anne babanın kendi bebeğini güzel bularak bunu etrafa anlatmalarının da aptallığın en üst zirvesi olduğunu yazdım. Şimdi sen bugün geldiğim noktada bu fikirlerimin değişip değişmediğini soruyorsun. Eskiden ifade etmiş olduğum bu fikirlerin altına aynen imzamı atıyorum, hatta imzamı iki kez atıyorum. Üstüne üstlük bunlara bir de mühür vuruyorum, daha da istersen gidip bu fikirlerimi noterden tasdik bile ettirebilirim. Bu arada şunu da belirtmeliyim ki, hayatta ilk kez teorik düzeyde savunmuş olduğum fikirler pratikte de doğrulandı; bu açıdan da mutluyum denilebilir.

* * *

Rumuz: 31

Soru: Serdar Amca, fazla masturbasyon insanı kör yapar mı?

Cevap: Sevgili 31. Senin mektubundaki soruyu bana okudular. Ne yazık ki soruları okuyup cevaplamama yardımcı olan asistan, bir işi olduğu için gitti. Çıkmadan önce odadaki her şeyin de yerini değiştirmiş; daha önce şıp diye bulabildiğim hiçbir şeyi bulamıyorum birkaç saattir. El yordamıyla işlerimi halledebiliyorum aslında, ama ev içi düzen bir şekilde bozulunca neyi nerede bulabileceğimi artık çıkaramıyorum. O nedenle sana mektubu hemen gönderemeyeceğim, ama şunu bil ki benim tahminime göre fazla masturbasyon kesinlikle körlük yapmamaktadır. Bu sadece bir tahmin tabii; bilimsel kökeni yok bu tavrımın ama ben aynen öyle düşünüyorum işte, ne yapayım yani ki?
Yazının Devamını Oku

Kürt olarak bilinen insanlar

28 Ağustos 2002
<B>HASAN Cemal,</B> izin süresini en abuk şekilde geçirme dalında yeni bir dünya rekorunu kırmış durumda sevgili okurlar.<br> İki haftadır ortalıkta yoktu. Ben onca süredir ‘‘Hasan Cemal, Where art Thou’’ diye ortalıkta gezerken, bir gece ansızın telefon etti ve hiçbir baskıya maruz kalmadan izin süresince ne yaptığını gönüllü olarak anlattı.

Kitap yazmakla geçirmiş günlerini.

Anladığım kadarıyla yazılarını keyifli konulara ayırmaya şiddetle karşı olduğu gibi, yaşamında da kendisini kesinlikle keyif almama üzerine programlamış.

Üstelik Kürt diye bilinen insanlar üzerineymiş kitabının konusu; vallahi öyle dedi bana, yalanım yok!

Hasan son zamanlarda yalan da söylemeye başladı gibi bir izlenimim var.

Etrafına sürekli olarak bir süredir ‘‘Cumhuriyet Gazetesi dönemindeki hatıralarını yazacağını’’ anlatıp duruyordu.

Gayet tabii ki biz gazeteciler, Kürt olarak bilinen insanlar hakkında söylenebilecek yeni bir fikirle katiyen ilgili değiliz.

Onun Cumhuriyet Gazetesi hatıralarında sıkı dedikodu olacağı kanısında olduğumuzdan kendisinden tek beklediğimiz kitap buydu. O ise yine sıkıcı olacağı kesin ve kaçınılmaz olan bir konuyu kendisine seçerek entelektüel yaşamında tutarlılık sergiledi.

Kendisini halk önünde kınıyorum!

* * *

Gazeteciler genelde, Kürt olarak bilinen insanlar hakkında yeni bilgiler ile alakalı değildir.

Bu genelde böyledir; ben ise meseleyi bir adım öne götürerek onlar hakkında yeni bir şey söylenmesinin katiyen mümkün olmadığını da düşünüyorum.

Aslında ne Türk, ne de Kürt olarak bilinen insanlar hakkında bilgim fazla değil, bunu itiraf ediyorum.

Birçoğunuza bu bilgi eksikliğim belki şaşırtıcı gelecektir, ama ben yıllarca önce bir karar aldım ve temelde anlaşılması mümkün olmayan, herhangi bir metodolojiye uygun davranış biçimi sergilemeyen halkları anlama girişiminden tamamen vazgeçtim.

Şu geldiğim noktada belki bu konularda bilgi birikimim yok, ama en azından 47 yılımı boşa harcamamış durumdayım; çünkü özellikle Türk olarak bilinen insanlar hakkında teori yapma girişimlerinin her defasında hüsranla sonuçlandığını biliyorum en azından.

* * *

Kürt olarak bilinen insanlar hakkında da sadece tek bir kitap okudum hayatımda.

Bu konuda tek kitapla yetinmek de övündüğüm bir olaydır, sırası gelmişken yazayım dedim de.

Aslında onu bile okumayacaktım da Heath Lowry zorladı beni buna.

Şimdi Princeton Üniversitesi'nde hoca olan Heath Lowry ile Washington'dayken bir öğle yemeğinden sonra kitap dükkánına girmiştik.

Baktım Kürt meselesiyle ilgili onlarca kitap var; ben tam o bölümden hızla uzaklaşmak üzereyken Heath raftan bir kitap çekti ve ‘‘Bu mesele üzerinde tek bir kitap okuyacaksan hayatında, ki öyle gözüküyor, o zaman bunu oku’’ dedi.

Kitaba baktım, inceydi. ‘‘Bunu okuduktan sonra başka bir şey okumasam idare eder miyim’’ dedim, ‘‘Kesinlikle’’ dedi. Kitap ince olduğu için, kabul ettim öneriyi.

Adı aklımda kalmış; çünkü ‘‘The Kurds’’tü. Ben de bir gün ‘‘The Turks’’ diye bir şey yazmaya niyetli olduğumdan hatırlıyorum adını, ama yazarını unuttum.

Aldım kitabı ve birkaç gün acı çektikten sonra okuyum da bitiversin şu iş diyerek aldım elime.

* * *

Adı Kürt olarak bilinen insanların tarihini anlatan kitaptan aklımda tek bir şey kaldı.

O da şu: Kürtler ne zaman bir araya gelip bir düzen oluşturmaya çalışsalar, kısa süre içinde çeşitli Kürt gruplar birbirlerine hemen düşman olup savaşmaya başlamışlar.

Tarihlerindeki tek istikrarlı unsur bu.

Şaşırtıcı bir şey bu; çünkü aynı zamanda sürekli olarak Kürt olmayan insanlarla da savaşmak zorunda kalmışlar ve insan hiç olmazsa bu tür dış tehlike olmadığında kendi içlerinde uyumlu olabilmelerini bekliyor ama yok böyle bir şey!

Dolayısıyla ben şu anda Kuzey Irak'ta Kürt grupların barış içinde bir arada yaşıyor olmalarının sadece geçici bir şey olduğunu, eğer Amerika gerçekten Saddam'ı devirir de onlara yönelik dış tehdit ortadan kalkarsa, bunun olduğunun daha birinci günü tekrar birbirlerinin boğazlarına sarılacaklarını düşünüyorum.

Bu birinci enteresan fikrim.

İkinci enteresan fikrim de şu: Hasan Cemal, bırak şu sorunları Allah aşkına da şu dedikodulu kitabını yaz yahu; sana ne Kürt diye bilinen insanlardan ya!
Yazının Devamını Oku

Serdar diye bilinen insanın yazısı

27 Ağustos 2002
<B>HÜRRİYET'</B>te dün şöyle bir haber vardı: ‘‘LAZLAR NATIONAL GEOGRAPHIC'TE: National Geographic Dergisi, eylül ayında satışa çıkacak sayısında, 14 sayfayı Karadeniz'in doğusunda yaşayan ve Laz olarak bilinen insanlara ayırdı.’’

Ben bu haberdeki ‘‘Laz olarak bilinen insan’’ lafına acayip kafayı takmış durumdayım.

Bu bana zaman zaman olur.

İlk bakışta normal gibi gözüken, hatta ikinci bakışta da normal olan bazı şeyleri ben tuhaf algılarım.

‘‘Laz olarak bilinen insan’’ lafı bana çok komik geldi. Bu fikrimi Rana olarak bilinen insana anlattım, ‘‘EEEeeee, ne var bunda, yine ne saçmalıyorsun’’ der gibi baktı; Alp olarak bilinen insan ise katiyen ilgilenmedi bu konuyla.

Bana kalırsa bir insan Laz'sa Laz'dır, değilse de değildir. Bunun ortası yoktur, olmamalıdır da. Ona ‘‘Laz olarak bilinen insan’’ diye hitap ederseniz, ‘‘bilinme’’ olayı yanlış olma ihtimalini de teorik olarak içereceğinden, sanki Laz olma bir tercih meselesiymiş gibi izlenim doğabilir.

Diye düşünüyorum yani. Aslında olayı neden komik bulduğumu açıklayacak teorik düzeye de sahip değilim; bunu şu anda ve hayli de geç bir şekilde fark etmiş durumdayım.

***

‘‘Laz olarak bilinen insanlar lafı’’
bana ‘‘Kürt olarak bilinen insanları’’ hatırlattı.

‘‘Kürt olarak bilinen insanlar’’ son zamanlarda yine ‘‘Türk olarak bilinen insanların’’ sinirini bozmaya başladılar.

Bu Kürt olarak bilinen insanların, ne Laz olarak bilinen, ne de Türk olarak bilinen insanlarla pek uyuşabildiği söylenemez.

Kürt olarak bilinen insanların bir partisi var, adı HADEP. Türk olarak bilinen insanlar bu partinin var olmasına pek karşı değiller gibi. En azından yalandan da olsa böyle diyorlar ama partinin seçime katılmasına da, Meclis'e girmesine de karşılar; öyle gibi davranıyorlar yani.

Türk olarak bilinen insanlar, ki Laz olarak bilinen insanlar da onlarla aynı fikirde buna eminim, Kürt olarak bilinen insanların sorunlarının Meclis çatısı altında tartışılması fikrine hiç sıcak bakmıyorlar.

Bu konuda sıkıcı ölçüde tutarlılar ve tavizsizler.

Sonuçta Kürt olarak bilinen insanların sorunlarının hangi platformda dile getirilmesinin uygun olacağı sorusu da ortada cevapsız kalıyor ama anladığım kadarıyla bu da fazla kafaya takılacak bir sorun değil memlekette.

Laz olarak bilinen insanların sorunları, National Geographic platformunda tartışıldı. Belki Kürt olarak bilinen insanlar da bu yolu seçip bir yabancı dergiye mülakat verme yolunu seçerler; seçime filan katılıp, Meclis'e girmeyi denemek yerine.

***

Mesut Yılmaz
olarak bilinen insan ile Tansu Çiller olarak bilinen insan arasında yine kavga başladı.

Türk olarak bilinen insanlara da, Kürt olarak bilinen insanlara da bu işten gına geldi.

Bu iki kategorideki insanlar had safhada sıkılmış durumda, bu Mesut ve Tansu adıyla bilinen insanlardan.

Laz olarak bilinen insanların bu ikili hakkında net tavırlarını bilemiyorum; özellikle Mesut Yılmaz olarak bilinen insan hakkındaki fikirleri şu anda meçhul gibi geliyor bana.

Mesut Yılmaz olarak bilinen insan, aynı zamanda Laz olarak da bilinen bir insan olduğu için bu çelişki ortaya çıkıyor ama büyük ihtimalle 3 Kasım günü bu çelişki de Türkiye'deki diğer çelişkiler gibi çözülecek inşallah.

***

Meluncan diye bilinen, ama aslında Türk olarak bilinen insanın yüzyıl önce Amerika'ya yerleşmiş türleri olan insanlarla bir mülakat yapayım dedim.

Ertuğrul Özkök olarak bilinen insan bu fikrime sıcak bakmadı ve her zaman olduğu gibi konuyu yine yazılarımın çok uzun olduğu meselesine çekti.

Ben nasıl adla bilinirse bilinsinler, bütün üst düzey yöneticilerime son derece saygılıyım.

Her Türk olarak bilinen insan gibi büyüklerimi severim sayarım.

Bu yüzden de bugünkü yazımı bu noktada keserek, ihtiyar insanların yazımı gözlüksüz bile okumalarını sağlayacak puntoyu tutturmaya karar verdim.

Ben gittim, haydi baş baş.
Yazının Devamını Oku

Hafta sonunu tıklayarak geçirdim

26 Ağustos 2002
<B>ARANIZDA </B>hafta sonunu denize girerek... Piknik yaparak....<br><br>Evde keyif çatarak... Veya birkaç arkadaşıyla buluşup güzel sohbetler yaparak geçirenler çoğunluktadır mutlaka.

Çünkü sizler normalsiniz, benim gibi kafayı yemiş bir hıyar değilsiniz.

Ve benim aksime, tahmin yeteneğiniz de gelişmiş durumda, kapasitelerinizin farkındasınız ve bu yüzden de kaldırma olanağınız kesinlikle olmayan yükleri omzunuza davet etmek gibi garip bir ádetiniz de yok.

Dolayısıyla ben böyle, siz öyle olduğunuzdan, siz akıllı insanlar hafta sonunda keyif yapar dururken ben neredeyse üç gün boyunca hiç durmadan tıklayıp durdum, ama bütün bu tıklamalarım da fayda etmedi. Çünkü daha tıklanacak çok şey olmasına rağmen benim gücüm pazar sabah saatlerinde tükenip gitti.

* * *

Sevgili okurlar.

Hayatta yazmış olduğum en önemli yazı olmamasına rağmen, ‘‘Dininizi Değiştireceksiniz, Başka Çareniz Yok’’ başlıklı yazımın her Türk vatandaşı tarafından okunmasını sağlamak gibi tamamen rasyonalite dışı bir işe girişmiş durumdayım bir süredir.

Bu tür belaları neden üstüme alıyorum bilmiyorum, gizli bir intihar dürtüsü olmalı bende.

Yazı işlerinin ‘‘Görünmez Eli’’ tarafından yazı, dünya tarihinin en iddialı başlıklı ama en abuk içerikli makalesi haline getirilince bu ebleh kardeşiniz geçen cuma vatandaşlara bir çağrı yaparak, ‘‘İsteyen olursa bana e-mail atın. Yazının mutasyona uğratılmamış halini size göndereceğime söz veriyorum’’ diyerek, yol açtığı sonuçlar itibarıyla bir süre sonra ‘‘tek cümlede bir insanın başına almayı başardığı en büyük bela’’ kategorisinde dünya literatürüne rekor olarak geçecek bir şey söyledim.

Ve sonra sözümde durmaya son derece kararlı olarak bilgisayarın başına oturdum.

* * *

Bir, beş, 50, 100, 200 gidiyoruz sevgili okurlar.

Ben yazıyı atılan mektuplara ekleyip onları adrese geri gönderdikçe toplam mektup sayısında azalma da olmuyor; aksine ben her elemeyi yaptığımda gelen mektup sayısı hız ve miktar olarak daha fazla olduğundan dev bir problem kelimenin tam anlamıyla ‘‘kendim ettim kendim buldum’’ prototip belası olarak hızla üzerime üzerime geliyor.

Her mektuba cevap verişte zincirleme olarak birçok işlem yapmak zorundayım, bunu da hatırlayın lütfen.

İlk önce ‘‘Acep ne demiş’’ diye gelen mektubu açıp bakıyorum. Acaba sövüyor mu, övüyor mu, yoksa beni nasıl öldüreceğini mi anlatıyor veya acaba bir şair adayı daha mı şiir yollamış bunu anlamam gerek.

Eğer ‘‘Göndereceğinize söz verdiğiniz yazıyı istiyorum’’ diyorsa o zaman ‘‘cevap’’a tıklıyorum. Birinci hareket bu.

Sonra ‘‘dosya ekle’’ tık, etti mi iki.

‘‘Dosya ara’’ üç. Dosyanın üzerini tıkla dört. Dosyayı ekle beş. ‘‘Başka eklenecek dosya var mı’’da ‘‘hayır’’ tıkla, etti altı. Cevap bölümüne gel ve mektubu yolla, etti yedi.

Son sayıya bakmadım ama bin mektup geldi desek, toplam yedi bin hareket yapmam gerekiyor.

Bütün bunlar olurken biraz ötede ağlamaya başlayınca sesi çok vahim bir kazadan önce ağır yüklü bir TIR'ın yaptığı son derece tiz ve acı ve de yüksek oktavlı ve de daha nasıl anlatsam bilemiyorum ki son derece sinir bozucu fren gibi olabilen bebek de bağırıp duruyor.

Uyku uyumuyorum zaten; bu ádetimi de tarihin çöplüğüne attım. Hem gece hem de gündüz ayakta durmak zorunda olan Kont Drakula sendromu yaşıyorum. Her şey bir yana, üstüne üstlük bebeğin düşmüş olan göbek bağını Afet (köpek) yemeye çalıştığı için onu da fazla ses yapmadan bu arada öldürmem gerekiyor.

* * *

Sonuç itibarıyla 200'üncü mektupta yani 1400 hareket sonra, pes ettim.

Ve başıma bu belayı sarmış olan üst düzey yöneticilere telefon açarak ‘‘Hayatta bir kez ve büyük ihtimalle de son kez bana bir iyilik yapmalarını, şu lanet yazıya Hürriyet internet sayfasında pazartesi günü bir küçük yer vererek beni bu korkunç yükten kurtarmalarını’’ istedim.

Büyük bir sürpriz gelişme yaşandı ve sonuçta benim işime yaraması muhtemel bir öneriyi üst yönetim, gazete tarihinde ilk kez kabul etti.

Dolayısıyla mektubuna cevap vermeyi başardıklarıma selam olsun, başaramadıklarımı da buradan öpüyorum ve eğer zahmet olmazsa Hürriyet internet sayfasına davet ediyorum herkesi.

  • Bu işi tek tıkla yapacaksınız;benim gibi zincirleme tıklamalarla yaşamınızı heba etmenize de gerek yok üstelik.
  • Yazının Devamını Oku

    Konuşmayan bir o kalmıştı

    25 Ağustos 2002
    <B>HERKESİN </B>çok fazla konuşuyor görünüp de aslında fazla bir şey söylemediği toplumlarda insanlar arasında iletişimsizlik olur. İletişimsizlik de yabancılaşmayı doğurur.

    Fransa'da birbirini tanıyan iki insanın, sokakta karşılaşınca konuştuklarının yüzde 99'u manasızdır, dedikleri hiç söylenmese de olur.

    Hatta bunları konuşma yerine garip sesler çıkararak birbirlerine baksalar da bir şey fark etmez, kuracakları iletişim iki durumda da aynı olur.

    İngilizler bu konuda daha tutarlıdırlar, onlar her türlü insani ve sıcak iletişimi utanılacak bir konu, mutlaka kaçınılması gereken bir tuhaflık olarak yorumladıklarından, sokakta tanıdıklarını gördüklerinde Fransız türü ara manasızlıkları atlayıp doğrudan kafalarını çevirmeyi ve dostlarını tanımazlıktan gelmeyi tercih ederler.

    Almanlar ise belki aralarında konuşacak bir sürü konu bulabileceklerdir, ama aile bağı olmayan iki Alman'ın uzun süre iletişime girmesi sonuçta bir süre sonra dünya savaşına filan yol açabileceğinden, tarih bu tür örneklerle dolu olduğundan, bu tür sıcak bağlantıları engellemek için polis bile devreye girebilir o toplumda.

    Amerikalılar ise bir başka álemdirler.

    Onlar da aslında Batılı dostları gibi ne yabancılarla konuşmaktan fazla hoşlanırlar, ne de hoşlansalar bile konuşmaya teşebbüs ettiklerinde fazla anlamlı şeyler söylemeyi başarırlar.

    Üstüne üstlük Amerika'ya özgü bir başka mesele de var. ABD'de hemen herkes, konuştuğu insana yanlış bir şey söylemekten, onun hislerini rencide etmekten, ona hakaret gibi gelebilecek bir laf etmekten korkmaktadır.

    Bu nedenle de ‘‘doğru lafı konuşma ve doğru davranma’’ el kitapları yayınlanmıştır bu ülkede ve iki arkadaş sokakta karşılaştıklarında bu doğrular doğrultusunda konuşmaya çalıştıkları için laflarının hemen tamamı sıkıcı ve anlamsız olur.

    Yüzde yüz banalitedir onların bu iletişim girişimi.

    *

    Amerika'da insanlar arasında iletişimsizlik, doğru konuşmayı kontrol eden polisiye tedbirler nedeniyle had safhadadır.

    Dolayısıyla insanlar aslında bu toplumda 24 saat boyunca konuşsalar bile gerçekten konuşuyor olma hissini tatmin edememekte, içlerinde eksiklikler duymakta ve bu nedenle de aslında konuşmaması gereken canlı olmayan şeylere konuşma yetenekleri veren icatlar yapmaktadırlar.

    Bunlardan bir tanesi birkaç ay önce devreye girdi.

    Konuşan margarin yapıldı.

    Düşünsenize, süpermarkete giriyorsunuz, koridorlarda dolaşırken aniden bir raftan ‘‘Ben tereyağı değilim’’ diye bir konuşma geliyor.

    Tam siz aklınızı kaçırmış olduğunuzu düşünmeye başladığınızda da bunun Parkay tarafından raflara son konulmuş olan ve konuşarak müşterinin dikkatini çekmeye çalışan margarinin kutusu olduğunu anlıyorsunuz.

    Amerika'da bu margarinlerle son derece yoğun sohbete giren ve hatta bunlarla münakaşa filan eden insan sayısının son derece fazla olduğuna eminim ben.

    *

    Toplumdaki diyalog azlığını düzeltmek için piyasaya son sürülen cansız maddeler ise konuşan pisuvarlar.

    Tuvalete giriyorsunuz, küçük tuvaletinizi yapacaksınız, tam işe başlayacakken pisuvar bir anda sohbete başlıyor.

    İlk önce gayet tabii ki sizin penisinizin ne kadar muhteşem olduğunu, hayatında böyle bir şeye ilk kez rastladığını söylüyor.

    Sonra da ‘‘İşini çabuk bitir, bak arkanda sıra var’’ filan diye de konuşarak panikler yaratıyor.

    Kadınlar tuvaletine bunlardan henüz koymamışlar. Büyük ihtimalle konuşan tuvaletin kadınlara ne diyebileceği konusunda bir sonuca varamamışlardır.

    Erkeklerin, otomatik konuşmaya başlayan pisuvarın cinsel organlarını övmeleri nedeniyle son derece mutlu olduklarından, hatta bu olayı arkadaşlarına da anlatıp övündüklerinden eminim.

    Diyeceğim o ki, bir gün tuvalette pisuvar ile yoğun bir sohbete girişmiş bir adam görürseniz, sakın ha onun deli olduğunu filan sanmayın.

    O sadece normal bir erkektir, bunu unutmayın.
    Yazının Devamını Oku

    Kimi öldürsem ki?

    23 Ağustos 2002
    <B>DÜNKÜ </B>yazımı okuyup da anlayanınız oldu mu? Olduysa eğer, lütfen bize bir telefon açın; çünkü ne ben, ne de yazı işleri müdürleri yazıdan bir şey anlamadık.

    Haydi anlaşılmama meselesini bir yana bırakın, yazının nasıl o hale gelebildiği konusunda da ortada somut bir bilgi yok.

    Yazıdaki mantık akışı, orijinalinde bir numaralı maddeden başlayıp 20 numaralı maddeye kadar giderken, ortada sadece 20 numaralı madde kalmış, arada bazı maddeler ve numaralar kaybolmuş; üstelik bu kaybolan maddelere de atıflar var yazıda ve sonuç itibarıyla ortaya muazzam bir abukluk çıkmış.

    * * *

    Espri olsun diye söylemiyorum yahu, vallahi billahi anlamadık ne olduğunu.

    Kristal eşya satan, ağzına kadar mal dolu bir dükkána girip oyun oynamaya başlayan fil nasıl tahribat yaparsa, yazı da kimliği meçhul birisi tarafından o hale getirilmiş sonunda.

    Bu gibi durumlarda ben genellikle cinayet işlerim aslında.

    Ve ilk öldürmeyi düşündüğüm insan da doğal olarak Ertuğrul Özkök'tür.

    (p.s 1: Bu düşüncemin oluşması için aslında yeni nedene ihtiyacım yok. Yılların birikimi var bu konuda bende, bu detayın da halk tarafından bilinmesini rica ediyorum.)

    Ancak bu olayı son derece fantastik hale getiren nokta, yazılarıma darbe vurmaktan sadistçe bir keyif alacağını tahmin ettiğim Ertuğrul Özkök'ün bile bu işin nasıl olduğundan haberdar olmadığıdır.

    (p.s 2: O yazılarımı okumadığından dolayı kendisine telefon ettiğim zaman, yazıda var olan muhteşem absürdlüğün farkında bile değildi. Bu şekilde davranarak şişmiş olduğunu düşündüğü egomu indirmeye çalışıyor ama nafile; çünkü id'im gibi ego'm da tam bir ruh hastası olduğundan dolayı onun böyle ince ayarlarla inişe geçmesi filan mümkün değil. Halkın bilmesi gereken ikinci detay da budur.)

    * * *

    Onunla konuştuğumuzda ne kadar haklı olursam olayım her defasında suçlanan taraf ben oluyorum.

    Yazılarımın aslında çok uzun olduğundan bahsetti bana telefonda.

    Haklı da. Ancak son durumda mazeretim var.

    Yani düşünsenize, 20'nci maddede vatandaşa demişim ki ‘‘Başka çareniz kalmadı kardeşim, dininizi değiştireceksiniz’’.

    Şimdi ister bana paranoyak deyin, ister abartıyor olduğumu düşünün, isterseniz de bunun şişmiş olduğu iddia edilen egomun bir halüsinasyonu olduğunu söyleyin ama insanlara dinlerini değiştirmeleri gerektiğini söylemek hayli iddialı bir çıkıştır.

    Yani şimdi bu lafı küt diye söyleyip de arkasını doldurmazsanız, nedenlerinizi iyice açıklamazsanız olmaz ki yani!

    ‘‘Ben dedim öyle olacak, nedenleri açıklamamı beklemeyin benden’’ diyemem ki okuyucuya.

    Değil mi ama!

    Eh, böyle bir önerinin nedenlerini açıklamaya girişince de iş bazen istenmedik ölçüde uzayabiliyor gayet tabii ki.

    Ama yok, Genel Yayın Yönetmeni'ne göre ben her konuyu 15 satır içinde açıklamak zorundayım. Örneğin, diyelim ki bana özel bilgi geldi, yarın dünyanın sonu gelecek diye yazacağım. Bu durumda ona göre bunun nedenlerinin açıklanmasının da 14 satırı geçmemesi gerekiyor.

    Şunu açıkça bilmenizde yarar var.

    Aslında bu sorun, ikimizin de ihtiyarlamış olmasından kaynaklanıyor.

    Ben harfleri net göremediğim için ne kadar uzun yazdığımın katiyen farkında olmuyorum, o da artık harfleri göremediğinden yazıları okuyamıyor ve bunun da aslında yazının uzun olmasından kaynaklandığını zannediyor.

    * * *

    Evet işte böyle.

    Sonuçta ben yazının dünkü durumu için sizlerden özür diliyorum.

    Ve eğer isteyen olursa bana e-mail yollandığı takdirde yazının orijinal halini ona göndereceğime söz veriyorum.

    Bu arada bu yazım nedeniyle beni öldürmek isteyenlere de bir önerim olacak.

    Tamam öldürün de, en azından yazının orijinal halini okuduktan sonra yapın bu işi be kardeşim!

    Çünkü mezar taşıma ‘‘Bir yazı işleri elemanı nedeniyle hayata veda etti. Kimliği ölümüne kadar yazardan gizli tutulan bu kişinin meslekteki bu büyük başarısı nedeniyle yazarımız cinayete kurban gitti’’ yazılmasını katiyen istemem.

    Bilmem anlatabiliyor muyum?
    Yazının Devamını Oku