Cengiz ÖZDEMİR - Tüm Köşe Yazıları - Sayfa 11

Cengiz Özdemir

Kim demiş, ne demiş?

4 Temmuz 2006
MESUT Yılmaz siyasete dönebileceğini söylemiş. Bu sözler akla önce Anavatan’ı getiriyor.

Ancak köprülerin altından çok sular aktığını artık herkes görüyor.

Yılmaz, siyaset için oldukça rahat bir isim.

Sıkıntıdan pek hoşlanmadığını dün belli ediyordu.

Anlaşılan o ki, bundan sonra da sıkıntı çekmeye hiç niyetli değil.

Yüzde onluk bir partide, genel başkanlık gibi bir düşüncesinin olamayacağını buyurmuş.

Sözlerinden anlaşılıyor ki, baraj altına düşüreceği yeni bir parti arıyor.

Bu millet bu kadar da mı unutkan?

O zaman bir hatırlatma...

Anavatan’ı, hem de bugünkü Genel Başkanı Erkan Mumcu’nun canhıraş ikazlarına rağmen baraj altına düşüren kimdi?

Konuşmasından anlaşılan tarife gelince...

Bugün, bu tarife sadece Ak Parti uyuyor.

Orada ise, böyle bir talebin rüyasına bile izin vermezler...

* * *

Deniz Baykal
, "Erdoğan, Köşk’e çıkamaz" demiş.

Baykal diyor ki, "Erdoğan şaibeli". O nedenle çıkamazmış.

Baykal’ın elinde bir "şaibe ölçer" olmalı.

Ve de oldukça ayrıntılı bir kullanım kılavuzu...

Hangi görev, ne kadar şaibeyi kaldırır...

Hangisi ne kadarı taşıyamaz diye.

Hatırlayın, CHP Genel Başkanlığı’na aday olan Mustafa Sarıgül için de gerekçesi aynıydı.

Oysa yapılması gereken son derece basit.

Deniz Baykal, Başbakan Erdoğan hakkında da, bir başka isim hakkında da bildiklerini delilleriyle birlikte adli mercilere aktarmak borcundadır.

Doğrudur; seçmen, Deniz Baykal’ı muhalefetle görevlendirmiştir.

Fakat muhalefet liderliği başkadır; hafiyelik ise bambaşka...

* * *

Rahşan Ecevit,
ittifak için Ak Parti’ye de gideceğini söylemiş!

Bülent Ecevit’e saygıdan, kendisinin yaşına, başına ve hanımlığına hürmetten yüzüne karşı açıkça söylenemiyor olabilir.

Artık uygun bir lisanla anlatılmalı ve o da anlamalı ki, söz gümüşse sükût da altındır.

Zaten lafın tamamı da deliye söylenir...

* * *

Başbakan Erdoğan, kimin, hangi haberi, niçin yaptığını zamanı gelince açıklayacağım demiş.

Ve üç ay önceki örnekle devam etmiş.

"Meyve olgunlaşmadan koparılmaz..."

Tekrarladığı bu imayla, haberlerin arkasında bir grubun talepleri var demek istiyor.

Oysa bu üslupla bir grup hedef alınamaz.

Olsa olsa haber masasının etrafında oturan gazeteciler hedef alınır.

Onlar töhmet altında bırakılır.

"Gazete" ile "bülten"i bir diğerinden ayırır ve herhangi bir "bülten"i "gazete" kabul etmezsek, Başbakan biliyor olmalı ki, bütün gazetelerde, her bir haber, her gün tazelenen bir heyecan ve meslek ciddiyeti içinde masaya yatırılarak tartışılır ve ancak sonrasında sayfaya taşınır.

O nedenle, Başbakan Erdoğan’ın gazetecileri hedef alan bir kasıtla konuşmuş olabileceğini düşünemiyorum.

Sanırım birileri Başbakan’ı yanlış bilgilendiriyor.

O zaman birileri de, o masalarda haber seçiminin nasıl yapıldığını Başbakan Erdoğan’a anlatmalı.
Yazının Devamını Oku

Gerçek, acı ve yakıcıdır

1 Temmuz 2006
GERÇEK, çoğu zaman yüzleşilemez derecede acı ve yakıcıdır. Hemen hepimiz böyle bir yüzleşmeden kaçarız.

Ertelemeyi, ötelemeyi yeğleriz.

Gün gelir, bıçak kemiğe dayanır.

Bazen kaçılan gerçeği en sarsıcı biçimde söylemek gerekir ki, doğru anlaşılsın...

Deniz tarihçisi Ali Haydar Emin Alpagut’un yaklaşık yüz yıl önce söyledikleri, tam da böyle sözler...

Alpagut diyor ki, denizler tükenmez bir zenginlik ve güç kaynağıdır.

Biz denizci bir millet olmayabiliriz.

Ama öyle bir coğrafyadayız ki, burada ancak stratejik, politik ve ekonomik gücüyle denizlere hákim bir millet yaşayabilir.

Bu coğrafya, kendisine böyle bir sahip buluncaya kadar keşmekeşten kurtulamaz.

İnsanlar tabiatın kurallarına uymadan yaşayamazlar.

Türkler, ya denizci olmaya, ya da eski vatanlarının kızgın çöllerinde çobanlık etmeye mahkûmdurlar!..

Alpagut’un sözleri sarsıcı değil mi?

* * *

Bugün, Denizcilik ve Kabotaj Bayramı. Kim bu bayramın farkında?

Bu ülke iki yarımadadan oluşmuyor mu?

Kara sınırlarının üç katından daha uzun, dünyanın en güzel kıyıları bu ülkede değil mi?

Böyle bir ülkede sırtını denize çevirerek daha ne kadar yaşanabilir?

Bu bayram, seksen yıl önce sahillerimiz arasında kendi gemilerimizin yük ve eşya taşımacılığı yapma hakkını kazanmış olmasının bayramı.

Peki kazanılan bu hakkı ya da avantajı, doğru kullanabiliyor muyuz?

Tek kelimeyle hayır.

O zaman neyin bayramı bu?

Bugün yine resmi törenler yapılacak.

Böylesi bir yaz gününde protokol müdürlerinin duymadığı azar kalmayacak.

Rauf Tamer’in "O Kafa" dediği anlayış için "kutlanan" basit bir formaliteden ibaret.

Kutlamanın kendisine gelince, işte asıl olan o!

O yüzden bizde yapılan kutlamalarda kürsüye çıkan, katılan protokolü doğru bir biçimde sıralayarak selamlamak ve sözlerine öyle başlamak zorunda!

Neden?

Dünyanın neresinde böyle bir uygulama kaldı?

* * *

Siz bugünü gerçek anlamda denize ayırın.

Dikkatle bakınca farkına varacaksınız.

Türkiye için sayıları çok az da olsa, bugün denizler bembeyaz yelkenlilerle, motorlu teknelerle dolu olacak.

Televizyonlar ile gazetelerdeki o küçücük haberleri izleyin ya da okuyun.

1 Temmuz Denizcilik ve Kabotaj Bayramı, beni çocukluk yıllarıma götürdü.

Doğum yerim Hereke’nin bir sahil kasabası olması şansımdı belki.

"Optimist"ten "Şarpi"ye kadar her yelkenli sınıfından tekneler süslerdi körfezi...

"Tek Çifte"den "Sekiz Tek"e kadar da kürekli tekneler...

Yıllarca yelken yaptım; Milli Takım’a seçildim.

Başka ülkelerde yarıştım.

Bugün geriye bakıp İzmit Körfezi’nde yapılan dünya şampiyonasını düşünüyorum.

Bir de bugünü...

Sadece bir adım daha ileride olsak gam yemem.

Bugün denize gidin.

"Onlar"ın zaten protokol gereği yaptığı konuşmaları, protokol gereği alkışlayanlardan olmayın.
Yazının Devamını Oku

Kırkpınar’da kim kazanacak?

27 Haziran 2006
TARİHİ Kırkpınar Güreşleri bu hafta sonu yapılıyor. Bu sene 645’incisi yapılacak güreşler için başta Kırkpınar Ağası Adem Tüysüz ve Edirne Belediye Başkanı Hamdi Sedefçi olmak üzere bütün ilgililer kollarını sıvamış durumdalar.

Geçen yılki güreşleri Star TV’den canlı yayınlamıştık.

Bu güreşlere çok da ilgisiz sayılmam.

Fakat bu kadarcık ilgiden ya da yazımın başlığından yola çıkarak, başpehlivanlığa dair tahminlerimi beklemeyin.

Benim merakım başka...

CHP’nin geçen yıl yapılan kongresini hatırlayın.

Orada karşı karşıya gelen Genel Başkan Deniz Baykal ile Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül, hafta sonunda Kırkpınar güreşlerini izleyecekler.

On binlerce kişinin onlara göstereceği ilgi ve coşku, bir anlamda da bir "kamuoyu yoklaması" olacak.

Biliyorsunuz, gazetelerde yayınlanan anketlerin en iddialısı bile, çok çok birkaç bin kişiyle yapılıyor.

Kırkpınar’da Baykal ile Sarıgül’ün halktan görecekleri ilgi, onların toplumdaki karşılıkları konusunda ciddi bir ipucu verecek.

Türkiye’de siyaset, halkın iradesine ipotek konularak yapılıyor.

En demokrat geçinen partide bile, biraz güçlenilip iktidara yaklaşılınca parti içi demokrasiden eser kalmıyor.

Hele iktidara gelir ya da ortak olunursa, parti içi demokrasi iyiden iyiye askıya alınıyor.

Bütün gözler, genel başkanın işaret parmağına ya da en ufak bir imasına odaklanıveriyor.

Gözünüzde büyüttüğünüz siyasiler vardır mutlaka.

Umarım bir gün, herhangi birinin genel başkanlarıyla yakın diyaloglarına tanık olmazsınız...

Gelişmiş dünyada siyasi partiler, "çatışma yönetimi"yle bile güçlerini artırmayı hedefliyor.

Yönetimin yerini "yönetişim" alıyor.

Amaç, bütün taraf ve katmanların katılımıyla karşılıklı etkileşimi en üst düzeyde tutmak.

Bizde ise hálá il delegelerini bile genel başkanlar seçiyor.

Neden mi?

Ne olur, ne olmaz...

Halkın kimi seçeceği belli mi olur?

Ya "yanlış" adamlar seçilirse!

Nasıl oluyorsa, hem aynı partiden, hem de yanlış!

Her zaman olduğu gibi, halkı böylesi bir yanlışlıktan kurtarma sorumluluğunu, genel başkanlar cansiperane bir fedakárlıkla üstleniyorlar!

Örgütün zaten yegáne işi "lideriyle gurur duymak" ve Türkiye’nin de aynen öyle düşündüğünü hançeresi yırtılırcasına haykırmak...

Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ün hafta sonunda Samsun’da katıldığı programlara ben de davetliydim.

Sarıgül, bu işi ucundan tutmuyor.

Meydan okuyor.

Sarıgül’le ilgili olumlu ya da olumsuz pek çok şey duymuş olabilirsiniz.

Hakkı teslim edilmesi gereken bir tarafına değineyim.

Siyaset, netice alma sanatı.

Bir Antalya’da bile seçim kaybeden CHP’yi düşünün.

Bir de CHP Genel Başkanı tarafından "yok sayılan" Mustafa Sarıgül’ün, Şişli’de yapılan her anketten bugün hálá tartışmasız ezici üstünlükle çıktığını...

Samsun’da, Kutlukent Belediye Başkanı Hayati Tekin’in yaptırdığı Atatürk’ün doğduğu evin açılışındaydık.

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal da, Samsun’daki milletvekilleri de yoklardı.

Siyasi arena git gide ısınıyor.

Başbakan Erdoğan, Anadolu’daki siyasi çalışmaları ihmal etmiyor. Mehmet Ağar, Erkan Mumcu, Devlet Bahçeli ve Mustafa Sarıgül de...

Bazıları ise yıllardır halk adına onun iradesini kullandıkları yetmezmiş gibi, masa başında süslü püslü siyasi senaryolar yazmaya devam ediyorlar.

Oysa unutulmamalı ki, "tarlada izi olmayanın hasatta gözü olamaz!"
Yazının Devamını Oku

THY’yi kim zarara uğrattı?

24 Haziran 2006
2003 yılı şubat ayında Davos’tayız. Türkiye, hükümetiyle, iş dünyasıyla ve medyasıyla orada.

Bir akşam yemeğinde buluştuk.

Cem Kozlu iki ayrı kuruluşun yöneticisi.

Sohbet Coca-Cola’dan ziyade THY çerçevesinde şekilleniyor.

Hatırlatmaya devam edeyim.

O günlerde en yetkili isimler, Cem Kozlu’dan THY’deki görevini sürdürmesini istiyorlar.

Kabul ediyor ama 11 Eylül ve 2001 mali krizlerini başarıyla göğüslemiş yönetim kadrosunun korunması koşuluyla.

Sonrası biraz garip.

Görevi sürdürmemesi için olsa gerek, onu rahatsız edici "küçük" şeylere tevessül ediliyor.

Bir süre sonra da birlikte çalıştığı THY Genel Müdürü Yusuf Bolayırlı görevden alınıyor.

Ona göre, bir anlamda ciddi bir havacılık deneyimi ile uçuş güvenliğinin sigortası kayboluyor.

Sonunda Cem Kozlu huzurla çalışamayacağını anlıyor ve kurumdan ayrılıyor.

Başlı başına bu tavır bile önemli.

İnsanların koltuğa yapıştığı, mahkeme kararlarıyla makamlarını, koltuklarını korumaya çalıştıkları bir ülke burası.

O nedenle, görevden kendisi ayrılan veya istifa eden birini görünce iyice dikkat kesilirim.

Böyle örneklerle sık karşılaşamayacağımı bilirim.

Bir Cem Kozlu’nun Coca-Cola’daki görevinden ayrıldığında düzenlenen akşam yemeğini düşünüyorum.

Bir de THY’den ayrılışını...

Bugünlerde THY çok fazla konuşuluyor.

Başbakan Erdoğan da, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım da, yapılan eleştirilere önyargısız yaklaşıyorlar.

İşte tam bu ortamda, bazı gazetelerde Cem Kozlu’nun THY’yi nasıl zarara uğrattığı haberleri görülmeye başlıyor.

Merak etmedim dersem yalan olur.

Cem Kozlu, iş hayatında başarılarıyla bilinen bir yönetici.

Pek çok kuruluşta yönetim kurulu üyesi.

THY’yi nasıl zarara uğrattığını araştırdım.

Cem Kozlu, THY’yi, Başbakanlık için alınan helikopterle zarara uğratmış.

Kim mi söylüyor?

İmzasız bir ihbar mektubu!

Bu imzasız ihbar mektubu ciddiye alınmış ve araştırılmış.

Hem de Bülent Ecevit’in başbakanlığı döneminde.

Başbakanlık Teftiş Kurulu, yaptığı inceleme sonucunda 4.7.2002 tarihinde kapsamlı bir rapor hazırlamış.

Raporda, bütün ayrıntılarıyla Cem Kozlu ve THY yönetiminin suçsuzluğu ve neden suçlu olamayacakları açıkça belirtilmiş.

Aradan bunca zaman geçtikten sonra, Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun bu imzasız ihbar mektubuna ilişkin teftiş raporu ortadayken, Maliye Bakanlığı müfettişleri yeniden harekete geçmişler.

Ve onlar suçluyu bulmuşlar.

THY’yi Cem Kozlu ve Yusuf Bolayırlı zarara uğratmış!

Hesapları basit.

Helikopterin alış fiyatından satış fiyatını çıkarmışlar.

Ortaya bir rakam çıkmış.

Alın size zarar!

Böyle inceleme olur mu?

THY yönetimi, ne zaman kimin başbakan olacağını ve onun seyahat taleplerinin ne olacağını nasıl ve nereden bilecek?

Başbakanlık tarafından imzalanan bir protokolle, o makama hizmet satan THY ne derece inisiyatif kullanabilir?

Yarın başkaları da, THY’nin bu dönemde Başbakanlık için aldığı uçağa ilişkin benzer bir hesap çıkartırsa, ne olacak?

"Umur görmüş olmak", eskiden devlette sorumluluk yüklenecek herkeste aranan temel özellikti.

Böylesi örnekler, bunun ne denli önemli olduğunu çok daha iyi anlatıyor.
Yazının Devamını Oku

Dost acı söyler

20 Haziran 2006
CUMARTESİ günü, Ak Parti’nin İstanbul İl Kongresi toplandı.<br><br>Siyasi partiler için böylesi fırsatlar, dışarıya açılmak, kamuoyuna yeni mesajlar vermek için bir vesiledir. Özellikle İstanbul’da yerli ve yabancı "ağır" bir protokolle gövde gösterisi yapılır.

İş dünyasının güçlü isimleri, medyanın etkin kalemleri, yabancı misyon temsilcileri, kültür adamları ve sanatçıların ileri gelenleri orada olurlar.

O gün böyle bir tablodan eser yoktu.

Kongre, Başbakan Erdoğan’ın salona girmesiyle neredeyse iki saat geç başladı.

Ve yine Başbakan’ın konuşmasının ardından "fiilen" sona erdi.

Divan Başkanlığı’na seçilen Samsun Milletvekili Cemal Yılmaz Demir, görevini sürdürürken İl Başkanı Mehmet Müezzinoğlu’nu sunmak üzere mikrofonlu bir genç sahneye fırlayınca, en az benim kadar şaşırdı.

Şaşkınlığını atar atmaz, olması gerektiği gibi o genci susturdu.

Sanırım o arada hukuken doğru olmasa da, kongrelerdeki teamülün bu olduğu kendisine anlatıldı.

O da çaresiz genç sunucuya tekrar sahneyi bırakmak zorunda kaldı.

Nitekim hemen sonrasında, Başbakan Erdoğan’ı sunma görevini de o genç sunucu üstlendi.

Salondaki boşluklar; ama daha da önemlisi heyecan eksikliği tecrübeli isimlerin gözünden kaçmıyordu.

Bu eksikliği benimle konuşan milletvekilleri ve diğer yöneticiler, sanırım partinin ilgili organlarında da dile getirirler.

Dikkatli gözler, rekabetin olmadığı hiçbir yerde başarının sürdürülmesinin mümkün olmadığını, bir kez daha fark ettiler.

Benden söylemesi...

* * *

İstanbul’da aynı gün trafiği "arapsaçına" döndüren bir saçmalık vardı.

Anadolu yakasında yakalandım bu keşmekeşe.

Telefonla konuştuğum arkadaşım benden epeyce öndeydi.

O da önünde onlarca kamyonetlik bir konvoy olduğunu söyledi.

Her kamyonette farklı bir ülkenin bayrağı olduğunu, Dünya Kupası tanıtımı olabileceğini ekledi.

Kamyonetlerin girmesi yasak olan Boğaziçi Köprüsü bu konvoy yüzünden tıkanmıştı.

Birkaç saat sonra Avrupa yakasında aynı konvoyla tekrar karşılaştım.

Babamın görevi gereği çocukluk yıllarımda bulunduğumuz şirin Anadolu kasabası Yığılca’nın panayırlarını hatırladım.

İşte onların bir benzeri, bu kez İstanbul’un göbeğindeydi!

Konvoy, Uluslararası Dil Öğretim Derneği’nin o gün başlayan Uluslararası Türkçe Olimpiyatı’na katılan yabancı çocuklar için düzenlenmiş.

Çocuklar, özel kamyonetlerin kasalarında İstanbul’u geziyorlar!

Her ülke çocuklarına ayrı bir kamyonet...

Ve bu "torpilli" kamyonetler, girmeleri yasak olan Boğaziçi Köprüsü de dahil İstanbul’u turluyorlar!

Bu tablo bir köy panayırı değil de nedir?

Oysa daha birkaç gün önce Türk Dil Kurumu Başkanı Şükrü Haluk Akalın, "My Showland" ismini bu organizasyon vesilesiyle "İstanbul Gösteri Merkezi" yaptırdığı için sevinmiş ve kendisiyle de yeni projeler üzerinde konuşmuştuk.

* * *

Bizim işimiz böyle.

Olaylara ayna tutuyoruz.

İyi niyetinden kuşku duymadığımız bir organizasyonda bile karşımıza ahmakça tablolar çıktığı oluyor.

Siz siz olun; yıllardır alıştırıldığımız gibi hemen "kategorize" etmeyin.

Her yazının, her satırında da sebep aramayın.

Aynayla yüzleşmeyi deneyin.

Unutmayın; aynaya kızmak çözüm değildir...
Yazının Devamını Oku

Beklenen adım atıldı

17 Haziran 2006
BAŞBAKAN Erdoğan suskunluğunu bozdu. Türkiye Cumhuriyeti’nin seçilecek yeni cumhurbaşkanı için düşüncelerini açıkladı.

Köşe yazarlarının hemen tamamı, bu açıklamayı Erdoğan’ın aday olacağı biçiminde yorumluyor.

Bu köşenin okurları, düşüncelerimi biliyorlar.

Başbakan Erdoğan, Çankaya Köşkü’ne çıkmayı ister; hakkıdır da...

Cumhurbaşkanlığı gündeme geldiğinde Özal dönemi örnek verilir.

Ardında bıraktığı Anavatan Partisi’nin durumu anlatılır.

Ve Özal’ın Çankaya Köşkü’ndeki çaresizliği.

Oysa söz konusu olan, normal şartlar altında tekrarlanan bir fizik kuralı değil ki...

Türkiye tarihinde yeni bir dönem yaşanıyor.

Bundan 17 yıl önce benzer bir dönem yaşanmışsa, ondan doğru örnek alınmalıdır.

Böyle düşünenlerin ikazlarını duyunca, aklıma o bildik Karadeniz fıkrası geliyor.

Hani Temel yolda yürürken muz kabuğunu görünce, arkadaşlarının koluna yapışmış.

Ve hemen ardından da ikazı gelmiş:

"Sıkı durun uşaklar düşeceğiz!"

* * *

Ben farklı düşünüyorum.

Daha ileriye gideyim.

Başbakan Erdoğan’ın Türkiye Cumhuriyeti’nin 11. Cumhurbaşkanı seçilmesi, Ak Parti’yi daha kolay partileştirecektir.

Ak Parti, onun İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminin devamıdır.

Hamurunu yoğurduğu partidir.

Bugün hálá partisinin çok üstünde bir kamuoyu desteğine sahip değil mi?

Siyasi yasaklı olduğu günleri düşünüyorum.

Ya da 2002 seçimlerinde kapı kapı, meydan meydan uğraşısını.

Kimseye bulunduğu yeri altın tepsi içinde sunmuyorlar.

Eski fotoğraflara merakımı biliyorsunuz.

Adana mitingindeyiz.

Kürsüde Ömer Çelik konuşuyor.

Meydandan ziyade kulisi gözlemliyorum.

Recep Tayyip Erdoğan’ın partiyi tek başına sırtladığını görüyorsunuz.

Mersin’deki mitingden dönen Erkan Mumcu giriyor içeri.

Kürsüye onu gönderiyor, ardından kendisi çıkıyor.

Değinmeden geçmeyeceğim.

Bugün sayacak olsanız, bir elin parmaklarından daha fazla siyasi lider yok.

Başbakan Erdoğan ile Anavatan Genel Başkanı Erkan Mumcu, aynı mazinin insanları.

Bir dönem de omuzdaşlık yaptılar.

Bir diğerini yok saymanın, ya da eleştiri sınırlarını zorlayan üslubun başka bir sebebi olmalı.

Bu sebebin ne olduğu, sanırım bizi daha fazla bekletmeden ortaya çıkacaktır.

Neyse, bu partiye ait her karede Başbakan Erdoğan’ın izi var.

Bir il kongresi sorunundan, dosyası takılan yabancı bir yatırımcının işine kadar her şey ondan bekleniyor.

Onun cumhurbaşkanı ve Abdullah Gül’ün başbakan olacağı bir Türkiye, hiçbir bakımdan "Özal-Akbulut" dönemine benzemez.

Sizin ve benim gibi, Recep Tayyip Erdoğan da değişmiştir, daha da değişecektir.

Gençlik liderliği başkadır; belediye başkanlığı başka.

Siyaseten yasaklılık ya da muhalefet başkadır; başbakanlık çok daha başka.

Sadece onun için değil, hepimiz için geçerli ki, "Taç giyen baş akıllanır".
Yazının Devamını Oku

Başbakan’ın masasındaki anket

13 Haziran 2006
ARTIK her vesileyle Türkiye’nin yakın geleceği konuşuluyor. Gündemin ilk sırasında Cumhurbaşkanlığı seçimi var.

Başbakan Erdoğan, Türkiye’nin 11. Cumhurbaşkanı olmayı arzu eder.

O seçilirse, Abdullah Gül başbakan olur.

Olmaz ya da olamazsa Vecdi Gönül, Cemil Çiçek veya Abdullah Gül’den biri köşk için aday gösterilir.

Bu isimlere ilişkin tahminimi bir başka yazımda açarım.

Oynanan güç oyunundaki zamanlamanın gereği olarak bugünden fazla ipucu yakalayamıyoruz.

30 Ağustos’ta yeni Genelkurmay Başkanı atanacak.

Esasen son gerginliklerin bir sebebi de bu atama.

Artık belli ki, yeni isim Orgeneral Yaşar Büyükanıt olacak.

Bu atamanın hemen ardından, erken seçim düğümü çözülecek.

Ak Parti, oylarındaki azalma eğiliminin farkında.

Fakat seçmenden 3 Kasım 2002’de aldığı yetki elindeyken kolay kolay erken seçime gitmek istemiyor.

Parti içinde, iki tezin de hararetli taraftarları var.

Başbakan Erdoğan, erken seçimi "vatan hainliği" gördüğü söylemini artık iyice yumuşattı.

Hatta gerektiğinde en hazırlıklı parti olduklarını söylüyor.

Erken seçim kararı için kısa bir zaman daha var.

Bugünden görünen o ki, Türkiye bu seçimi zamanında yapamaz.

Erken seçim kararıyla birlikte, genel seçimlerin dört yılda bir yapılması da kanunlaşacaktır.

* * *

Başbakan Erdoğan, Pollmark, Denge ya da ANAR’ın yaptığı kamuoyu araştırmalarına itibar eder.

Bugünlerde parti yönetiminin gündeminde Pollmark’ın yaptığı Mayıs Siyasi Gündem Araştırması var.

Mayıs ayı rakamları Ak Parti’yi beklenenden iyi gösteriyor.

Sadece bu aya özel bir yükselişe rağmen, iktidar partisinin oyları genelde bir düşme eğrisinde seyrediyor.

DYP ve MHP yükselişteler.

DTP’nin bağımsız adaylarla seçime girmesi Ak Parti’yi ciddi oranda etkileyecektir.

Erkan Mumcu sonrasında hamle yapan Anavatan’daki yükseliş ise -şimdilik- barajı aşmaya yetmiyor.

Ankete katılanların yüzde 80’i Cumhurbaşkanı’nı halk seçmeli derken, yüzde 16’sı bugünkü seçim sistemini doğru buluyor.

Ankete göre, Türkiye’nin en önemli sorunu işsizlik.

* * *

İşsizlik sorunu üzerine çok daha kararlı bir biçimde gidilmesi gerekiyor.

Cumartesi günü, Aydın Bey’in konuğuyduk.

Yaptırdığı iki ayrı yatırımı ziyaret ettik. İlki Doğan Organik Ürünler tesisleriydi.

Bu tesis, Kelkit’te istihdamı artırmak adına tarımsal ekonomi için güzel, etkileyici ve başarılı bir model olmuş.

Diğeri ise Aydın Doğan Meslek Yüksekokulu’nun ilk mezunlarının diploma töreniydi.

Aydın Doğan’ın gerçekleşen bu hayali, Kelkit’i şimdiden değiştirmiş.

İnsana yapılan yatırımın anlamı, o gün genç mezunların gözlerinden okunuyordu.

Onlar, daha şimdiden AB tarafından onaylanan üç ayrı projeyle çeşitli Avrupa ülkelerinin yolunu tutuyorlar.

EF Dilokulları ile yapılan işbirliği ve törende tanıştığım yabancı öğretmenler, mezunların diğer okulları kıskandıracak düzeydeki İngilizce bilgilerini açıklamaya yetiyor.

Bu ve benzeri örnekleri artırmalıyız.

Türkiye bu örneklere sahip çıkmalı.
Yazının Devamını Oku

O kadar da değil!

10 Haziran 2006
BU satırlarda sık sık "uzlaşma"nın altını çiziyorum.<br><br>Bunun önemine gönülden inanıyorum. Üstlendiğim bütün görevlerde buna özen gösterdim.

Unutmayalım ki, hepimiz aynı gemideyiz.

Oysa etrafa bakınca, "nasıl uzlaşamayız" derdinde olanların sayısı o kadar fazla ki...

İktidar da, muhalefet de "germeye" bayılıyor.

Daha önce de yazdım.

Türkiye, bu gerginliği ta-şı-ya-maz...

Bir adım bekleniyor.

Neden hükümetten demeyin.

Yöneten o, yarın bedel ödeyecek olan da...

* * *

Bunun ne olacağı tartışılır.

Ama tartışmaya "makul" bir yerden başlanmalı.

"Cumhurbaşkanı", kelime anlamı olarak halkın başkanı.

Halk adına, milletvekilleri seçiyor.

Tamam bu bir sistem tartışması...

Ama bu hak asıl sahibine verilemez mi?

Bu bir öneri...

Fakat diğerlerini görünce, o kadar da değil dememek mümkün mü?

Neymiş, Başbakan Erdoğan aday olmayacağını şimdiden açıklamalıymış...

Zaten filan asla olmamalı, falan olursa belki düşünülebilirmiş...

Siyaset, aslında yeni ittifaklar kurma sanatı değil mi?

* * *

Sadece Türkiye’de değil, ülke dışında da yeni ittifaklar bizi bekliyor.

Buna şiddetle ihtiyacımız var.

Ekonomimiz haftalardır ciddi bir türbülans yaşıyor.

Buna rağmen, Türkiye’nin geleceğine yatırım yapmaya çalışan çok sayıda yabancı var.

Onlar da bürokrasimizin hantal çarkları arasında didişiyorlar.

Geçenlerde bankacı bir dostumla konuştum.

Yabancı sermayenin bekletilen dosyalarını anlayamadığını söyledi.

Gerçekten anlaşılır gibi değil.

İşlemlerin tamamlanması çoğu zaman birilerinin keyfine kalıyor.

Bu türbülansı atlatmak için de, sonrası için de yabancı yeni omuzdaşlara ihtiyacımız var.

Türkiye yabancı sermaye için daha ciddi bir çekim merkezi olmalı.

Sadece risklerin getirdiği fırsatlarla değil, kárlılığı, kolaylığı ve daha önemlisi kolaylaştırıcı bürokrasisiyle rakiplerinden öne çıkabilmeli.

* * *

Hafta içinde İstanbul’da 2. Türk Arap Ekonomik Forumu toplandı.

Türkiye, tarihi, kültürü ve olağanüstü jeopolitiği ile Arap dünyası için de çok önemli.

Forumun konuklarından Katar’ın en büyük yatırım bankası AMWAL’ın, Şeyhin ailesinden başkan yardımcısı Hanadi Al Thani ile konuştum.

Konumuz iki ülke arasında gelişen ilişkilerdi.

Türkiye’de yatırım konusunda kararlılar.

Al Thani, bu konudaki katkıları dolayısıyla, zirvede Başbakan Erdoğan’dan bir de plaket aldı.

Yaptığımız görüşmede, bazı gelişmelere rağmen daha işin başında olduğumuzu anlattı.

Yakın çalışma arkadaşlarından Pakistanlı Dr. Şevket Chandna, uzun yıllar Türkiye’de çalışmış.

Artık günden güne küçülen farklı bir dünyadayız.

Başarılı olmak ya da başarımızı artırmak istiyorsak, sadece Türkiye’de değil, ülke dışında da kendimize yeni yol arkadaşları ve güçlü omuzdaşlar bulmak zorundayız.
Yazının Devamını Oku