Çikolatanın geçmişinin M.Ö. 1200-1300'lü yıllara kadar dayandığı düşünülüyor. O tarihlerde, Eski bir Amerika uygarlığı olan Olmekler, kakao ağacını yetiştirmeye başladılar. Mayalar da Olmeklerin yetiştirmeye başladığı bu ağacın kıymetini bilip ondan faydalandılar. Böylece de çikolatanın tarihteki serüveni başladı. Ana vatanı Güney Amerika olan kakao, başta Meksika olmak üzere Güney Amerika'nın büyük bir bölümünde fermente edilmiş acı bir içecek olarak karşımıza çıkıyor.
Maya halkı, yılda iki defa ürün veren kakao ağacını bahçelerinde yetiştirir. Topladıkları çekirdekleri kavurduktan sona ezerek macun kıvamına getirip suyuna da mısır unu ile acı biber ekleyerek mayalanması için bir süre dinlendirirler. Böylece, baharatlı ve köpüklü bir içecek ortaya çıkar. Bu içeceğe de acı anlamına gelen "xococ" ve su anlamına gelen "atl"ın birleşimi olan "xococatl" adı verilir. Daha sonra "xococatl", İspanya topraklarında "chocolato"ya dönüşür.
Kakao çekirdeğinden üretilen bu acı içecek, Amerika'ya ayak basan kaşiflere de sunulur. Tabii, kaşifler de bu değerli çekirdekleri yanlarında ülkelerine götürmeyi ihmal etmezler. Kakao, Avrupa kıtasına ilk kez Kristof Kolomb ile geldi. Fakat, İspanya kral ve kraliçesi, din adamları çikolatayı tanıtana kadar fasulye tanelerine benzeyen kahverengi çekirdeklerin ne işe yaradığını anlayamadı.Daha sonra İspanyol komutan Hernan Cortes, bu ürünün potansiyeli farkedip ülkesine getirdi. Bu yüzden Avrupalıların da çikolatayla ilk defa Hernan Cortes’le tanıştığı düşünülüyor.
Geçmişi binlerce yıl öncesine dayanan çikolata bugün tükettiğimiz gibi tatlı bir yiyecek değildi ve içecek olarak tüketiliyordu. Üstelik, kakao taneleri o kadar değerliydi ki, Aztekler bilgelik tanrısı Quetzalcoatl’a adak olarak sunuyordu. Mayalar ise kakaodan o kadar etkilenmişler ki, kakao tanrısı olduğunu düşünerek mutluluğa ulaşmak için ona tapmışlar. Aztekler, kakao çekirdeklerinden elde ettikleri içeceği baharatlı ve biberli içmeyi tercih ederken, İspanyollar da şekerli olarak tüketmiş.
Kakao çekirdeklerinden elde edilen bu içecek, İspanya'nın ardından Fransa'ya da gelir ve lezzetli bir içecek olarak popülaritesi artar. Kakao tanelerini öğüten bir makine icat edilince de çikolata hızla yayılır. Seri üretimle birlikte pahalı bir besin olmaktan çıkar ve herkesin ulaşabileceği bir lezzet haline gelir. 1847 yılında da çikolata katı bir yiyecek olarak üretilir. Bu da çikolata tarihi açısından oldukça önemli bir adım.
Bugün ise tüm dünyada sütlü, bitter ve beyaz olarak, çeşitli tat ve aromalarda tüketiliyor. Ne zaman olursa olsun yemekten keyif alacağımız yiyeceklerin başında gelir, çikolata. Bu yüzden, eski Amerika uygarlıklarına ne kadar teşekkür etsek azdır.
Mısır ile ilk kez Amerika kıtasının keşfiyle tanışıldı. O dönemlerde, mısır tarımı kıtanın pek çok bölgesinde yaygındı. Sert mısır, at dişi mısır, cin mısır, şeker mısır ve unlu mısır gibi türleri yetiştiriliyordu. Orta ve Güney Amerika'nın yerli halkı günlük besin ihtiyacını mısırdan karşıladığı için de bir hayli değerliydi.
Amerika'nın keşfinden sonra İspanyollar ve İngilizler bölgeye yerleşirler ve yerli halktan, mısır tarımını öğrenirler. 1400'lü yıllarda, Kristof Kolomb, İspanya'ya dönerken yanında ilk defa karşılaştığı bu taneli tahılı da getirir. Böylece, mısır da ilk defa Avrupa'ya gelir. İspanya'dan başlayarak Kuzey Afrika'ya kadar yayılır.Portekizliler, mısırın Asya'ya yayılmasını sağlar. Aslında dünyaya yayılması kolay olmuştur. Çünkü, çoğalma oranı ve verimi yüksektir. Hatta, Afrika'ya da ulaşmasıyla koca darının yerini alan mısır, farklı bölgelerde de bu şekilde mevcut olan birkaç bitkinin yerine geçmiştir.
Peki, Türkler neden bu taneli bitkiye 'mısır' adını vermiştir?
Ana vatanı Güney Amerika olan mısır, Amerika'nın keşfi ile ilk önce Avrupa'ya ulaşmıştır. Daha sonra Asya ve Kuzey Afrika'ya, oradan da Mısır üzerinden Anadolu topraklarına gelmiştir. Bu yüzden de Türkler de bu sarı taneli tahıla 'mısır' adını vermiştir.
İspanyolların Amerika kıtasından getirdiği tüketim ve ticaret malları Avrupa'dan önce Osmanlı topraklarına ulaşıyordu. Güney Amerika'dan ithal olarak getirilen 'hint tavuğu' Avrupa'dan önce haliyle Osmanlı'ya geldi ve bu tavuğa hindi adı verildi. O dönemde hindinin Almanca'da 'Indian' olması, Orta Avrupa'nın da bu tavukla Osmanlı sayesinde tanıştığını gösteriyor.
İngilizler, Osmanlı'nın en etkili olduğu yıllarda hindi ile tanışmış. Bir zamanlar yoksul durumda olan İngiliz halkı, o dönem ülkeye getirilen hindiyi tüketmeye başlamışlar. Tabii, bu kuş Türk tüccarlar tarafından Avrupa'ya getiriliyordu. İngilizler de bundan dolayı hindiye, ilk önce 'Türk horozu', daha sonra da 'turkey' adını vermiş. Ayrıca, Türkiye üzerinden Doğu Afrika'dan Avrupa'ya getirilen beç tavuğu da, Türk tüccarlar tarafından dağıtılıyordu. Bu yüzden de İngilizler, beç tavuğuna da 'turkey' demişler.
Fransızcada ise hindiye, d'Inde'de (dinde) deniyordu. Çünkü, Fransızlar ilk defa gördükleri bu kuşun Hindistan'dan geldiğini düşünmüşler. Tabii, Fransızcada Hindistan, 'd'Inde' demek. Türkler de bundan etkilenerek bu egzotik kuşa hindi adını vermiş.Yüzlerce yıl geçmişimizde yer alan hindi, günümüzde sofraların sevilen lezzetlerinden biri. Hindinin yanına da nefis bir kestanli pilav çok yakışır.
Nereden bakarsak bakalım ekmeğin medeniyetler kadar eski olduğunu görüyoruz. Ekmek, ilk olarak arpa ve yabani buğday tarımı ile ortaya çıkmış. Neolitik Çağ'da tarımın başlamasıyla birlikte yabani buğday üretimi de başlamış. Ayrıca dönemin insanları ürettikleri ürünleri de farklı şekillerde tüketmiş. Bazı bitkisel gıdalar, su ile karıştırılarak hamur haline getirilip bir nevi ocak işlevi gören ısıtılmış taşların üzerinde pişirilmiş.
Sümerler arpa ekmeğini tercih ederken Yunanlılar fırıncılığı öğrenerek yumuşak ve leziz ekmekler yapmaya başlamış. Mısır'dan Batı Avrupa'ya kadar yayılan ekmek günümüzde dünya sofralarının olmazsa olmazı haline gelmiş.
Mısır ise yer aldığı coğrafi konumu itibariyle önemli bir gelişme göstererek yüksek uygarlık seviyesine gelmiştir. Mezarlar, Eski Mısır halkının günlük yaşamlarını ve alışkanlıklarına dair çoğu ayrıntıyı ortaya koymuştur. Buradan yola çıkarak ekmeğin de mezarlarda bulunan o ayrıntılardan biri olduğunu söyleyebiliriz. Ekmeği kutsal sayan Mısırlılar tanrılara sunulan yiyecekler arasında göstermiş, kimileri de mezar hediyesi olarak tercih etmiş.
Diğer uygarlıklarla karşılaştırıldığında Eski Mısır'da ekmeğin daha farklı hale getirildiğini söyleyebiliriz. Tarihi kaynaklarda yer alan bilgilere göre, Eski Mısırlılar tesadüfen mayayı bularak daha yumuşak, kabarık ve sindirimi kolay ekmekler üretmişler. Böylece ekmek daha değerli hale gelerek soyluluğun ve zenginliğin simgesi olmuş. Hatta o kadar yoğun ilgi görmüş ki bölge halkı onu para yerine bile kullanmış.
Türkler ise yerleşik yaşama geçtikten sonra ekmek ile tanışmış. Tandır ekmeğinin yoğun olarak tüketildiği Selçuklu mutfağında bazlama, yufka, çörek, peksimet ve sıcak küle gömülerek pişirilen gömecin tercih edildiğini söyleyebiliriz. Tarihi kaynaklar incelendiğinde çocukların ilgisini çekmek için şekilli çörekler yapılmış. Tabii, bu çörekler normal ekmekten daha pahalıymış. Osmanlı döneminde ise ekmek çeşitlendirilerek pide üstü şiş kebap gibi yemek olarak sunulmuş.
Günümüzde modern tekniklerin gelişmesi ve ham maddenin çeşitlenmesi ile kepekli, çavdarlı, zeytinli ve çekirdekli gibi her damağa hitap eden çeşit çeşit ekmekler üretiliyor. Bize de fırından yeni çıkmış mis kokulu çıtır çıtır ekmeğin enfes yemekler ile tadını çıkarmak düşüyor.
Yepyeni bir leziz tarihinde görüşmek üzere...
Çıtır çıtır, enfes sosu ve mis gibi kokusuyla iştahımızı kabartan kruvasanın ortaya çıkışı bir hayli ilginç
Ay çöreğine benzeyen bu lezzet için gerçek olup olmadığı bilinmemekle beraber birçok efsane var. Fakat, en ilginç olanı Osmanlı Devleti'nin Viyana'yı ikinci kez kuşatma altına aldığı döneme ait.
İlk olarak Viyana'da ortaya çıkan kruvasanın geçmişi 17. yüzyıla kadar dayanıyor. O dönemde Viyana ikinci kez kuşatılır. Bu kuşatma esnasında lağımcılar, şehrin surlarının altına bir tünel kazar. Plan ise, bu tünellerden gizli bir şekilde şehre girilerek ele geçirmektir. Fakat, Viyana'da gecenin ilk saatlerinden gün ışığına kadar ekmek yapan fırıncılar, yer altından gelen sesleri fark ederler ve askerlere haber verip uyarırlar. Bu uyarı üzerine Viyana askeri yetişir ve şehre girmeye çalışan Osmanlı askerini engeller.
Bu olay esnasında Osmanlı sancağını gören fırıncılar bundan etkilenirler. Bunun üzerine, Viyanalı fırıncılar, sancakta yer alan hilalden esinlenerek ürettikleri çöreğe ay şeklini verirler. Adını da hilal anlamına gelen "kruvasan" (Croissant) koyarlar.
Kruvasan, her ne kadar ilk kez Viyanalı fırıncılar tarafından yapılmış olsa da Fransız mutfağından dünyaya yayılmıştır. Her ne kadar tatlı olarak ortaya çıksa da günümüzde Fransız mutfağının spesyalitesi olan kruvasanın sandviç benzeri çeşitleri de yapılmakta.
Ne diyelim, bu güzel tatlı çöreğin tadını çıkarırken yanından da bir fincan kahveyi eksik etmeyin...
Yepyeni bir leziz tarihinde görüşmek dileğiyle...
Bir yemek kitabı çıkarma fırsatına sahip olsaydınız kapak için hangi yemeği seçerdiniz? Hafta sonu çiçeği burnunda şef olan bir dostumla sohbet ederken en büyük hayalinin ne olduğunu sordum. Bana yemek kitabı çıkarmak olduğunu söyledi. Daha sonra kapağında özellikle hangi yemeği kullanmak isterdin dediğimde ise hiç düşünmeden Türk mutfak kültürünü gösteren en iyi yemek olduğunu belirterek pilav cevabını verdi.
Peki, dünyanın en büyük mutfaklarından biri olan Türk mutfağında pilav neden bu kadar önemli bir yere sahip?
Pek çoğumuzun hayır diyemediği ve severek tükettiği pilavın tarihi M.Ö 7000'li yıllara dayanıyor. Güneybatı Asya toplumlarında yetiştirilmeye başlanılan pirincin o dönemde ana yiyecek maddesi haline gelmesi ile pilavın ortaya çıktığı düşünülüyor.
Günümüz sofralarının vazgeçilmez yemeklerinden biri olan pilavın Türk mutfağı ile buluşması ise 15. yüzyılda oluyor. O dönemde Osmanlı saraylarında en önemli misafirlere de olmak üzere sofraları süsleyen pilav, etli, sebzeli ve tavuklu çeşitleriyle servis edilirmiş. Fakat pirincin yaygın olmamasından dolayı sofraların en önemli yemeği ve ikramlarda da zenginlik göstergesi haline gelmiş.