Bu hafta sizlere gebelikten önce var olan şeker hastalığının gebeliğe olan etkileri haftaya ise gebelikle birlikte ortaya çıkmış gebelik şekerinin etkileri hakkında bilgi vereceğim.
Gebelikten önce var olan şeker hastalığına aşikar diyabet denir. Gebelikte en sık görülen aşikar diyabet tipleri; Tip-I (insülin eksikliği) ve Tip-II (insülin direnci) diyabettir. Tip-I diyabet genellikle çocukluk döneminde ortaya çıktığı için gebelikten önce tanı konulmuştur. Tip-II diyabet ise erişkin döneminde ortaya çıkan uzun süre belirti vermeden ilerleyen sinsi bir hastalık olduğu için bazı gebeler tarafından hastalıkları fark edilememektedir. Aşikar diyabette; şeker hastalığının gebeliğe olumsuz etkileri olduğu gibi gebeliğin de şeker hastalığı üzerine olumsuz etkileri vardır. Gebelik dönemindeki diyabetik hastaların insülin ihtiyaçları çoğu zaman artmaktadır.
Gebelik planlayan her kadın, gebelik öncesi jinekolojik muayene olmalı ve gebelik öncesinde şeker hastalığı açısından değerlendirilmelidir. Şeker hastalığı açısından yapılacak en basit yöntem açlık kan şekeri değerinin ölçümüdür. Açlık kan şekerinin 126mg/dl üzerinde olması durumunda aşikar diyabet tanısı konulmaktadır. Bunun yanında Hemoglobin A1c (HbA1c) ve günün herhangi bir zamanında yapılacak kan şekeri ölçümü de şeker hastalığı açısından fikir vermektedir. Bu testlerde anormallik çıkması durumda gerekirse gebelik öncesi 75 gr şeker yükleme testi ile şeker hastalığı olup olmadığı belirlenmelidir.
Gebelikten önce ve gebelik sürecinde glukoz (kan şekeri) değerleri kontrol altında değilse anne ve bebek üzerinde birçok olumsuz etkiler ortaya çıkabilmektedir. Kontrolsüz diyabette; erken doğum, düşük, fetal anomali (sakatlık), bebekte büyüme ve gelişme bozuklukları, anne karnında bebek ölümü, amnion sıvı fazlalığı veya azlığı, bebek doğduktan sonra solumun sıkıntısı, kalsiyum ve metabolizma bozuklukları, sarılık gibi bebekle ilgili sorunların görülme sıklığı fazladır. Ayrıca kontrolsüz diyabet, annede gebelik zehirlenmesi (preeklampsi), enfeksiyon, böbrek ve göz hastalıkları gibi sorunlara yol açmaktadır. Bunun yanında bebeğin fazla kilolu olmasından dolayı; zor doğum, sezaryen sıklığında artma, doğumda bebeğin omuz takılması ve kolda sinir hasarı gibi durumlar da ortaya çıkabilmektedir.
Gebelikten önce tanı konulması gerektiği gibi erken gebelik döneminde de mutlaka şeker hastalığının olup olmadığı araştırılmalıdır. Yukarıda bahsi geçen olumsuz durumların yaşanmaması için uygun tedavilerin başlanması gereklidir. Erken gebelik döneminde (gebeliğin ilk üç ayı içinde) diyabet tarama testleri; açlık kan şekeri ölçümü, HbA1c ve random kan şekeri ölçümleridir. Bu testlerde bozukluk çıkması durumunda gerekirse 75 gram şeker yükleme testi ile durum netleştirilmelidir.
Diyabetin tedavisi, kan şekeri değerlerinin kontrol altına alınmasıdır. Kan şekeri değerlerini kontrol altına almak için insülin dozlarının ayarlanması, beslenme düzenine uyulması ve mutlaka spor yapılması gerekmektedir. Glukoz değerlerinin normal sınırlarda olması şekerin bebek ve anne üzerindeki olumsuz etkilerin ortaya çıkmasını önlemektedir.
Hafif inkontinansta hastalar arasında günlük ped kullanımı gibi geçici çözümler uygulanarak olay geçiştirilmeye çalışılmakla birlikte şiddetli inkontinans durumunda günlük aktivitelerin ve sosyal yaşam planlarının etkilenmesi sonucunda yaşam kalitesi ciddi anlamda kısıtlanmaktadır. Bunun neticesinde seksüel sorunlar, özgüven problemleri ve depresyon gibi psikolojik sıkıntılar ortaya çıkmaktadır. Günümüzde modern tıbbın gelişimi ve buna paralel olarak cerrahi tekniklerde yenilikler neticesinde kadınlarda inkontinans problemi başarılı bir şekilde tedavi edilmekte ve bunun sonucunda sosyal yaşamda, yaşam kalitesinde anlamlı derecede iyileşme olmaktadır.
Üriner inkontinans, günlük yaşamı ve yaşam kalitesini etkiliyorsa mutlaka doktora başvurulması gerekir. Çoğu hastada, yaşam tarzı değişiklikleri ve medikal tedavilerle olumlu sonuçlar alınabilmekte ve üriner inkontinans tedavi edilebilmektedir.
1- Stres inkontinans: Bu tip üriner inkontinans, ani karın içi basınç artışı olduğu durumlarda (öksürme, hapşırma, aniden ayağa kalkma, gülme, ağır bir şey kaldırma gibi) idrar kaçırma olarak tanımlanır. Stres inkontinans, mesane (idrar kesesi) boynunda ve üretrada (idrar kanalı) kapakçıkların yetersizlik veya zayıflık sonucu ortaya çıkar. Gebelik, doğum ve menopoz en önemli risk faktörleridir.
2- Urge inkontinans: Aniden idrar yapma hissi gelmesi ve sonucunda idrarın kaçırılması olarak tanımlanır. Mesane kaslarında aniden ortaya çıkan istemsiz kasılmalar sonucunda ortaya çıkar ve kişi tuvalete yetişemeden idrar kaçırır. Bu tip inkontinansta geceler de dahil olmak üzere çok sık tuvalete gitme durumu söz konusudur. Sıklıkla bir sebep olmaksızın ortaya çıkmakta ve bu durum aşırı aktif mesane olarak tanımlanmaktadır. Diğer sebepleri ise idrar yolları enfeksiyonları, idrar yollarında taş/kum ve bazı nörolojik bozukluklar sayılabilir.
3- Taşma inkontinansı: Mesanenin dolu olmasına rağmen doluluk duyusu kaybı nedeniyle idrar yapma hissi olmaz ve mesane kapasitesini aşan hacimlerde idrar depolandığında taşma şeklinde idrar kaçırma görülür. Bu tip inkontinans, şeker hastalığı, omurilik zedelenmeleri ya da multipl skleroz gibi sinirlerde hasara neden olan hastalıklarda, mesane yaralanmaları, üretra tıkanıklığı gibi durumlarda görülmektedir.
4- Mixt inkontinans: Hem stres hem de urge inkontinansının beraber olması durumudur. Bu durumda mixt inkontinans olarak sınıflanır.
• Cinsiyet (kadınlarda gerek anatomik nedenlerden dolayı gerekse gebelik, doğum ve menopoz sebebiyle),
Virüsün genetik yapı farkı, virüs tipini ve dolayısıyla da virüsün sebep olacağı lezyonun yerini ve şeklini belirlemektedir. Bazı tipler sadece genital bölgede enfeksiyona neden olurken bazıları vücudun diğer bölgelerde enfeksiyona neden olur. Bununla birlikte bazıları da siğile neden olmaktadır. Genital HPV enfeksiyonu çok yaygın bir durum olup cinsel yolla bulaşan en sık viral enfeksiyon HPV enfeksiyonudur. Cinsel yönden aktif erişkinlerin %70’inden fazlası, hayatlarının bir döneminde HPV’ye maruz kalmakta ve bunların da %70’inden fazlasının 15–24 yaş arasında olduğu bildirilmektedir.
1. Sessiz HPV enfeksiyonu: Bu durumda kişi HPV ile enfekte olmasına rağmen herhangi bir klinik durum ortaya çıkmamaktadır. Yani sessiz HPV enfeksiyonu muayene, smear testi (sitoloji) ve hatta HPV testi ile saptanamayabilir. Sessiz HPV enfeksiyonu olan kişilerde HPV yükü az olduğu için bulaştırıcı değildir. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki; virüs sessiz durumdan klinik duruma (siğil ve prekanseröz lezyon/kanser) geçiş gösterebilir.
2. Anogenital siğiller: Toplumda %1-5 oranında görülmekte olup, bunların %90’ı HPV tip 6 ve 11 ile ilişkilidir. HPV bulaştıktan sonra siğil yaklaşık 1-8 ay sonra ortaya çıkmaktadır. Siğiller iyi huylu lezyonlar olup (kanser değil) tedavisi siğilin sayı ve büyüklüğüne göre değişmektedir. Büyük lezyonlarda eksizyon, koterizasyon, kimyasal destrüksiyon gibi tedavi yöntemleri uygulanırken, küçük lezyonlarda ise medikal tedavi (ilaç tedavisi; krem) uygulanabilmektedir. Genital siğillerin klinik olarak iki soruna neden olmaktadır. Bunlardan ilki; siğiller önemsenmediğinde sayı olarak çok artması veya aşırı büyük kitlelere neden olması durumunda tedavisi zor olmakta ve çok sayıda, büyük lezyonların tedavisi sonrası kozmetik ve cinsel fonksiyon açısından olumsuzluklara neden olabilmesidir. Diğer önemli durum ise her ne kadar siğiller kanseröz olmayan HPV tipleri tarafından oluşmakla birlikte aynı bulaşma döneminde kanseröz HPV tiplerinin de bulaşmış olabilmesidir.
3. Genital prekanseröz lezyon ve kanser: Genital kanserler arasında HPV ile en yakın ilişkili olan kanser rahim ağzı (serviks) kanseridir. Dünyada her yıl yaklaşık 500 bin kadın rahim ağzı kanserine yakalanmaktadır. Ülkemizde ise bu sayı yaklaşık 1500 civarındadır. Cinsel yönden aktif kadınların %70–80’i, genellikle seksüel aktivite başladıktan kısa süre sonra onkojenik HPV ile enfekte olur. Daha sonraki dönem, doğal enfeksiyon koruyuculuk sağlamaz. Bu nedenle, bir kişi yaşamı boyunca defalarca enfeksiyona yakalanabilir. Yüksek riskli HPV bulaşması sonrasında büyük bir kısmı immün sistem sayesinde eradike edilirken, az bir kısmı uzun sürede prekanseröz lezyonlara ve kansere dönüşmektedir. Persiste enfeksiyonlarda prekanseröz lezyon oluşması için geçen süre 3-5 yıl, kanser gelişmesi için geçen süre ise 5-10 yıldır.
HPV, cinsel ilişki ile cilt ve mukozadan bulaşmaktadır. Klinik olarak HPV enfeksiyonu olan kişiyle cinsel ilişkide HPV bulaşma riski yaklaşık %50’dir. Bunun yanında tuvalet, havlu, sabun, yüzme havuzları veya küvetten de nadiren bulaşabileceği düşünülmektedir. El ve cilt siğiline sebep olan HPV tipleri genital bölge siğiline sebep olandan farklıdır. Ancak istisnai durumlar da söz konusu olabilmektedir.
HPV bulaşmasını önlemenin tek yolu cinsel ilişkiden (genital/oral-genital) tamamen kaçınmaktır. HPV bulaşma riskini azaltmak için ise prezervatif kullanımı seçeneklerden biridir. Prezervatif sadece kapladığı cilt alanından bulaşmayı engellediği için tüm bulaşmayı önleyememektedir. Sürekli prezervatif kullanımı HPV bulaşmasını %70 oranında azaltmaktadır.
Profilaktik HPV aşıları, enfeksiyon gelişimini önlemekte kullanılabilecek diğer bir seçenektir. Profilaktik HPV aşıları içerdikleri HPV tiplerine karşı koruma sağlamaktadır. Yani tüm HPV tiplerine karşı koruma sağlamamaktadır. Aşılar sadece yeni enfeksiyon gelişimini önler, vücutta var olan enfeksiyonu tedavi etmez. Özellikle cinsel hayata başlamadan önce yapıldığında yüksek koruma özelliğine sahiptir. HPV aşısının 11-12 yaşındaki kızlara yapılması önerilmektedir. En erken aşılama yaşı ise 9’dur. Bunun yanında aşılar 13-26 yaşındaki kızlar ve kadınlara da yapılabilir. (yakalama aşısı).
Genital siğil olan kişilerden HPV bulaşma riski yüksekken tedavi sonrası bulaşma ihtimali oldukça düşük olmaktadır.
Gebelik öncesi var olan bazı hastalıklar, gebelikte ve doğum sonrasında anne ve bebek için hayati risk oluşturabilir. Kronik hipertansiyon, diyabet (şeker hastalığı), epilepsi, kalp hastalıkları, astım, tiroit hastalıkları, kanama-pıhtılaşma bozuklukları, psikiyatrik hastalıklar gibi gebelik öncesinde var olan hastalıklar riskli gebeliğe neden olan durumlardır. Bunun yanında gebelik öncesi bazı ilaç kullanımları da fetüs üzerine olası etkileri nedeniyle riskli gebeliğe neden olabilirler. Bunlar, retinoik asit (A vitamini), metotreksat, rubella (kızamıkçık) aşısı, tiroit sintigrafisi vb. şeklinde sıralanabilir.
Gebelikte görülen bazı durumlar; çoğul gebelik (ikiz, üçüz vb), kanama, su gelmesi (erken membran rüptürü), erken doğum tehdidi, düşük tehlikesi, rahim ağzı kısalığı, gebelik zehirlenmesi (preeklampsi), gebelikte ilaç kullanımı, radyasyon maruziyeti (röntgen, tomografi çekilmesi), gebelik şeker hastalığı, fetüste görülen anomaliler (fetal anomaliler), fetal tarama testlerinde risk saptanması (ikili, üçlü, dörtlü testlerde risk saptanması), bebeğin eşinin (plasentanın) aşağı yerleşimli olması (plasenta previa), bebeğin suyunun az veya fazla olması, bebekte gelişme geriliği olması gibi durumlar da riskli gebelik kategorisinde değerlendirilmektedir.
Doğum sonrasında anne hayatını tehlikeye sokabilecek olan durumlar da riskli gebelik olarak sınıflandırılmaktadır. Bu durumlar ise doğum sonrası kanama, damar tıkanıklığı ve pıhtı atmasına neden olabilecek hadiselerdir. Çoğul gebelik, polihidroamnios (suyun fazla olması), daha öncesinde üçten fazla doğum yapmış olmak, plasentanın aşağı yerleşimli veya rahim duvarına yapışık olduğu durumlar (plasenta akreata), annenin aşırı kilolu olması veya gebelikte fazla kilo alması gibi.
RİSKLİ GEBELİK NASIL TEDAVİ EDİLİR?
Riskli gebelikler mevcut riske neden olan duruma özgü yaklaşımlar ile takip edilmeli ve bu durumlara göre tedavi edilmelidirler. Riskli gebelik yönetiminde sadece anne veya bebek odaklı değil hem anne hem de bebeğin sağlığını düşünerek uygun yaklaşımlar yapılmalıdır. Riskli gebeliğe neden olan duruma göre sık aralıklarla ayaktan veya hastaneye yatırılarak takip ve tedavi prosedürleri uygulanmaktadır.
Riskli gebelik yönetiminde en önemli nokta riske eden olabilecek durumların tespiti yani riskli gebeliğin tespitidir.
Gebelik öncesi var olan bazı hastalıklar, gebelikte ve doğum sonrasında anne ve bebek için hayati risk oluşturabilir. Kronik hipertansiyon, diyabet (şeker hastalığı), epilepsi, kalp hastalıkları, astım, tiroit hastalıkları, kanama-pıhtılaşma bozuklukları, psikiyatrik hastalıklar gibi gebelik öncesinde var olan hastalıklar riskli gebeliğe neden olan durumlardır. Bunun yanında gebelik öncesi bazı ilaç kullanımları da fetüs üzerine olası etkileri nedeniyle riskli gebeliğe neden olabilirler. Bunlar, retinoik asit (A vitamini), metotreksat, rubella (kızamıkçık) aşısı, tiroit sintigrafisi vb. şeklinde sıralanabilir.
Gebelikte görülen bazı durumlar; çoğul gebelik (ikiz, üçüz vb), kanama, su gelmesi (erken membran rüptürü), erken doğum tehdidi, düşük tehlikesi, rahim ağzı kısalığı, gebelik zehirlenmesi (preeklampsi), gebelikte ilaç kullanımı, radyasyon maruziyeti (röntgen, tomografi çekilmesi), gebelik şeker hastalığı, fetüste görülen anomaliler (fetal anomaliler), fetal tarama testlerinde risk saptanması (ikili, üçlü, dörtlü testlerde risk saptanması), bebeğin eşinin (plasentanın) aşağı yerleşimli olması (plasenta previa), bebeğin suyunun az veya fazla olması, bebekte gelişme geriliği olması gibi durumlar da riskli gebelik kategorisinde değerlendirilmektedir.
Doğum sonrasında anne hayatını tehlikeye sokabilecek olan durumlar da riskli gebelik olarak sınıflandırılmaktadır. Bu durumlar ise doğum sonrası kanama, damar tıkanıklığı ve pıhtı atmasına neden olabilecek hadiselerdir. Çoğul gebelik, polihidroamnios (suyun fazla olması), daha öncesinde üçten fazla doğum yapmış olmak, plasentanın aşağı yerleşimli veya rahim duvarına yapışık olduğu durumlar (plasenta akreata), annenin aşırı kilolu olması veya gebelikte fazla kilo alması gibi.
RİSKLİ GEBELİK NASIL TEDAVİ EDİLİR?
Riskli gebelikler mevcut riske neden olan duruma özgü yaklaşımlar ile takip edilmeli ve bu durumlara göre tedavi edilmelidirler. Riskli gebelik yönetiminde sadece anne veya bebek odaklı değil hem anne hem de bebeğin sağlığını düşünerek uygun yaklaşımlar yapılmalıdır. Riskli gebeliğe neden olan duruma göre sık aralıklarla ayaktan veya hastaneye yatırılarak takip ve tedavi prosedürleri uygulanmaktadır.
Riskli gebelik yönetiminde en önemli nokta riske eden olabilecek durumların tespiti yani riskli gebeliğin tespitidir.
Miyomların nasıl geliştiği veya ortaya çıktığı net olarak bilinmese de genetik yatkınlık, ırk, hormonal nedenler ve bazı kullanılan ilaçlar etkili olabilmektedir. Miyomlar hormon bağımlı tümörler olup, en çok üreme çağında görülmeleri ve postmenopozal dönemde küçülme eğiliminde olmaları bu hormonal etkinin bir sonucudur. Miyomlar menopozal dönemde genelde küçülme eğiliminde olsa da bazen küçülmeyip hatta büyüme yönünde değişiklik gösterebilirler. Özellikle postmenopozal dönemde büyüme eğiliminde olan miyomlarda malignite (kanserleşme) riski olması nedeniyle yakından tetkik edilmeleri ve uygun şartlarda tedavi edilmeleri uygun yaklaşım olmaktadır.
Miyomlar rahimde bulundukları yere ve büyüklüklerine göre değişik belirtiler vermektedir. Miyomlar rahim boşluğu içinde (submüköz), rahim duvarı içinde (intramural), rahim duvarı dışında (subseröz), rahim ağzında (servikal) ve rahim dışı (karın içerisinde; parazitik miyom) gibi yerlerde bulunabilir.
En sık belirtisi düzensiz adet kanamaları olmaktadır. Rahim boşluğunda olan miyomlar aşırı adet kanaması, ara kanama, uzun süren kanama gibi düzensizliklere neden olurken rahim duvarı içindeki miyomlar uzun ve fazla olan adet kanamalarına neden olmaktadır. Bunun dışında servikal miyomlar sürekli lekelenme şeklinde kanama ve ilişki sonrası kanamalara neden olabilmektedir. Miyomlar ağrı, karında kitle hissi (aşırı büyük miyomlar), bası bulguları ve infertiliteye (kısırlık) neden olabilirler. Miyomların büyüyerek idrar torbasına bası yapmasıyla sık idrara çıkma ve idrar kaçırma gibi belirtilere neden olabilir. Ayrıca rektuma/barsaklara bası yaparak kabızlık ve barsak alışkanlık değişikliklerine neden olabilirler.
Özellikle rahim boşluğu içerisinde büyüyen miyomlar, rahim iç duvarına bası yapan miyomlar ve aşırı büyük olup rahim şekil bozukluğuna neden olan miyomlar infertilite (kısırlık) nedeni olabilirler. Gebelikte miyomlar genellikle büyüme eğilimindedir. Kanlanması artmakta ve dejenere olarak gebelikte ağrıya neden olabilirler. Bunun yanında gebelikte miyomlar düşük, erken doğum, zor doğum, doğum sonu kanama gibi komplikasyonlara da neden olabilirler.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, miyomların tedavisi cerrahidir. Miyomlarda medikal (ilaç) tedavisi miyomları ortadan kaldırmak için yapılmamaktadır. Miyomlarda medikal tedavi aktif kanamayı durdurmak veya cerrahi öncesi miyomları küçültmek için uygulanmaktadır. Miyomlarda tedavi endikasyonları (nedenleri) miyomun semptom yapmasıdır. Yani ağrı, kanama, adet düzensizliği, infertilite, bası semptomları varlığı, tekrarlayan düşükler, miyomun hızlı büyümesi, menopozdan sonra büyümeye devam etmesi kanser şüphesi olması miyomlarda tedavi endikasyonlarıdır.
Miyomlarda cerrahi tedavi miyomun alınması veya rahmin tümüyle alınması şeklinde olmaktadır. Bunun dışında miyom embolizasyonu da seçilmiş vakalarda uygulanabilen bir yöntemdir. Rahim ağzından (serviksten) dışarı çıkan miyomlar vajinal yoldan alınmaktadır. Sonrasında miyomun devamlılığının kontrolü için histeroskopi ile rahim içi kontrol edilerek kalan miyom parçası var ise alınmaktadır. Rahim boşluğunda (submüköz) olan miyomlarda, histeroskopik myomektomi (miyom alınması) en çok uygulanan cerrahi yöntemdir. Histeroskopik cerrahide vücutta kesi olmamaktadır. Kameralı görüntüleme yöntemi ile rahim boşluğuna girilip miyom görülerek alınmaktadır. Rahim duvarındaki ve duvar dışındaki miyomlar karından yapılacak operasyonlarla alınmktadır.
Burada açık cerrahi uygulanabileceği gibi günümüzde daha konforlu olan kapalı (laparoskopik) yöntemle miyomlar alınabilmektedir. Laparoskopik yöntemle yapılan cerrahilerde daha az ağrı, kanama ve yapışıklık olmakta ve ayrıca daha yara izi, daha çabuk iyileşme ve günlük yaşama dönüş olmaktadır.
Bazı durumlarda (çocuk isteğini tamamlamış, aşırı büyük ve rahim şeklini bozmuş kadar çok sayıda miyom varlığında) rahmin tamamen alınması da diğer bir cerrahi seçeneğidir. Rahmin alınması açık ameliyat şeklinde olabileceği gibi kapalı (laparoskopik) olarak da yapılabilmektedir.
Miyomların nasıl geliştiği veya ortaya çıktığı net olarak bilinmese de genetik yatkınlık, ırk, hormonal nedenler ve bazı kullanılan ilaçlar etkili olabilmektedir. Miyomlar hormon bağımlı tümörler olup, en çok üreme çağında görülmeleri ve postmenopozal dönemde küçülme eğiliminde olmaları bu hormonal etkinin bir sonucudur. Miyomlar menopozal dönemde genelde küçülme eğiliminde olsa da bazen küçülmeyip hatta büyüme yönünde değişiklik gösterebilirler. Özellikle postmenopozal dönemde büyüme eğiliminde olan miyomlarda malignite (kanserleşme) riski olması nedeniyle yakından tetkik edilmeleri ve uygun şartlarda tedavi edilmeleri uygun yaklaşım olmaktadır.
Miyomlar rahimde bulundukları yere ve büyüklüklerine göre değişik belirtiler vermektedir. Miyomlar rahim boşluğu içinde (submüköz), rahim duvarı içinde (intramural), rahim duvarı dışında (subseröz), rahim ağzında (servikal) ve rahim dışı (karın içerisinde; parazitik miyom) gibi yerlerde bulunabilir.
En sık belirtisi düzensiz adet kanamaları olmaktadır. Rahim boşluğunda olan miyomlar aşırı adet kanaması, ara kanama, uzun süren kanama gibi düzensizliklere neden olurken rahim duvarı içindeki miyomlar uzun ve fazla olan adet kanamalarına neden olmaktadır. Bunun dışında servikal miyomlar sürekli lekelenme şeklinde kanama ve ilişki sonrası kanamalara neden olabilmektedir. Miyomlar ağrı, karında kitle hissi (aşırı büyük miyomlar), bası bulguları ve infertiliteye (kısırlık) neden olabilirler. Miyomların büyüyerek idrar torbasına bası yapmasıyla sık idrara çıkma ve idrar kaçırma gibi belirtilere neden olabilir. Ayrıca rektuma/barsaklara bası yaparak kabızlık ve barsak alışkanlık değişikliklerine neden olabilirler.
Özellikle rahim boşluğu içerisinde büyüyen miyomlar, rahim iç duvarına bası yapan miyomlar ve aşırı büyük olup rahim şekil bozukluğuna neden olan miyomlar infertilite (kısırlık) nedeni olabilirler. Gebelikte miyomlar genellikle büyüme eğilimindedir. Kanlanması artmakta ve dejenere olarak gebelikte ağrıya neden olabilirler. Bunun yanında gebelikte miyomlar düşük, erken doğum, zor doğum, doğum sonu kanama gibi komplikasyonlara da neden olabilirler.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, miyomların tedavisi cerrahidir. Miyomlarda medikal (ilaç) tedavisi miyomları ortadan kaldırmak için yapılmamaktadır. Miyomlarda medikal tedavi aktif kanamayı durdurmak veya cerrahi öncesi miyomları küçültmek için uygulanmaktadır. Miyomlarda tedavi endikasyonları (nedenleri) miyomun semptom yapmasıdır. Yani ağrı, kanama, adet düzensizliği, infertilite, bası semptomları varlığı, tekrarlayan düşükler, miyomun hızlı büyümesi, menopozdan sonra büyümeye devam etmesi kanser şüphesi olması miyomlarda tedavi endikasyonlarıdır.
Miyomlarda cerrahi tedavi miyomun alınması veya rahmin tümüyle alınması şeklinde olmaktadır. Bunun dışında miyom embolizasyonu da seçilmiş vakalarda uygulanabilen bir yöntemdir. Rahim ağzından (serviksten) dışarı çıkan miyomlar vajinal yoldan alınmaktadır. Sonrasında miyomun devamlılığının kontrolü için histeroskopi ile rahim içi kontrol edilerek kalan miyom parçası var ise alınmaktadır. Rahim boşluğunda (submüköz) olan miyomlarda, histeroskopik myomektomi (miyom alınması) en çok uygulanan cerrahi yöntemdir. Histeroskopik cerrahide vücutta kesi olmamaktadır. Kameralı görüntüleme yöntemi ile rahim boşluğuna girilip miyom görülerek alınmaktadır. Rahim duvarındaki ve duvar dışındaki miyomlar karından yapılacak operasyonlarla alınmktadır.
Burada açık cerrahi uygulanabileceği gibi günümüzde daha konforlu olan kapalı (laparoskopik) yöntemle miyomlar alınabilmektedir. Laparoskopik yöntemle yapılan cerrahilerde daha az ağrı, kanama ve yapışıklık olmakta ve ayrıca daha yara izi, daha çabuk iyileşme ve günlük yaşama dönüş olmaktadır.
Menopoz dönemi, kadın yaşamının yaklaşık üçte birlik kısmını kapsamaktadır. Menopoz yaşı birçok faktörden etkilenmekle beraber kadınlarda menopoz yaşı antik çağlardan günümüze kadar fazla bir değişime uğramamış olup dünya genelinde 45-55 yaş civarındadır. Menopoz dönemi aslında hayatın doğal süreçlerinden biridir. Bununla birlikte bu dönemde birçok fizyolojik değişim olması neticesinde hem yaşam kalitesinde azalma görülmekte hem de bazı hastalıkların ortaya çıkması daha sık olmaktadır.
Menopozla birlikte yumurtalık fonksiyonlarının azalması, östrojen hormonunun azalmasına neden olmaktadır. Menopoz ile ilişkili belirtilerde başlıca etken östrojen hormonunda azalmadır. Bu dönemde kadınlarda östrojen hormonun azalmasına bağlı olarak, ateş basması, terleme, halsizlik ve çarpıntı gibi semptomlar genellikle ilk ortaya çıkan belirtilerdir. Uzun süre östrojen hormon eksikliği sonucunda menopozun kronik belirtileri ortaya çıkmaktadır. Bunlar; kemik erimesi, damar sertliği, iskemik kalp hastalıkları, depresyon, cinsel organda kuruluk ve atrofi, ağrılı cinsel ilişki, cinsel ilişkide isteksizlik, idrar kaçırma olarak sıralanabilir. Ruhsal açıdan ise kolay sinirlenme, uykusuzluk, gerginlik, unutkanlık, içe kapanma ve depresyon gibi durumlara neden olur. Ancak şunu unutmamak gerekir ki; bunlar sadece menopoz belirtisi olarak değil, başka hastalıkların habercisi olarak görülebilmektedir. O nedenle bu tür belirtiler ihmal edilmemeli ve kesinlikle hekime başvurulmalıdır.
Menopoza bağlı östrojen eksikliği ile ilişkili vücutta görülen özellikle kemik erimesi gibi sorunlar menopozun ilk bir yılında gerçekleştiği için menopozun erken tanısı önemlidir. Erken tanı ile erken tedaviye olanak sağlanmaktadır. Seyrek adet gören, sıcak basması ve terleme gibi menopozun erken belirtileri görülen kadınlarda mümkünse adetin ilk beş günü içerisinde bakılacak FSH hormonu seviyesi menopoza giriş açısından bilgi vermektedir. FSH düzeyinin 40 pg/mL üzerinde olması menopoz için anlamlıdır. Ancak adet düzensizliği ve menopoz semptomları olması her zaman menopoz ile ilişkili olmayıp başka hastalıkların habercisi olabileceğinden mutlaka uzman hekim tarafından muayene ve değerlendirme yapılması gerekmektedir.
Menopoz özellikle ilk dönemlerinde görülen ateş basmalarına karşı hafif giymek uygun olur. Baharatlı yiyecekleri ve kafeini azaltmak, sigara ve alkolden uzak durmak yararlıdır. Osteoporozdan korunmak için dengeli beslenmek, günlük kalsiyum alımına dikkat etmek ve düzenli egzersiz yapmak önemlidir. Bunların dışında eğer hekiminiz uygun görürse hormon tedavisi de faydalı olmaktadır.
Menopoz dönemi, kadın yaşamının yaklaşık üçte birlik kısmını kapsamaktadır. Menopoz yaşı birçok faktörden etkilenmekle beraber kadınlarda menopoz yaşı antik çağlardan günümüze kadar fazla bir değişime uğramamış olup dünya genelinde 45-55 yaş civarındadır. Menopoz dönemi aslında hayatın doğal süreçlerinden biridir. Bununla birlikte bu dönemde birçok fizyolojik değişim olması neticesinde hem yaşam kalitesinde azalma görülmekte hem de bazı hastalıkların ortaya çıkması daha sık olmaktadır.
Menopozla birlikte yumurtalık fonksiyonlarının azalması, östrojen hormonunun azalmasına neden olmaktadır. Menopoz ile ilişkili belirtilerde başlıca etken östrojen hormonunda azalmadır. Bu dönemde kadınlarda östrojen hormonun azalmasına bağlı olarak, ateş basması, terleme, halsizlik ve çarpıntı gibi semptomlar genellikle ilk ortaya çıkan belirtilerdir. Uzun süre östrojen hormon eksikliği sonucunda menopozun kronik belirtileri ortaya çıkmaktadır. Bunlar; kemik erimesi, damar sertliği, iskemik kalp hastalıkları, depresyon, cinsel organda kuruluk ve atrofi, ağrılı cinsel ilişki, cinsel ilişkide isteksizlik, idrar kaçırma olarak sıralanabilir. Ruhsal açıdan ise kolay sinirlenme, uykusuzluk, gerginlik, unutkanlık, içe kapanma ve depresyon gibi durumlara neden olur. Ancak şunu unutmamak gerekir ki; bunlar sadece menopoz belirtisi olarak değil, başka hastalıkların habercisi olarak görülebilmektedir. O nedenle bu tür belirtiler ihmal edilmemeli ve kesinlikle hekime başvurulmalıdır.
Menopoza bağlı östrojen eksikliği ile ilişkili vücutta görülen özellikle kemik erimesi gibi sorunlar menopozun ilk bir yılında gerçekleştiği için menopozun erken tanısı önemlidir. Erken tanı ile erken tedaviye olanak sağlanmaktadır. Seyrek adet gören, sıcak basması ve terleme gibi menopozun erken belirtileri görülen kadınlarda mümkünse adetin ilk beş günü içerisinde bakılacak FSH hormonu seviyesi menopoza giriş açısından bilgi vermektedir. FSH düzeyinin 40 pg/mL üzerinde olması menopoz için anlamlıdır. Ancak adet düzensizliği ve menopoz semptomları olması her zaman menopoz ile ilişkili olmayıp başka hastalıkların habercisi olabileceğinden mutlaka uzman hekim tarafından muayene ve değerlendirme yapılması gerekmektedir.
Menopoz özellikle ilk dönemlerinde görülen ateş basmalarına karşı hafif giymek uygun olur. Baharatlı yiyecekleri ve kafeini azaltmak, sigara ve alkolden uzak durmak yararlıdır. Osteoporozdan korunmak için dengeli beslenmek, günlük kalsiyum alımına dikkat etmek ve düzenli egzersiz yapmak önemlidir. Bunların dışında eğer hekiminiz uygun görürse hormon tedavisi de faydalı olmaktadır.
Karın duvarına genellikle göbek deliğinden 5-10 mm kesi yapılarak aynı çapta trokar denilen yardımcı aletlerle karın içerisine ulaşılır. Karın içerisine ulaşıldığından emin olunduktan sonra bu trokar aracılığı ile karın içerisi karbondioksit (CO2) gazı ile 12-15 mmHg basınç ile şişirilir. Ardından yapılacak cerrahi prosedüre göre ilave olarak ek trokarlar (genellikle jinekolojik cerrahiler için 2 veya 3 ilave trokar) yerleştirilir.
Böylece jinekolojik cerrahi için bir adet göbek deliği, iki adet hastanın sol alt karın bölgesinden ve gerekirse bir tane de sağ alt karın bölgesinden olmak üzere, toplam 3 veya 4 trokar yerleştirilir. Bu trokarların yerleştirilmesi için karın cildine yapılan kesiler genellikle 5 veya 10 mm olmaktadır.
Göbek deliğinden yerleştirilen trokar içerisinden geçen kamera yardımı ile karın içi gözlenirken diğer trokarlardan da cerrahi işlemi yapmak için tutucu klemp, makas, portegü, kanama durdurucu (damar mühürleyici/kesici enerji modaliteleri) forsepsler, karın içi temizlik için aspiratör ve dokuları çıkarmak için endobagler geçirilerek cerrahi prosedürde kullanılmaktadır. Laparoskopik cerrahi tamamlandıktan sonra karın cildindeki 5-10 mm boyutundaki cilt kesileri ince dikişlerle kapatılmaktadır.
Laparoskopi ile karında büyük insizyon (kesi) olmayacağı için ağrı, kanama, hastanede kalış süresi daha az olmakta, daha hızlı iyileşme, daha erken işe dönüş imkanı olmaktadır. Ayrıca kozmetik yani estetik açıdan da büyük yara izleri olmamaktadır. Bunun yanında karın içi organların gözlenmesi daha iyi olmakta ve cerrahi sonrası karın içi yapışıklık da daha az olmaktadır.
Jinekolojide laparoskopi tanı (diagnostik) ve tedavi (terapötik) amaçlı kullanılmaktadır. Tanısal olarak; açıklanamayan kronik pelvik ağrı ve açıklanamayan infertilitede kullanılırken tedavi amaçlı olarak ise myom, endometriozis, over (yumurtalık) kistleri ve tümörleri, dış gebelik, tuboovarian abse, rahim/vajen sarkması, idrar kaçırma ve jinekolojik kanserlerin tedavisinde kullanılmaktadır. Laparoskopik olarak yapılan jinekolojik ameliyatlar; histerektomi (rahmin alınması), ooforektomi (yumurtalık alınması), kistektomi (yumurtalık kisti alınması), salpenjektomi (tüplerin alınması), myomektomi (myom alınması), tüp ligasyonu (tüplerin bağlanması), adezyolizis (karın içi yapışıklıkların açılması), tüplerin açılması, sakrokolpopeksi (rahim sarkmasının düzeltilmesi) ve rahim kanseri cerrahisi olarak sıralanabilir.
Açık ameliyatta görülen komplikasyonlara benzer olarak laparoskopide de büyük damar, barsak, idrar torbası yaralanması, sinir hasarları ve damar pıhtısı oluşumu görülebilir. Laparoskopi sonrası şiddetli karın ağrısı, uzamış bulantı ve kusma, ateş, kesi yerinde kanama ve iltihap olması, idrar yaparken ağrı gibi bir durumla karşılaşılması durumunda mutlaka cerrahiyi yapan doktor ile irtibata geçilmelidir.
Jinekolojide laparoskopinin yukarıda anlatılan büyük avantajlarının yanında diğer cerrahi yöntemlerde olduğu gibi riskleri ve komplikasyonları da vardır. Özellikle deneyimli merkezlerde ve tecrübeli ellerde uygun hasta seçimi ve hazırlığının iyi yapılması ile düşük komplikasyon oranları ve büyük başarı oranları elde edilmektedir.
Karın duvarına genellikle göbek deliğinden 5-10 mm kesi yapılarak aynı çapta trokar denilen yardımcı aletlerle karın içerisine ulaşılır. Karın içerisine ulaşıldığından emin olunduktan sonra bu trokar aracılığı ile karın içerisi karbondioksit (CO2) gazı ile 12-15 mmHg basınç ile şişirilir. Ardından yapılacak cerrahi prosedüre göre ilave olarak ek trokarlar (genellikle jinekolojik cerrahiler için 2 veya 3 ilave trokar) yerleştirilir.
Böylece jinekolojik cerrahi için bir adet göbek deliği, iki adet hastanın sol alt karın bölgesinden ve gerekirse bir tane de sağ alt karın bölgesinden olmak üzere, toplam 3 veya 4 trokar yerleştirilir. Bu trokarların yerleştirilmesi için karın cildine yapılan kesiler genellikle 5 veya 10 mm olmaktadır.
Göbek deliğinden yerleştirilen trokar içerisinden geçen kamera yardımı ile karın içi gözlenirken diğer trokarlardan da cerrahi işlemi yapmak için tutucu klemp, makas, portegü, kanama durdurucu (damar mühürleyici/kesici enerji modaliteleri) forsepsler, karın içi temizlik için aspiratör ve dokuları çıkarmak için endobagler geçirilerek cerrahi prosedürde kullanılmaktadır. Laparoskopik cerrahi tamamlandıktan sonra karın cildindeki 5-10 mm boyutundaki cilt kesileri ince dikişlerle kapatılmaktadır.
Laparoskopi ile karında büyük insizyon (kesi) olmayacağı için ağrı, kanama, hastanede kalış süresi daha az olmakta, daha hızlı iyileşme, daha erken işe dönüş imkanı olmaktadır. Ayrıca kozmetik yani estetik açıdan da büyük yara izleri olmamaktadır. Bunun yanında karın içi organların gözlenmesi daha iyi olmakta ve cerrahi sonrası karın içi yapışıklık da daha az olmaktadır.
Jinekolojide laparoskopi tanı (diagnostik) ve tedavi (terapötik) amaçlı kullanılmaktadır. Tanısal olarak; açıklanamayan kronik pelvik ağrı ve açıklanamayan infertilitede kullanılırken tedavi amaçlı olarak ise myom, endometriozis, over (yumurtalık) kistleri ve tümörleri, dış gebelik, tuboovarian abse, rahim/vajen sarkması, idrar kaçırma ve jinekolojik kanserlerin tedavisinde kullanılmaktadır. Laparoskopik olarak yapılan jinekolojik ameliyatlar; histerektomi (rahmin alınması), ooforektomi (yumurtalık alınması), kistektomi (yumurtalık kisti alınması), salpenjektomi (tüplerin alınması), myomektomi (myom alınması), tüp ligasyonu (tüplerin bağlanması), adezyolizis (karın içi yapışıklıkların açılması), tüplerin açılması, sakrokolpopeksi (rahim sarkmasının düzeltilmesi) ve rahim kanseri cerrahisi olarak sıralanabilir.
Açık ameliyatta görülen komplikasyonlara benzer olarak laparoskopide de büyük damar, barsak, idrar torbası yaralanması, sinir hasarları ve damar pıhtısı oluşumu görülebilir. Laparoskopi sonrası şiddetli karın ağrısı, uzamış bulantı ve kusma, ateş, kesi yerinde kanama ve iltihap olması, idrar yaparken ağrı gibi bir durumla karşılaşılması durumunda mutlaka cerrahiyi yapan doktor ile irtibata geçilmelidir.
Jinekolojide laparoskopinin yukarıda anlatılan büyük avantajlarının yanında diğer cerrahi yöntemlerde olduğu gibi riskleri ve komplikasyonları da vardır. Özellikle deneyimli merkezlerde ve tecrübeli ellerde uygun hasta seçimi ve hazırlığının iyi yapılması ile düşük komplikasyon oranları ve büyük başarı oranları elde edilmektedir.
Gebelik dönemi boyunca, gebeliğin ilk tespitinde, gebeliğin 11-13. haftaları arasında (ikili tarama testi ve bebeğin anatomik muayenesi için), gebeliğin 18-23 haftaları arasında (bebeğin detaylı anatomik muayenesi için), gebeliğin 28-32 haftaları arasında (bebeğin normal büyümesinin gözlenmesi için) ve doğum öncesi dönemde (bebeğin doğum öncesi son değerlendirmesi için) olmak üzere en az 5 kez ultrason muayenesi yapılmasında fayda vardır.
Gebelik ilk defa tespit edildiğinde yani erken gebelik dönemindeki ilk ultrason muayenesi vazgeçilmezdir çünkü bu dönemde gebeliğin kesin teşhisi, gebeliğin rahim içerisinde olduğu (böylece dış gebelikler ekarte edilmesi sağlanır), bebeğin kalp atışlarının gözlenmesi (bebeğin canlı olduğu saptanır), bebeğin boyu ölçülerek gebelik haftasının netleştirilmesi, bebek sayısı saptanarak ikiz, üçüz gibi çoğul gebelikler tespiti sağlanmış olmaktadır. Yine gebeliğin ilk üç ayı sonunda (11-13 haftada) bebeğin boyu, ense kalınlığı ölçümü, burun kemiği varlığı, doppler ile kalp kapakçık fonksiyonu ve bebeğin toplardamar doppler ölçümü ile ikili tarama testi yapılmasına olanak sağlaması açısından ultrason muayenesi gerekmektedir. Gerekli hallerde erken gebelik dönemlerinde bebeğin kafa, beyin, kalp, karın iç organları, elleri ve ayakları da değerlendirilebilmektedir.
Ayrıntılı ultrason veya detaylı ultrason veya ileri düzey (ikinci düzey) ultrason aynı anlamdadır. Aslında bu tanımların tümü bebeğin ultrason ile incelenebilecek tüm sistem ve organlarının ayrıntılı muayenesidir. Bunun dışında 3 veya 4 boyutlu ultrason denilen inceleme yöntemi ise bunlarla aynı anlama gelmez ancak halk arasında çoğunlukla aynı sanılır.
Bebeğin ayrıntılı ultrason muayenesi 2 boyutlu yapılmaktadır. Buna ilave olarak, aynı muayenede 3 ve 4 boyutlu ultrason kullanılarak aileye bebeğin yüzü, elleri, ayakları 4 boyutlu olarak gösterilebilir. Ayrıntılı ultrason muayenesinde önemli olan ultrason cihazının 3 veya 4 boyutlu olması değil; ayrıntılı ultrason muayenesini bu konuda deneyimli bir uzmanın değerlendirmesidir.
Normal gebelik takibinde gebeliğin 18-23 haftalar arasında fetal ultrason muayenesi yapılır. Bu muayene, her gebelikte bebekte bir doğumsal kusur (anomali) varlığını araştırmak amacıyla yapılır. Herhangi bir anomali saptanmazsa rutin gebelik takibine devam edilir. Ancak anomali saptanması durumunda bu konuyla ilgili aile bilgilendirilerek durumun araştırılması için bu konuda uzman hekimlerce (perinatoloji uzmanı) fetusun yeniden ayrıntılı ultrason muayenesi ve gerekirse invaziv işlemler yapılır.
Detaylı ultrason muayenesi gebeliğin 18-23 haftalar arasında uygulanabilir ve inceleme yaklaşık 20-40 dakika sürer. Bebeğin pozisyonuna bağlı değerlendirme yapılamaması veya bir şüphe varlığında ultrason muayenesi yaklaşık bir hafta içerisinde tekrar yapılır. Ancak bir şüphe veya risk saptanmamışsa normalde gebelikte bir kere yapılır ve tekrar yapılmasına gerek yoktur.
Ayrıntılı ultrason muayenesinde bebeğin kafa kemikleri, beyin, yüz, omurga, göğüs kafesi içerisi, kalp, karın organları, mide, barsak, böbrekler, kollar - bacaklar (el ve ayaklar dahil) ultrason ile muayene edilebilecek organlar ayrıntılı olarak incelenir. Ayrıca bebeğin suyu, plasentası (bebeğin eşi) ve rahim ağzı uzunluğu da değerlendirilir. Gerekli hallerde ise gebeliğin 20-22 haftalar arasında kalp fetal ekokardiyografi ile değerlendirilir.
Ayrıntılı ultrason muayenesinde en iyi merkezlerde en tecrübeli uzmanlar tarafından yapılsa bile asla bebekteki anomalileri %100 saptayamaz. Ortalama %60-80 civarında anomaliler saptanabilir çünkü bazı anomaliler ultrasonda saptanacak belirtiler vermez, bazı anomaliler ultrason yapıldıktan sonra daha ileri aylarda gelişebilir. Normalde bütün gebeliklerin yaklaşık %2-3 kadarında majorkonjenital (doğumsal) anomali vardır.
Gebelerde ultrason için açlık veya tokluk şartı aranmamaktadır. Ancak daha önce yapılan ultrason ve tetkik sonuçları (ikili veya üçlü/dörtlü tarama testi gibi), gebe takip formu gibi dosyaların gebenin yanında getirmesi yararlı olmaktadır.
Gebelik dönemi boyunca, gebeliğin ilk tespitinde, gebeliğin 11-13. haftaları arasında (ikili tarama testi ve bebeğin anatomik muayenesi için), gebeliğin 18-23 haftaları arasında (bebeğin detaylı anatomik muayenesi için), gebeliğin 28-32 haftaları arasında (bebeğin normal büyümesinin gözlenmesi için) ve doğum öncesi dönemde (bebeğin doğum öncesi son değerlendirmesi için) olmak üzere en az 5 kez ultrason muayenesi yapılmasında fayda vardır.
Gebelik ilk defa tespit edildiğinde yani erken gebelik dönemindeki ilk ultrason muayenesi vazgeçilmezdir çünkü bu dönemde gebeliğin kesin teşhisi, gebeliğin rahim içerisinde olduğu (böylece dış gebelikler ekarte edilmesi sağlanır), bebeğin kalp atışlarının gözlenmesi (bebeğin canlı olduğu saptanır), bebeğin boyu ölçülerek gebelik haftasının netleştirilmesi, bebek sayısı saptanarak ikiz, üçüz gibi çoğul gebelikler tespiti sağlanmış olmaktadır. Yine gebeliğin ilk üç ayı sonunda (11-13 haftada) bebeğin boyu, ense kalınlığı ölçümü, burun kemiği varlığı, doppler ile kalp kapakçık fonksiyonu ve bebeğin toplardamar doppler ölçümü ile ikili tarama testi yapılmasına olanak sağlaması açısından ultrason muayenesi gerekmektedir. Gerekli hallerde erken gebelik dönemlerinde bebeğin kafa, beyin, kalp, karın iç organları, elleri ve ayakları da değerlendirilebilmektedir.
Ayrıntılı ultrason veya detaylı ultrason veya ileri düzey (ikinci düzey) ultrason aynı anlamdadır. Aslında bu tanımların tümü bebeğin ultrason ile incelenebilecek tüm sistem ve organlarının ayrıntılı muayenesidir. Bunun dışında 3 veya 4 boyutlu ultrason denilen inceleme yöntemi ise bunlarla aynı anlama gelmez ancak halk arasında çoğunlukla aynı sanılır.
Bebeğin ayrıntılı ultrason muayenesi 2 boyutlu yapılmaktadır. Buna ilave olarak, aynı muayenede 3 ve 4 boyutlu ultrason kullanılarak aileye bebeğin yüzü, elleri, ayakları 4 boyutlu olarak gösterilebilir. Ayrıntılı ultrason muayenesinde önemli olan ultrason cihazının 3 veya 4 boyutlu olması değil; ayrıntılı ultrason muayenesini bu konuda deneyimli bir uzmanın değerlendirmesidir.
Normal gebelik takibinde gebeliğin 18-23 haftalar arasında fetal ultrason muayenesi yapılır. Bu muayene, her gebelikte bebekte bir doğumsal kusur (anomali) varlığını araştırmak amacıyla yapılır. Herhangi bir anomali saptanmazsa rutin gebelik takibine devam edilir. Ancak anomali saptanması durumunda bu konuyla ilgili aile bilgilendirilerek durumun araştırılması için bu konuda uzman hekimlerce (perinatoloji uzmanı) fetusun yeniden ayrıntılı ultrason muayenesi ve gerekirse invaziv işlemler yapılır.
Detaylı ultrason muayenesi gebeliğin 18-23 haftalar arasında uygulanabilir ve inceleme yaklaşık 20-40 dakika sürer. Bebeğin pozisyonuna bağlı değerlendirme yapılamaması veya bir şüphe varlığında ultrason muayenesi yaklaşık bir hafta içerisinde tekrar yapılır. Ancak bir şüphe veya risk saptanmamışsa normalde gebelikte bir kere yapılır ve tekrar yapılmasına gerek yoktur.
Ayrıntılı ultrason muayenesinde bebeğin kafa kemikleri, beyin, yüz, omurga, göğüs kafesi içerisi, kalp, karın organları, mide, barsak, böbrekler, kollar - bacaklar (el ve ayaklar dahil) ultrason ile muayene edilebilecek organlar ayrıntılı olarak incelenir. Ayrıca bebeğin suyu, plasentası (bebeğin eşi) ve rahim ağzı uzunluğu da değerlendirilir. Gerekli hallerde ise gebeliğin 20-22 haftalar arasında kalp fetal ekokardiyografi ile değerlendirilir.