İpek Durkal

O planörün içindeki benim

4 Haziran 2011
Yüksekten korkmuyorum dedim, Türk Hava Kurumu (THK) Erzincan Havacılık Eğitim Merkezi’nin açılışında kendimi 750 metrede akrobasi yaparken buldum

Geçen hafta Dünya Yamaç Paraşütü Şampiyonası nedeniyle Erzincan’daydık. Aynı tarihte Türk Hava Kurumu (THK) Erzincan Havacılık Eğitim Merkezi hizmete açıldı. Erzincan’a gelen THK Havacılık ve Eğitim Daire Başkanı Vedat Seymen ile programı konuşuyorduk. Model uçak, planör ve paraşüt uçuşları gösterisi yapılacağını anlattı.  Sonra yüksekten korkup korkmadığımı sordu. Bungee jumping yaptığımı ve korkmadığımı söyledim; beni neyin beklediği hiç bilmeden...
Birkaç saniye içinde verilen bir kararla Planör Uçuş Eğitim Okulu Müdürü Hayriye Açan’ın yanına gitik. Açan,  yukarıdan aşağı bir süzdü beni ve bence uçabileceğime karar verdi ki bu kez hep birlikte okulun en tecrübeli pilotlarından Metin Özbey’in yanında aldık soluğu.  Seymen ve Açan, Metin Hoca’ya emanet etti beni. Birkaç dakika da onunla sohbet ettik. Bu uçuşun ne kadar süreceğini sorduğumda verdiği cevap her şeyi açıklıyordu: “Bütün bir ömür anlatacak kadar uzun...”
Yazının bundan sonrasını havacılık terimleriyle tanımlayabilirim aslında. Loop attık, tona yaptık, negatif C pozitif C, vs. Ama öylesi hiç heyecanlı olmayacak. İyisi mi ben size bire bir ne yaşadığımı anlatayım:
Mini minicik bir aletmiş aslında planör. Kanatları çok büyük sadece... Kendisi de pilot  olan Hayriye Açan paraşütümü takıp yapacaklarımı söyledikten sonra öne oturdum, pilot arkaya. Kural böyle... Ellerim bacaklarımın üzerinde durmak zorunda. Hiçbir yeri elleyemem. Yasak. “Peki, fotoğraf makinesi alabilir miyim yanıma?” “Hayır, çünkü şiddetli basınç olacak, onu elinde tutman mümkün değil.” Ve üzerimiz kapanıyor. Önümüzde bizi çeken uçak havalanıyoruz. Müthiş bir sessizlik, dünyayla bağlantın kopuyor. Erzincan’ın eşsiz  manzarası üzerinde havalanıyoruz. Film karesi gibi, zirvesi hâlâ karlı Munzur Dağı karşımda, aşağısı göz alabildiğine yeşil...
Metin Pilot durumumu soruyor, gayet iyiyim. Buysa eğer, gerçekten korkulacak bir şey yok. Süzüle süzüle yükseliyoruz. 250 metre, 500 metre. Zaten yükseliğimiz bu olacak; 500 metre. Ancak Metin Pilot önde aramızdaki halatı atmaya hazırlanan uçağa, “250 metre daha istiyorum” anonsu yapıyor. İşte o andan itibaren yeşilliklerden çok önce dağ, sonra gökyüzüyle iç içe olduğumu hissediyorum. Bacaklarımda hafif bir titreme başlıyor ama yine de hâlâ gayet iyiyim.   

HAVADA ASILI KALDIK

Veee halat atılıyor. Önce bir sarsıntı sonra gerçekten ucu bucağı olmayan bir özgürlük... Metin Pilot, “Hazır mısın?” diyor, daha ben “Neye?” demeye kalmadan akrobasi başlıyor...

Yazının Devamını Oku

Terazi’nin ayarı şaştı

28 Mayıs 2011
Hülya Avşar’ın bir dönem yere göğe koyamadığı Tarkan için söyledikleri astrologları bile şaşırtacak cinsten. Olmaz ki! Terazi dediğin bunu yapmaz ki! Terazi burcu insanı gerçek anlamda barışseverdir! İçtiği bir kahvenin gerçekten 40 yıl hatırı vardır gönlünde... Sırf kendimden değil, çevremde burcu Terazi olan birçok arkadaşımdan da biliyorum. Kavgaya, dövüşe, adaletsizliğe ve en çok da samimiyetsizliğe gelemeyiz biz! Küslük, kırgınlık, kin filan pek yoktur Terazi insanının literatüründe. Böyle bir, herkes birbirini sevsin, aşk başımızın tacı olsun, bana yanlış yapan benden değil Allah’ından bulsun ruh hali...
Bunları sırf ben söylemiyorum, astrologlar da Terazi insanını az çok böyle tanımlıyor.
Mesela diyorlar ki, “Teraziler kötü gerçeklerle karşı karşıya kalınca bunlarla yüzleşmek yerine hemen oradan kaçış yolları ararlar. Vefasızlıklar onları çok etkiler...”
İyidir yani Teraziler... Birini kırdılarsa sonrasında kendi kafalarını kırmayı tercih ederler... Yakınlarından biri onları kırdıysa, onlar yine kendi kafalarını kırmaya çalışırlar...
Peki ne oldu da geçen hafta Terazi’nin ayarı şaştı... Hülya Avşar yıllardır yere göğe koyamadığı, kendisi gibi Terazi burcu olan Tarkan’a bu kadar ‘çirkin’ bir uslupla saldırdı...
Hadi başa saralım, Tarkan Kral TV gecesinde ödüllerini almak için son ana kadar sahneye çıkmadı. Herkes türlü türlü yorumlar yaptı ama işin aslı şuydu:
MÜYAP (Müzik Yapımcıları Derneği) ve NIELSEN’deki resmi satış rakamına dayalı verilere göre Tarkan’ın bu dallardaki ödülleri alacağı zaten biliniyordu. En iyi şarkı ödülünü alacağı da... İşin raconu, ‘En İyi Şarkı’ ödülünü alan şarkısını söyler ve program biter. Tarkan ‘En İyi Albüm’ ödülünü aranjörü Ozan Çolakoğlu’nun, satış ödülünü de plakçısı Samsun Demir’in almasını istedi; ekip ruhu... Organizasyonu yapanlarla ortak bir karar alındı, ödülleri en az Tarkan kadar albüme emeği olanlar alacaktı. Tarkan da en son ‘En İyi Şarkı’ ödülü için sahneye çıkıp mini bir konser verecekti. Böylece izleyiciye de sürpriz olacaktı. Tarkan’a ödül verecek isimler de belirlendi. Mesela Ata Demirer biliyordu Tarkan’ın sahneye çıkmayacağını. Şovun bir parçasına dahil olmakta bir sakınca görmedi. Hatta, ‘Tarkan’a meze olduk’ esprileri bile yaptı sonrasında...
Diğer isimler de öyle; Avşar hariç! Diyelim ki Avşar bilmiyordu böyle bir şov olduğunu ortada, e kendisinden önce iki ödül daha verildi Tarkan’a ve çıkmadı sahneye; kendisi ödül verince sürprizi bozup çıkacak mı sandı? “Benim ayağıma gelip ödülünü alacaktı” derken aslında ne kadar egosantrik olduğunu göstermedi mi? Bunca yıl programlarında ağırladığı, yere göğe koyamadığı Tarkan için şimdi “Dansöz gibi göbek atıyor, başka da bir şey yapmıyor” demek yakıştı mı Avşar’a? Youtube’a girin bakın, videolar duruyor hala... Bir dönem birlikte ‘Gül Döktüm Yollarına’ şarkısını söylediği Tarkan’ın etrafında döne döne nasıl göbek atıyor Hülya Avşar... “Bir metre boyu var” dediği Tarkan’dan daha kısa boyuyla ne iltifatlar diziyor ona...
Şimdi, Terazi’ye dönersek, Avşar ağzından çıkan bu çirkin sözler yüzünden içten içe pişman olmuştur; Tarkan da çok üzülmüştür ama duyduğu sözlerden değil; o sözleri ‘değer’ verdiği birinin söyleyip, kendisini ‘değersiz’leştirmesinden’... Ne diyordu astrologlar Terazi için; vefasızlıklar onları çok etkiler...”
Astrolojik olarak bakarsak, ortadaki tablo tam da bu; Avşar hiç pişman değil gibi ama Tarkan’ın çok şaşırdığını ve hayatından bir kişiyi daha elemek zorunda kaldığı için çok üzüldüğünü biliyorum...
Avşar’ın yükselen burcu ne acaba?

Kredi kartımla bahşiş bile bıraktım

İstanbul Taksiciler Esnaf Odası’nın verdiği rakama göre İstanbul’da kayıtlı 17 bin 416 taksi var ve ben günde en az iki kez onları kullanıyorum. Geçen hafta yoldan geçen ve üzerinde ‘Kuyumcukent’ yazan taksiyi çevirdim. Arka koltuğa yerleştim, kafamı bir kaldırdım önümde bir ekran ve bana doğru uzanmış bir pos makinesi. Böylece ‘kredi kartı geçen’ bir taksiye ilk kez denk gelmiş oldum.
Heyecanla ekrandaki mönüyü karıştırmaya başladım. Ekranda emniyet kemerini takmam gerektiği yazıyor. O bölümü geçince dört ayrı dil seçeneği çıkıyor karşına. Hangi dili seçersen o dilde şehrin müze ve ören yerlerinden tutun da ayın etkinliklerine, havaalanı uçak saatlerinden şehir tarihçesine kadar yolculuğunuz boyunca okuyabileceğiniz detaylı bilgiler aktarılıyor.
24 yaşındaki şoförüm Fatih Dilekçi gururla, “Bankalar gelip de taksilere önermiyor bu hizmeti, kendin talep ediyorsun. Çoğu kimse bilmediği için kullanımı da yaygın değil. Ben turizm otelcilik öğrencisiyim. Bir yıldır taksi şoförlüğü yapıyorum. Bütün yenilikleri takip ediyorum” dedi. ‘Ne iş yaparsan yap ama en iyisini yap’ın nadir örneklerinden Fatih, müşterisine kredi kartı kullandırmanın kendisine olan faydalarını da anlattı.
Öncelikle bugünün ödemesi ertesi sabah banka hesabına yatıyor. Böylece gasp korkusu yaşanmıyor. İkincisi, özellikle turistler ve bozuk parası olmayan müşteriler için bu sistem hayat kurtarıyor. Üçüncüsü, pos makinesini kullandığı banka aracınızı cüzi bir miktar karşılığı kaskoluyor. Eğer o parayı da ödemek istemezseniz, aracınıza bankanın reklamını almak zorunda, ki Fatih ‘görüntü kirliliği’ gerekçesiyle buna karşı çıkmış.
Peki bahşiş kısmı nasıl hallediyor? Fatih dedi ki, ödemenizi kartla yapın görün o halde.
İneceğim yere geldiğimde ekranda 11 lira yazıyordu. Kredi kartımı çıkardım, önümdeki ekrana okuttum, ekranda “Bahşiş bırakmak istiyor musunuz” yazısı çıktı. “Evet” dedim ve seçeneklerden birini işaretleyerek indim Fatih’in aracından. Fatih’in hem kıyafetinin hem de aracının içinin en az beyni kadar pırıl pırıl olduğunu söylememe gerek var mı?
Yazının Devamını Oku

Bekar evi olarak kiraya verilen anıt mezar

21 Mayıs 2011
Çok tuhaf bir başlık oldu değil mi? Evet ama olay da en az başlık kadar tuhaf!

2010 Avrupa Kültür Başkenti dediler her yeri yıktılar, çaktılar, kazdılar diye söyleniyordum. Kim bilir diyordum, kimler ne paralar kazanıyordur bu bitmek bilmez ‘tamirat’ işlerinden...
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı restorasyonlarını tamamladığı ve hala sürdürdüğü kültür miraslarını tanıtma turları düzenliyordu. Geçen hafta üçüncüsü ve sonuncusu vardı. “Bari bunu kaçırmayayım” dedim, gittim. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Genel Sekreteri Yılmaz Kurt, arkeolog rehberimiz Nezih Başgelen ve bir grup gazeteci çıktık yola.
İlk durağımız Kumkapı’daki Kudüs Ermeni Patrikhanesi ve tarihi Vortvords Vorodman Kilisesi oldu. Patrikhane’nin, 2010 Ajansı’nca yenilenen müzesini gezdik. Ardından Sultanahmet Meydanı’na gidip 40 bin metrekareye yayılan alan çalışmasına baktık. Oradan çıkıp, Sütlüce’deki Kamondo Anıt Mezar’a gittik ki, itiraf edeyim o ana kadar ne bu anıt mezardan ne de Kamondo’nun varlığından haberim yoktu...



BU NASIL BİR EZİYET

Yazının Devamını Oku

Kadının adı ölüm ölümün adı namus oldu

14 Mayıs 2011
36 yaşındaydı, tartıştığı kocası tarafından kabloyla boğularak öldürüldü. Daha kadının bedeni toprağa girmeden, katil eş ifade vermeden, bazı gazetelerde olayın ‘Namus cinayeti’ olduğu yazılıp çizildi. Yaşim Erdoğan öldüğüne mi yansın, arkasından atılan bu çirkin iftiraya mı Yeşim Erdoğan (36) geçen hafta 18 yıllık eşi Canmesep Erdoğan (40) tarafından evinde elektrik süpürgesinin kablosuyla boğularak öldürüldü...
Şaşırmadınız değil mi?
Şaşırmıyoruz artık, çünkü alışıyoruz...
Cinayetin ardından olay bazı gazetelere nasıl yansıdı?
“18 yıllık eşini eski sevgilisi görüşmeye devam ettiği için öldürdü.”
Buna da şaşırmadınız değil mi çünkü arkasından gelecek cümleyi ezbere biliyoruz: Namus cinayeti!
Canmesep Erdoğan da bulmuş demek ki işin kolayını... “Karımı öldürdüm namusumu kurtardım” deyip kendi de kurtulacak sanıyor...
Bu da onun ağzından bazı gazetelerde doğruluğu araştırılmadan haber olarak yazılıp, milyonlarca kişiye ulaşıyor.
Oysa Canmesep Erdoğan’ın polis ifadesinde böyle bir şey yok.
Canmesep Erdoğan bu haberler bu haliyle yayınlandıktan sonra, ben bu satırları sizlere yazarken henüz savcıya bile ifade vermedi.
Yani şimdilik kimse işin iç yüzünü bilmiyor...
HatTa konuştuğum bir yetkili, “Namus, kıskançlık filan değil sebep” dedi.
Yeşim Erdoğan öldüğüne mi yansın arkasından atılan bu iftiraya mı?
Kadına şiddetin bu kadar arttığı bir toplumda bu cinayeti ‘namus’ diye verip ‘Bir kısım toplum’ vicdanında suçluyu aklamak da şiddete ortak olmak değil midir?
Her şeyden önce ‘Ölüye saygı’ yok mudur?
Hadi hepsi bir yana, 7 ve 17 yaşlarında annesiz kalan iki erkek çocuğun da mı hatırı yoktur!

Ve sosyal medya Özer Bal’ı keşfetti

Nasılsa öyle yaşanacaktı
Söylenecek bir bahane hep vardır
Ha bugün yalnız
Ha günün ötesi
Seni sevmek
Beni harcamak olmayacaktı
Sana yüklediğim anlamları
Senmişsin gibi düşünme
Aldanırsın.
Sen o anlamlarla
Sadece bende varsın
Ben seviyorsam
Sen bahanesin

Son aylarda pek çok kişi ‘Seviyorsam’ adlı bu şiirin ve bunun gibi onlarcasının sahibini konuşuyor... Twitter, Facebook gibi sosyal paylaşım sitelerinde Özer Bal’ın şiirleri dönüp duruyor... Ondan ‘Kelime ustası’, ‘Kelime cambazı’ diye bahsediliyor...
Beş tane basılı şiir kitabı var. Ancak internet üzerinde ne Özer Bal (51) ile ilgili bir özgeçmiş ne de kitapevlerinde kitapları bulunabiliyor.
İlk kitabını 1987, son kitabını 1996’da çıkarmış Bal ve sonrası sessizlik...
Kadıköy’de köklü bir mekan olan Karga Bar’ın ortaklarından olan Bal’ı aradım. Çok şaşırdı çünkü şiirlerinin yıllar sonra bu kadar gündemde olduğundan habersizmiş. Kitaplarını basan yayınevi Liman, yayıncılığa ara verdiği için kitapların yeni basımının yapılmadığını anlattı, bir de kendisiyle ilgili özel bilgileri paylaşmaktan özellikle kaçındığını... Böylece şiirlerini cinsiyetsizleştirmek, yazdıklarını gerçekçi kılmak istiyormuş.
Peki ya aradan geçen on beş yılda hiç yeni şiir yazmadı mı Bal?
Yazmış tabii yazmaz olur mu, elinde arka arkaya birkaç tane kitap çıkarabilecek kadar birikmiş şiir var ancak o bunları bizim okuyamıyor olmamızı kendi tembelliğine bağladı. Üç ayda bir basıp 5 bin adet basıp ücretsiz dağıttığı kültür-yaşam dergisi ‘Karga Mecmua’ şimdilik ona yetiyor ama eğer Bal üzerindeki tembelliği atar da şiirlerini yeni bir yayınevine götürürse yakında elimize yeni bir Özer Bal şiir kitabı geçebilecek...
Yazının Devamını Oku

Times Square’de herkes Türkiye’yi konuşuyor

7 Mayıs 2011
Ben de inanamadım ama öyle! Türkiye’nin yeni reklam kampanyası, önünde turistlerin durup fotoğraf çektireceği kadar ilgi çekiyor. Yakışıklı Amerikalı’nın daveti yüzde 24’lük turist artışı sağladı

New York’un her gün dünyanın dört bir yanından gelmiş turistleri ağırlayan ünlü meydanı Times Square... Meydanın göbeğinde de bir Türkiye reklam panosu. Milyonlarca turist önünden geçiyor, duruyor, fotoğraf çektiriyor. Üzerinde dansöz yok, saray yok, kebap yok; arabesk hiçbir öğe, en ufak bir laf kalabalığı yok! Yakışıklı bir genç adam, peri bacalarının altında davetkar bir şekilde elini uzatmış size ve “Misafirimiz olun” diyor, o kadar...
Geçen hafta tatil için New York’a giden arkadaşım aradı; “Buradaki ortamı görsen çıldırırsın. Burada yaşayan Türkler’in de gururu olmuş bu reklam panosu” dedi. Reklam panosunun önünde fotoğraf çektiren Alman turistle de aralarında şu diyalog geçmiş: “Burada ne anlatılıyor, anladınız mı?”, “Evet, bizi Türkiye’ye çağırıyor” “Etkilendiniz mi?” “Evet, az önce konuştuk kendi aramızda, bir sonraki turumuz Türkiye’ye olsun diye...” Arkadaşımın ağzı kulaklarına varıyor.

EMRAH YÜCEL PARMAĞI

New York Kültür ve Tanıtma Ataşemiz Ebru Ejder’i aradım hemen. Bu kampanya için, bizim buralarda ‘Dünyaca ünlü filmlerin afişlerini tasarlayan müthiş Türk’ olarak tanıdığımız Emrah Yücel ile çalışmışlar.
Üstelik New York dışına da onlarca afiş asmışlar.
İyisi mi gerisini kendisi anlatsın:
“ABD 2011 yılı reklam kampanyamızı New York, Los Angeles, Washington DC, Chicago ve Dallas’da gazete, dergi, internet, TV, açık hava billboardları, otobüslerin üzerleri ve metrolarda yer almak üzere ‘Be our quest’ (Misafirimiz olun) sloganıyla başlattık. Kampanyamız büyük ilgi gördü. Buradaki medyadan da hem Türkiye’ye tatile gitmek hem de yayın organlarında Türkiye’yi işlemek üzere pek çok teklif alıyoruz.

Yazının Devamını Oku

Doğum günümde pastadan semazen mi çıkarsam

30 Nisan 2011
Eh çıkmadığı bir orası kaldı çünkü... Ne yana baksam bir semazen, bir sema gösterisi! Mevlana Eğitim ve Kültür Derneği Başkanı Abdülhamit Çakmut, “Bu bir dini ritüeldir. Zamanın, mekanın ve izleyicinin ruhen, bedenen hazır olması gerekir” diyor, kimse dinlemiyor!
Önüm arkam sağım solum sema gösterisi... Otel lobisinde konuk karşılamada, alışveriş merkezi açılışında, önümüzdeki günlerde yurdun dört bir yanında düzenlenecek olan Hıdrellez şenliklerinde... Program şöyle: Güreş etkinliği, Sema gösterisi vs. Bu ne şimdi? Halk oyunları ekibi bile bu kadar çok şenlikte, açılışta, etkinlikte yer almıyor.
Sema gösterisi bir tasavvuf ritüeli değil mi, bir ağırlığı yok mu?
Mevlana Eğitim ve Kültür Derneği Başkanı Abdülhamit Çakmut’a bir sorayım dedim, “Doğum günümde bir semazen çağırsam, pastadan semazen çıksa? “Tabii tabii” dedi. “Çağırın, parasını verin, bir kaset bir kıyafet, gelip onu da yaparlar!”
Abdülhamit Bey bu konuda yaşadıkları büyük sıkıntının altını çizdi: “Bu bir dini ritüeldir. Zamanın, mekanın ve izleyicinin ruhen, bedenen hazır olması gerekir. Otel lobisinde dönülür mü Allah aşkına” dedi ve şunları anlattı:
“Sema da bir çeşit ibadet. Namazı nasıl kafanıza göre kılamazsanız, yeri, zamanı, kuralları varsa, sema da öyledir. İbadet zihniyeti ve ciddiyetiyle yapılmalıdır. UNESCO ve Kültür Bakanlığı defalarca ihtarda bulundu ama yüzlerce dernek var ve bu tür faaliyetlerle para kazanıyor. Bunun denetimini Kültür Bakanlığı, valilik ya da kültür müdürlükleri yapmalı. Ben defalarca dilekçe verdim kendilerine. Ama çıkmaz sokaktayız...

DANSÖZ MU BU!

Üzerine sema kıyafeti giyen 50 liraya, 100 liraya dönüyor. Bu işin piyasası oluştu. Elinde çantasıyla çağrılan yere gidiyor, dansöz gibi üstünü değiştirip, kaseti teybe takıp dönmeye başlıyor. Olacak iş mi! Türk ve İslam kültürüne bu kadar da hakaret olmaz. Semazenler yıllarca manevi ve fiziki terbiye, eğitim alıyor. Onlar nerede dönüp dönmeyeceklerini, semanın anlamını çok iyi biliyorlar ama bazıları bunu para için hiçe sayıyor!”
Peki ya kadın semazen olur mu?
“Olur, tarihte var. Ben seneler önce, dernekte kadın semazen topluluğu kurmuştum. Maneviyatları zengin kadınlardan oluşuyordu. Onların topluluk içinde dönmesi kabul görmez tabii, kendi aralarında sema yaparlar. Ama sonra Hüseyin Top Dede Efendi bana, ‘Bu kadınlar da uygunsuz yerlerde dönmeye başlarsa, gösteriye çevirirlerse bunun vebalinin altından kalkamazsın. Mevlana Hazretleri’nin eli iki cihanda da yakanda olur’ deyince topluluğu lağvettik.”

10 dakikada İstanbul’un üzerinde uçtum

Geçen hafta bir arkadaşım Sapphire’in seyir terasının üzerindeki salonda bir kutlama yemeği verdi. Ardından da “İstanbul’u helikopterle dolaşalım mı” dedi. Biz şaka yapıyor sandık ama hepimizi toplayıp seyir terasıyla aynı kattaki sinema salonu kılıklı bir odaya soktu. Koltuklarımıza oturduk, kemerlerimizi bağladık, gözlüklerimizi taktık ve muhteşem bir şey yaşadık!
10 dakika boyunca İstanbul’un altını üstüne getirdik. Yerebatan Sarnıcı’nda ayaklarımıza sular ve balıklar değdi, Ayasofya’ya girerken kafamızı eğdik... Sultanahmet’te ezan dinledik, Galata Mevlevihanesi’nde sema izledik...
Tek kelimeyle: Büyülendim!
Sky Ride Simulasyon Salonu’ymuş girdiğimiz yer. Sky Ride Eğlence Hizmetleri’nin Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Fatih Kaçır, 2004’te gittiği New York’ta Empire State seyir terasında bindiği simülatörden çok etkilenmiş ve bunu İstanbul’da yapmayı kafasına koymuş. Ve Sapphire açılınca burayla anlaşmış. Hemen Almanya’dan getirttiği bir ekibe üç boyutlu helikopter çekimleri yaptırmış. Bir haftalık çekimlerde tüm sahnelere dokunma, rüzgar, yağmur gibi dördüncü boyut efektleri eklenmiş. Ortaya olağanüstü bir iş çıkmış. Sapphire’in seyir terasından İstanbul’un beton manzarasını izler misiniz bilmem ama Sky Ride’ın yaşayabileceğiniz en sıra dışı deneyimlerinden biri olacağının garantisini verebilirim. Kişi başı 25 lira.
Not: İstanbul öyle eşsiz bir şehir ki, tarihi ve kültürel mekanlarının 10 dakikaya sığması mümkün değil! Dünyaya parmak ısırtacak kadar şahane görselliğin hakim olduğu bu gösterinin süresi uzatılsa keşke... Beyoğlu’nun Cihangir’in, Adalar’ın, Eminönü’nün görüntüleri de eklense...
Yazının Devamını Oku

Baykam’a yardım etmeyenleri yargıladınız mı? O zaman önce bir bu yazıyı okuyun

23 Nisan 2011
Bedri Baykam’a yapılan saldırı sonrası çevredekilerin tepkisizliğine çıldıranlardan mısınız? Siz olsanız ne yapardınız; hemen koşup yardım mı ederdiniz? Yok canım, o kadar da emin olmayın...

Pek çoğumuz gibi ben de Bedri Baykam’ın yaşadığı saldırı sonrasındaki görüntüleri görünce “İnsanlık ölmüş!” nidaları attım. İzleyenler biliyor, Baykam, “Bıçaklandım, yardım edin” diye bağırıyor etrafındaki onlarca kişi sadece bakıyordu. Baykam yoldan geçen bir otomobile binmeye çalışıyor, otomobil sürücüsüyse kapılarını kilitleyerek oradan uzaklaşıyordu. Dışarıdan bakana “Yok artık!” dedirtecek bir fotoğraf vardı ortada.
İNDA’dan uzman klinik psikolog Ayşegül Kalem Ertal’ı aradım. Dedim ki, “N’oldu bize, bu ‘insanlık öldü’ klişesi artık hayatımızın bir gerçeği mi?”
Ayşegül Hanım bambaşka bir açıdan yaklaştı olaya ve derin bir oh çekmeme sebep olan şu açıklamayı yaptı:
“Görünen tabloda yaralı bir insan var ve kimse oralı olmuyor. Böyle bakınca oradaki insanları suçluyor olmak kaçınılmaz bir durum. Psikolojide buna, ‘Seyirci kalanın duyarsızlığı’ diyoruz. Yani, yardıma ihtiyacı olan kişiye yardımcı olmama durumu. Araştırmalar, karmaşık ve telaşlı günümüz dünyasında değerlerimizin, ahlaki anlayışımızın lükse girdiğini gösteriyor. Bir de ‘grup etkisi’ dediğimiz başka bir durum var. Oradaki durum da, yaralanan birine duyarsızlık değil; kimse bir şey yapmadan harekete geçmeme. Kimse harekete geçmeyince sanki yardım gerekmiyormuş gibi sadece seyretmekle yetiniyoruz. Yapılan araştırmalara dayanarak söylüyorum, eğer yardıma ihtiyacınız olduğunda etrafınızda tek bir kişi varsa sorumluluk duygusuyla hemen yardıma koşuyor, yok eğer kalabalıksa etrafınız, harekete geçmek biraz zaman alıyor çünkü herkes bir başkasının harekete geçmesini bekliyor.

YARALI AYAKTA VE BAĞIRIYOR HERKES DURUMDAN KORKUYOR

Bedri Baykam’a yapılan saldırıya gelince, her şeyden önce biz, meraklı ve yardımsever bir milletiz. Bir kaza olur, ‘Yaralıları ellemeyin’ derler yine de karga tulumba onları hastaneye götürmeye çalışırız, bir kaza olur araçlar kaldırılır yoldan ama biz hala durup cam kırıklarını seyrederiz. Burada, ‘İnsanlık ölmüş, herkes kayıtsız kalmış’ gibi bir durum yok; bir anlaşılamama var. Bedri Bey yaşadığı saldırının şokuyla bağırarak yürüyor.
Bir kere kafamızdaki yaralı algısı, yerde yatan biriyle eş: Ama bu olayda kişi ayakta, yürüyor. Bağırıyor ama söyledikleri de tam anlaşılmıyor. Pantolonunun düğmelerini açıyor ama ortada kan yok. Dolayısıyla etrafta kayıtsızlık değil, olayı algılayamama, algılayamadığın duruma hakim olan korku duygusu ve dolayısıyla donakalma hali var. Zaten kısa süre sonra bir kişi harekete geçiyor ve o donakalma hali hemen çözülüyor. Taksi şoförü duruyor filan.

Yazının Devamını Oku

Oscarlık atlatma

16 Nisan 2011
Altın Küre ve Oscar ödüllü Rachel Weisz sık sık İstanbul’a geliyor ama kimse bilmiyor!

Bir arkadaşım geçenlerde İstiklal Caddesi’nde yürürken yanından 5-6 kişilik turist grubu geçmiş. Grubun içindeki bir kadın arkadaşımın dikkatini çekmiş. Hayli tanıdık gelen kadının, Oscarlı oyuncu Rachel Weisz olduğunu söyledi. “Yok artık” dedik. Tamam en son Ben Affleck de İstanbul’a geldi. Son yıllarda dünyaca ünlü oyuncu, şarkıcı ve mankenlerin yolu bir sebepten Türkiye’ye düşüyor ama ‘Cennetimden Bakarken’, ‘Benim Aşk Pastam’, ‘Arka Bahçe’, ‘Bir Erkek Hakkında’ ‘Gün Işığı’ gibi çok izlenen filmlerin yıldızı, Altın Küre ve Oscar ödüllü bir oyuncunun geldiğini atlamış olamayız değil mi?
Atlamışız...
Üstelik Weisz’ın bu Türkiye’ye ilk gelişi de değilmiş. Hemen hemen iki ayda bir sessiz sedasız buraya geliyormuş ve tanınmadan özgürce dolaşmanın keyfini çıkarıyormuş. Yemek için de 360 İstanbul’u tercih ediyormuş çoğunlukla...
Diyeceğim o ki, Beyoğlu’nda filan yürürken yanınızdan geçenlere dikkat edin. Siz “Ne kadar da benziyor” derken, belki yanınızdan geçen tam da O’dur!

Devlet ceza vermedi Allah versin cezasını

18 yerinden bıçakladı eski eşini. Sonra da çıkıp ‘Namus’ dedi. En kolayı o çünkü; erkeksen ve ‘Namus!’ dedin mi akan sular duruyor, en büyük namussuzluğu sen yapsan bile... Belki kızı Tuğba sağlık elemanı olmasa, annesine ilk müdahaleyi yapamasa, Behice Hanım şimdi hayatta olmayacaktı. Behice Hanım hastane yatağından Fox Haber’e konuştu ve daha önce defalarca devlete havale ettiği ama hiçbir sonuç alamadığı eski kocasını Allah’a havale etti bu kez...
Eski eşine ve çocuklarına senelerdir şiddet uygulayan Arap Çetinkaya ise onca hakkındaki şikayete rağmen elini kolunu sallayarak gezdi bunca zaman. Bağıra bağıra “Katil olacağım” diyordu ama kimse umursamıyordu.

Yazının Devamını Oku