Cengiz ÖZDEMİR - Tüm Köşe Yazıları - Sayfa 12

Cengiz Özdemir

Yüzyılları aşan vizyon

6 Haziran 2006
CUMARTESİ günü, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’la Boğaz’a açıldık.<br><br>Başkan Topbaş’ın ilk görev yılında Kültür A.Ş. Genel Müdürü’ydüm. İlk günlerde, içeriden de, dışarıdan da yeni bir dönemin "oturmamışlığı" hissediliyordu.

Geçen iki yıl zarfında, yeni olmanın getirdiği bu hal geride kalmış.

İyi bir icraat çizgisi ve güzel bir iletişim dili yakalanmış.

Bunu üstgeçitlerdeki panolardan davetiyelere kadar, görsel ürünlerin tamamında görüyorsunuz.

Belli ki, bu işler yetkin bir ekibin elinden çıkıyor.

Boğaz gezisinin amacı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin denizdeki örgütlenmesini yerinde tanıtmaktı.

Yeni yasanın verdiği görevler çerçevesinde birçok adım atılmış.

Deniz temizleme araçlarından kıyı temizleme filosuna kadar.

İstanbul’da kıyı şeridinin 161 kilometresinde denize girilebilir olması, müjdeli bir haber.

Bir diğer müjdeli haber ise, Başkan Topbaş’ın Leonardo da Vinci’nin Haliç Köprüsü’ yapma kararı.

Bu köprü kültürel bir anıt.

Beş yüz yıl öncesinden bugüne bir köprü.

Da Vinci gibi bir dáhiyle, II. Bayezid’in ortak hayali.

Yüzyılları aşan bir vizyon.

Türkiye’nin AB ile entegrasyon sürecinde son derece önemli bir simge.

Bu köprü, sık sık "şakulü kayan" Türkiye gündeminde, doğru yönde atılacak evrensel bir adım olacak.

Bize düşen, Başkan Topbaş’ı şimdiden alkışlamak...

* * *

PAZAR
günü ise Turizm ve Kültür Bakanı Atilla Koç ile günübirliğine Hollanda’ya gittik.

Seksenli yıllarda haftada birkaç uçak seferinin yapılabildiği Amsterdam’a, artık günde birkaç sefer var.

Türk turizmi için Hollanda pazarı çok önemli.

Geçen yıl Hollandalıların uçakla çıktıkları tatillerde ilk tercihleri Türkiye’ydi.

Oysa bu yıl yaşanan kuş gribi ve karikatür krizi gibi faktörlerle Hollanda pazarında yara aldık.

Bakan Koç’un ziyaretinin amacı, bu yaraların nasıl sarılacağına ilişkin, Hollanda’daki Türk turizmcilerle görüş alışverişiydi.

Onlar geçen yıl Türkiye’ye 1 milyon 250 bin turist taşıdılar.

Toplantıyı düzenleyen Veyis Güngör de, sektörün duayeni Mehmet Hasançebi de, isimlerini burada sayamadığım salonu dolduran onlarca isim de, Türkiye denince gözlerindeki pırıltı artan isimler.

Bakan Koç, onlara, eskilerin "marifet iltifata tabidir" dediği gibi, bu ziyaret ve yaptığı konuşmalarla Türkiye’nin yanlarında olduğunu gösterdi.

Lahey Büyükelçisi Tacan İldem’in, Amsterdam’daki "Nieuwe Kerk"te aralık ayında muhtemelen Hollanda Kraliçesi Beatrix’in açılışını yapacağı ve dört ay sürecek "İstanbul ve Osmanlı’da Saray Hayatı" sergi projesi ise tek kelimeyle muhteşem.

Hele Kraliçe Beatrix’in bu açılışın hemen sonrasında Ocak 2007’de Türkiye’ye yapacağı resmi geziyi düşünürseniz...

İsviçre’de ise Türkiye’ye gelen turist sayısı bu yıl tam yarı yarıya düştü.

Sebebini hatırlamak ister misiniz?

İsviçre ile oynadığımız rövanş maçında, öncesinde ve sonrasında yaşananlar.

Bütün bunlar bizi sadece futbolda değil, turizmde de küme düşürdü.

"O rezaletin tek suçlusu zaten Mehmet Özdilek’ti (Şifo Mehmet); o da cezasını çekiyor" mu dediniz?

O zaman benim cevabım oldukça kısa olur:

"Külahıma anlatın!"
Yazının Devamını Oku

Başbakan’dan beklenen adım

3 Haziran 2006
BİNBİR cilvesi var hayatın.Kendinizden örneklere bir bakın. Ve düşünün yerinizi, konumunuzu...

"Nereden nereye" diyorsunuz, değil mi?

Hayatta her ikisi de var.

Düşmek de, kalkmak da...

Hani futbol ya da her spor dalı gibi.

Kendinizi en güçlü hissettiğiniz ve kendinize en çok güvendiğiniz bir anda bakıyorsunuz ki yerlerdesiniz...

Daha geçen kış, kayağın keyfini çıkarıyorum.

Öyle bir kayıyorum ki, kendime güvenim had safhada.

Derken ne olduğunu anlayamadan yuvarlanmaya başlıyorum.

Yerden kalkarken aklıma geliyor.

Hayat da böyle...

Kendine en güvendiğin bir anda, yine bir anlık boşluk, seni yerle bir etmeye yetiyor...

Dağda böyle de, denizde, yelkende böyle değil mi?

Alabora olduğunuz anlar, rüzgárla en çok inatlaştığınız, yelkenlerinizi en iyi doldurduğunuz ve aynı zamanda kendinize en çok güvendiğiniz anlar değil mi?

Ya da futboldan bir örnek...

Fenerbahçe’nin bugün düştüğü duruma, "Düşmez kalkmaz bir Allah"tan başka ne söyleyebiliriz?

* * *

Başbakan Erdoğan
eski bir futbolcu.

Siyaseti yorumlarken futboldan verdiği ilginç örnekleri hatırlıyorum.

Ak Parti’nin kuruluşundan hemen önceydi.

Kurucu olarak konuşulan isimler, kamuoyunun beklentilerini karşılamaktan uzaktı.

Afyon’daki toplantıdan İstanbul’a dönünce kendisine sorduk.

Aramızdan futbolla en ilgili isme dönerek, "Kulislerdeki isimleri boşverin. Sürprizlere hazır olun. Futbolda en etkili atak, ani kanat değiştirerek yapılandır" demişti.

* * *

Madem o günlerden söz ettik, farklı iki "fotoğraf"la devam edelim.

Erkan Mumcu, Ak Parti’ye girdiğinde, en popüler partiliydi.

Bugün MÜSİAD’ın genel kurulunda yok; TOBB’daki o meşhur "fotoğraf"ta da.

TOBB’un 2002 yılındaki genel kurulunda konuşturulmayan isim, Ak Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’dı.

Ve o gün kürsüdeki konuşmasında bunun yanlış olduğunu söyleyen ise Anavatan’ın o günkü Genel Başkan Vekili Erkan Mumcu’ydu.

Söz düşmekten ve kalkmaktan açılınca, hatırlatmak istedim...

* * *

Peki, eski albümleri niye karıştırıyorum?

Cumhurbaşkanlığı seçiminin Türkiye’yi gereceğini görüyorum.

Hem de siyasi, ekonomik ya da sosyal "yırtılmalar"a sebep olacak kadar...

Başbakan Erdoğan çok güçlü ve gücüne güveniyor.

Böylesi anlar, hayatın en zor anları...

O halde benden de futbolla karışık bir tespit.

Başbakan Erdoğan skora güvenerek "zamana" oynuyor, "top çeviriyor".

Bunun doğru olmadığını "Herr Daum" bize gösterdi.

On bir ay uzun zaman.

Kamuoyu Başbakan’dan bir adım bekliyor.

Belki "ani bir kanat değiştirme", belki bir başka hamle.

Beklenen adım, neden iki turlu bir seçimle Cumhurbaşkanı’nı halkın seçmesi olmasın?
Yazının Devamını Oku

Aslında ne olmuş biliyor musunuz?

30 Mayıs 2006
KOMPLO teorileri hakkında siz ne düşünüyorsunuz?<br><br>Bu teorilerin kolay müşteri bulduğu ülkeler arasında, Türkiye en üst sıralardadır. Her olayın ardında komplo aramakta o kadar mahiriz ki...

Bazen bu, "öküzün altında buzağı aramaya" kadar varıyor.

Öyle teoriler duyuyorsunuz ki, küçük dilinizi yutmamak mümkün değil.

Son iki yıldır, sorumluluk üstlendiğim kuruluşlarla ilgili olanlarını duydukça, aslında bayağı bir alışmıştım.

Demek ki kolayı bu diyordum.

Bir yanda yapanlar var.

Öte yanda yazanlar.

TMSF satışa çıkarmadan önce Star Medya Grubu ihalesiyle ilgili ne teoriler uçuşuyordu...

Koca koca adamlar, en yukarıdaki isimlere dayandırdıkları "bilgilerle" ortalıkta cirit atıyordu.

Bu satış açık artırmayla yapılmayacak mı diye soruyor ve ekliyordum.

Bir lira da olsa fazla veren almayacak mı?

Onlar ise bilgiç bir edayla, "siz anlamazsınız" gibilerden bakıyorlardı.

Sonuçta ihale tamamlandı; kazananlar belli oldu.

Bu kez teoriler değişti.

Artık yenileri ihale onay sürecine ilişkindi.

Duyduklarım karşısında, "Allahım, aklıma mukayyet ol" diye dua eder olmuştum.

Derken Doğan Grubu’na ilişkin yeni teoriler yoğunluk kazandı.

Aslında neler olduğu, hem de bana anlatılıyordu!

Sonrasında Doğan Yayın Holding’de sorumluluk aldım; bu köşede yazmaya başladım.

Bu sefer de Aydın Doğan’ın kahramanı olduğu komplo teorileri arttı.

Tam bu sırada, Ertuğrul Özkök bir konuşmasında bakın ne anlattı?

Hürriyet’in 58. kuruluş yıldönümü töreniydi.

Hanzade Doğan, üniversitede yaptığı bir toplantıda, gençlerden aldığı bazı yorum ve soruları Ertuğrul Özkök’e aktarmış.

O da dinlediklerinin kendisini hiç şaşırtmadığını söylemiş.

Bize de anlattı ve gençlik yıllarında kendisinin de aslında farklı düşünmediğini ekledi.

Demek ki, "Bildiğiniz gibi değilmiş. Aslında ne olmuş biliyor musunuz?" diye başlayınca, özellikle gençlere birçok "hikáye" anlatılabiliyormuş.

Hürriyet bugün 58 yaşında.

Her yeni gün yeniden "pazara" çıkıyor.

Pazara çıkmak zordur.

Ürününüz tezgáhtadır.

Sağından, solundan çekiştirilir; iyice bir didiklenir.

Ya beğenilir ve satılır; ya da kabul görmez, iade edilir.

Hürriyet, 58 yıldır her gün bu sınavdan alnının akıyla çıkıyor.

Satış rakamlarındaki öncülüğü, ticari kárlılığı ve tartışılmaz etkisi ortada.

Bu medya alanından sadece bir örnek.

Hal böyleyken, "bazıları" neden sonuçlara bakmaz da, hálá sadece komplo teorilerine kafa yorar ya da kulak kesilir?

* * *

Komplo teorilerine hiç prim vermedim. Son iki yılda kendi tanık olduklarım, bu tavrın doğruluğuna olan inancımı pekiştirdi.

Danıştay’daki menfur saldırı sonrasında ortaya saçılan teorilere de mesafeli durdum.

Hem de yetkililerin ima dolu "bilgilerine" rağmen...

Bugün o derin iddiaların çürüdüğünü görüyoruz.

Bu yazım, elektronik postalarla aldığım yorum ve sorulara da cevap olsun.

Bırakın artık bu komplo teorilerini...

Unutmayın ki, zaman her şeyin doktorudur.
Yazının Devamını Oku

Siz hiç öldünüz mü?

27 Mayıs 2006
BOŞUNA denmemiş.Ateş düştüğü yeri yakıyor. Yakınınıza düşerse fark ediyorsunuz.

Yoksa...

O kadar uzaksınız ki.

Sahi, Danıştay saldırısında kaybettiğimiz hákimin adı neydi?

Unuttunuz değil mi?

Eşini düşünün bir de.

Ya da cenaze töreninde onun iki elinden tutan iki oğlunu.

O metanetten ibret alan var mı?

Herkes laf yetiştirme yarışında...

Altta kalırım endişesi içinde bir didişmedir gidiyor.

Hiçbir bilgim yok; ama yanılmadığımdan da eminim.

Ele güne gösterdikleri o metaneti, sayenizde onlar da sürdüremiyordur.

En menfur saldırıya bir sürü "ama" sokuşturanlar, onlara yaslarını yaşamayı bile çok görüyorlar.

* * *

Evvelki gün Caddebostan Kültür Merkezi’nde "Suat Kaptan Kızıldeniz’de" fotoğraf sergisinin açılışındaydım.

Onu da kaybettik.

Aslında çok olmadı.

Ama ne çabuk unutuldu.

Ölüm, onu uçsuz bucaksız denizlerde bulmadı.

Bağdat Caddesi’nde buldu.

Gece yarısı bir araba çarptı.

Suat Kaptan o anda ölmedi.

Onu öldüren, yaralı yatarken bir Allah’ın kulunun ilgilenmemesiydi.

Ve tek bir görgü tanığının çıkmaması.

Onu, kazadan sonra sürücünün kaçması öldürdü.

O, ne açık denizlerde, ne de masmavi derinliklerde, çaresiz bir yalnızlığı hiç yaşamamıştı ki...

* * *

Ölüm hak.

Er ya da geç hepimizi bulacak.

Kaybettiklerimiz için sorumluluklarımız var.

Elimizden hiçbir şeyin gelmediği anlarda susmak boş konuşmaktan iyidir.

Ve en yalın saygı ifadesidir.

* * *

Bu hafta sonunda benim yaptığımı yapın.

Suat Kaptan’ın, Kızıldeniz’de çektiği fotoğraflara "dalın" ve düşünün.

Bir bizi ve halimizi düşünün; bir de su altında bile "rengárenk" süren hayatı...

Ya da www.suatayoz.com internet adresini ziyaret edin.

Kafanızı patlatırcasına düşünün...

Nerelerde, hangi yanlışları yapıyoruz?

Bırakın artık sadece kendinizi, konumunuzu düşünmeyi.

Biraz olsun öleni düşünün; ölümü düşünün...
Yazının Devamını Oku

’Derin devlet’ nerede yok ki?

23 Mayıs 2006
TIMES Gazetesi’nde özel bir haber gördüm.Batılı ülkelerin "derin devlet"ini anlatan bir haber. Almanya, Fransa ve İtalya’nın, Irak’taki rehineleri kurtarma çabalarını anlatıyor.

Yapılanlar sadece rutin yazışmalardan ibaret değil.

Siyasilerin, hayatını kaybeden rehine yakınlarının "acılarını paylaştıkları" gazete fotoğraflarından söz etmiyorum.

Saydığım ülkeler, son 21 ayda rehineler için 45 milyon dolar fidye ödemişler.

"Resmen" kabul etmiyorlar.

Biliyoruz ki, bundan sonra da etmeyecekler.

Oysa, Irak’ta rehine pazarlıklarını yürüten yetkililer aksini söylüyorlar.

Kurtarılan her bir rehine için, 2.5 ila 10 milyon dolar arası fidye ödenmiş.

Ne zaman ki, ilgili istihbarat kuruluşlarının tepe yöneticileri emekli olacak...

O zaman, onların hatıratlarında bunları okuyacağız.

Bizde hatırat yazma geleneği farklıdır.

Yazarın tanık gösterdiği her isim ölmüştür.

Ya da, ölenleri tanık göstermek zahmetsizdir.

Ne de olsa kaleminizi daha rahat sallarsınız!

* * *

Türkiye
’nin "türbülansa" girdiği her dönemde, "derin devlet" tartışmaları artar.

Bizdeki farklıdır; onlardaki farklı.

Onlar için önemli olan vatandaşlarıdır.

Dünyanın öbür ucunda bile olsa, önce vatandaşları ve onların huzuru gelir.

Deriniyle ve derin olmayanıyla devlet, vatandaşı içindir.

Bizde biliyorsunuz, öncelikle kanun önünde her vatandaş eşittir.

Bazıları ise "biraz daha eşit!"...

Ama asıl önemlisi, esas olanın insan olduğunu sık sık unutur veya hiç hatırlamayız.

Türkiye, bugün yine bir "türbülansın" içinde.

Böyle ortamları çok seviyoruz.

İstikrarlı bir rotada seyretmek, bizi kesmiyor.

El birliğiyle bozmayı beceriyoruz.

Gündeme bakınca aklıma Özal geliyor.

Politika belirleme ve gündem yönetmekteki mahareti.

İngiltere’den bir örnek.

İktidardaki İşçi Partisi’nin politikalarını belirleyen "Ulusal Politika Forumu"na Nilgün Canver seçilmiş.

Canver, eğitimden suçla mücadeleye, kültür ve sanattan insan haklarına kadar pek çok konuda hükümete öneriler hazırlayacakmış.

* * *

Özal
’ı farklı ve başarılı kılan buydu.

Her kesimden, farklı isimlerden besleniyor ve bu yolla politika belirleyerek gündemi iyi yönetiyordu.

Biliyorum ki, gündem belirleyen bir Türkiye iddiası, sizi de beni de heyecanlandırıyor.

Oysa bugün yaşadıklarımızı görünce, ister istemez "keşke" diyorum...
Yazının Devamını Oku

Onların gençlik yıllarını bizimkine çevirmeyin!

20 Mayıs 2006
ORTALIKTA kirli, puslu bir hava var. Biz, bugün 40’lı yaşlarda olanlar, bu "hava"yı iyi biliriz.

Bu "ortam"ı da...

Önce bir tespit.

Ankara’daki bir cinnet saldırısı değil.

Danıştay’ın İkinci Daire Başkanı ve üyeleri, çalışırken saldırıya uğruyorlar.

Bakmayın siz bu menfur saldırı üzerinde "bahis" oynayanlara...

Birilerinin bu olayı siyasi çıkara dönüştürme gayretlerine...

Veya başkalarının siyasi zarara uğramamak için anında "provokasyon" diye yaftalamalarına...

Şurası kesin.

Bu olay, bugünkü ortamın bir ürünüdür.

Her şey, ama her şey kendi ortamında yeşerir.

Bu kural tek tek canlılar için de geçerlidir.

Bütün bir toplum için de...

"Sevgi"yi yeşerten de ortamdır.

"Nefret"i de.

Ama farklı ortamlar...

Kavak başka bir ortamda yeşerir.

Erguvan bir başka...

* * *

Saldırı sonrasında yapılan açıklamalar, daha da çirkin.

Herkes, meşrebine göre birtakım saptamalar sokuşturmuş.

Onlar bizlerle yaştaş veya daha yaşlı.

Merak ediyorum.

Sokuşturduklarına kendileri inanıyorlar mı?

Diyelim ki, bu bir provokasyon.

Bunun bile sebebi, onun yapılmasına uygun ortam değil mi?

İktidar da sorumluluk ister; muhalefet de.

Her mikrofona uzun uzadıya verdiğiniz eskimiş ve yanlış örneklerden gına geldi.

Çözümsüzlük ve gerginlikten bıktık.

Yeni kuşaklar ise hiç istemiyor.

Onların arayışları çok daha farklı.

Geçen hafta, AKP İstanbul İl Başkanı Mehmet Müezzinoğlu’nun konuğuydum.

Gençlerin geleceği konuştuğu iki toplantıya katıldım.

Hatta birisi Başbakan’ın doğduğu Kaptanpaşa Mahallesi’ndeydi.

Onlar okumak, spor yapmak istiyorlar.

Milletvekili seçilme yaşı neden 25’e indirilmez diye soruyorlar.

Siyasi bir hakkın diğer talepleri için kolaylaştırıcı olacağının farkındalar.

Onların gençlik yıllarını, bizimkine çevirmeyin!

* * *

Bir Çin atasözü, "En güçlü olan sudur" diyor.

İnatla yapılan güç denemelerini bitirin artık.

Yeri geldiğinde su gibi akabilmek, esasen çözümün de parçası değil mi?

Amacınız bir yerlere varmaksa...

O su ki, karşısına çıkan en çetin kayalıkta bile, uygun bir yol bularak, neticede hedefine ulaşmıyor mu?
Yazının Devamını Oku

Da Vinci’nin Haliç Köprüsü’nü Norveç’te ararken

16 Mayıs 2006
NORVEÇ’te Leonardo da Vinci’nin Haliç Köprüsü’nü arıyoruz.<br><br>Yıl 2003, yanımda Enver Yılmaz var. O şimdi Kanadalı CanWest’in Türkiye’de aldığı radyoların yöneticisi.

Heyecanlı ve farklı duygular içindeyiz.

II. Bayezid, Leonardo da Vinci, Haliç ve Norveç’in Aas kasabası...

Ne ilgisi var diyeceksiniz?

Bir kütüphane çalışanına köprünün yerini sorduğumuzda, onda da benzer bir heyecanı fark ediyoruz.

II. Bayezid’in isteğiyle Haliç için 1502 yılında bir köprü çizen Leonardo da Vinci’nin bu çizimi, 2001 yılında Norveç’te gerçekleştirilmiş.

Başkent Oslo’nun otuz kilometre güneyinde, Aas kasabasında.

Mimarı Veb’yurn Sand.

Bir yaya yolu, otoyol üstgeçidi olarak yapılmış.

Tasarımı, farkını hemen ortaya koyuyor.

Köprünün kitabesinde "biz" varız.

Kıskanarak ama utanarak söylüyorum.

Norveçliler, bizim çoktan yapmamız gerekeni yapmışlar.

Köprünün öyküsünü de hiç komplekse düşmeden kitabeye yazmışlar.

Leonardo’nun köprüsünü, Enis Berberoğlu hatırlattı.

Başbakan Erdoğan’ın Bali yolculuğunda köprüyle ilgili söylediklerini yazmış.

Başbakan, bu konuda Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’a talimat verdiğini söylüyor.

Beş yıldır üzerinde çalıştığım bu projeyi, Başbakan Erdoğan’la da, Başkan Kadir Topbaş’la da defalarca görüştüm.

Fatih Altaylı’nın Başbakan’la çıktıkları bir İtalya yolculuğundan sonra, "havalı bir İstanbul projesi" olarak yazdığını hatırlıyorum.

Altaylı o yazısında ayrıntı vermemişti.

Ama o projenin bu olduğunu, Sayın Başbakan’dan biliyorum.

Köprüyü ilk olarak Hıncal Uluç’la konuşmuş ve daha o zaman bile ne kadar heyecanlanmıştık.

Norveç’teki köprüyü bulunca, özellikle iki kişiyi hemen telefonla aradım.

Aradıklarım, ilgi ve heyecanlarını iyi bildiğim Hürriyet’ten Ersin Kalkan ve Sabah’tan Hıncal Uluç’tu.

İşte köprünün kitabesindeki yazı:

"Leonardo da Vinci’nin 1502’de bir vizyonu vardı: Dünyanın o güne kadar gördüğü en büyük ve en güzel köprüyü inşa etmek.

Köprü, kavis şeklinde Konstantinopol’den Pera’ya 240 metre uzunluğunda olacaktı.

Fakat projeyi ısmarlamış olan Türk Sultanı II. Bayezid, projenin boyutlarından telaşa kapıldı ve köprü asla hayata geçmedi.

Leonardo’nun Sultan’a yazdığı mektup 1950’lerde gün ışığına çıktı ve köprüyü inşa etmenin mümkün olabileceği düşüncesi herkesi heyecanlandırdı.

Leonardo’nun 500 yıl önce çizdiği eskizlerin temel çizgileri onun sanatının zamanlar üstü olduğunun kanıtıdır.

Köprü, Rönesans bilim, sanat ve hümanist düşüncesinin en büyük ve en güzel yönlerini, bir anlamda semavi ve dünyevi olanın birleşmesini temsil etmektedir.

Geleneksel Norveç mimarisini modern ahşap teknolojisiyle tamamlamaktadır.

Köprü aynı zamanda geleceğin çevresini korumaya yönelik bir pilot projedir.

Bu projenin amacı, Leonardo Köprüsü’nün her kıtada inşa edilmesi ve ulusları ve insanları bir araya getirmesidir."

Leonardo
’nun Haliç Köprüsü’nü asli yerinde gerçekleştirecek proje üzerinde mimar Bülent Güngör gece gündüz çalışıyor.

Köprünün Norveç’teki mimarı Veb’yurn Sand’la yakın ilişki içindeler.

Heyecanlarını da, tecrübelerini de paylaşıyorlar.

Kendisi de mimar olan Kadir Topbaş’ın, meslektaşı Bülent Güngör’le birlikte yaptığı çalışmaların sonuçlanmasını sabırsızlıkla bekliyoruz.

Bu köprü, Haliç’in dünya ölçeğinde bir kültür vadisine dönüşmesi için önemli bir adımdır.

Avrupa’nın Kültür Başkenti İstanbul içinse, evrensel bir anıt olacaktır.
Yazının Devamını Oku

’O fotoğraf’ ve ’öteki fotoğraf’...

13 Mayıs 2006
TÜRKİYE, bir haftadır "O fotoğraf"ı konuşuyor.Atatürk’ün evinde çekilen fotoğrafı. Önce bir hakkı teslim edelim.

Başbakan Erdoğan’ın ziyareti sırasında, Selanik’teki evin bahçesi hıncahınç doluydu.

Onlarca basın mensubundan sadece bir kişi, TRT’nin, Anadolu Ajansı’nın ve Başbakanlığın fotoğrafçılarının yanında içeri girmeyi başarmış.

O isim, Lütfü Karakaş.

Doğan Haber Ajansı’nın Edirne Büro Şefi.

"O fotoğrafı" çeken Lütfü Karakaş.

Yılın gazetecilik ödülünü Lütfü Karakaş’ın alacağını bugünden tahmin etmek, çok da güç değil.

* * *

Artık neredeyse belleğimize kazınan bu fotoğrafa, gelin bir başka açıdan bakalım.

Başbakan Erdoğan, anı defterindeki o sayfayı dönüp dönüp incelerken, yanındaki görevlilerin ne yaptıklarını hiç merak ettiniz mi?

Dışişlerinde görev yapanları saymasak bile, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’na otuza yakın "görevli" refakat ediyor.

Yol olur diye korkarak yazıyorum.

Bizde eskiden de böyleymiş.

Ortalama bir Osmanlı paşası, 350 kişiyle gezermiş!

Refakatçi bolluğuna karşın, Başbakan Erdoğan o fotoğrafta yalnız...

En yakınında Devlet Bakanı ve AB Başmüzakerecisi Ali Babacan var.

Yüzündeki ifadeye dikkat edin, o aslında başka bir álemde.

O, her patlayan flaşta takındığı "klasik Ali Babacan pozunda"...

Fotoğraftan bile okunan Başbakan’ın ruh hali de, "ATAM" başlıklı bildiri de onu hiç etkilemiyor.

Dudaklarını kıpırdatmamaya özen gösteriyor.

Birisi ona her fotoğrafta tebessüm etmesini öğütlemiş olmalı.

Oysa yüzündeki ifade, tebessüm veya gülümseme değil ki...

Neyse...

Bu fotoğrafta "güç" var.

Bu fotoğrafta "hesap" var...

* * *

Gelelim "Öteki fotoğrafa"...

Daha bir eski.

Ama henüz unutulmamış.

Fotoğraf karesindeki herkes, Başbakan Erdoğan gibi.

"Bir tavrın" adamı.

Patlayan flaşlar veya güç umurlarında değil.

Ama asıl önemlisi, zaman zaman yazdığım gibi, "öteki fotoğraf" esasen bugünkünün varlık sebebi.

Zamanın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı, okuduğu şiir dolayısıyla máhkum edilmiş.

İşte o basın toplantısının fotoğrafı bu.

Hemen yanında Refah Partisi’nin önemli bir ismi duruyor.

Grup Başkanvekili Abdüllatif Şener.

Orada bulunuyor olması, o gün için de "aykırı" bir tavır.

Demek ki, "huy" çıkmıyor.

Dün Hoca’nın yanındaki Şener, bugünkünden farklı değil.

Sadece işine geleni söylemiyor.

Veya hesapla susmuyor.

Halbuki Erdoğan’ın aldığı ceza, Refah Partisi yönetimini çok da rahatsız etmemişti.

O gün, o fotoğrafta yer alanlar, "kamu vicdanı"nda yer buldular.

"Güç" de, "hesap" da, "Öteki fotoğraf"tan çok uzaktı...
Yazının Devamını Oku