Günlerin Köpüğü

Güncelleme Tarihi:

Günlerin Köpüğü
Oluşturulma Tarihi: Kasım 20, 1999 00:00

Aylin LİVANELİ
Haberin Devamı

Acıya dayanmak

Akşamüstü oturmuş kanallar arasında geziniyordum ki o korkunç haberi gördüm.

Türkiye'de büyük bir deprem daha olmuş.

Hemen telefona sarıldım.

Türkiye'de gece saat bir.

Olsun. Nasıl olsa bizimkiler korkudan uyumuyorlardır.

Anneannemi, teyzemi, herkesi aradım.

Kimse evde yok.

Yine bütün geceyi dışarıda, arabada geçirmişler.

Ya arabası olmayanlar.

Üstelik çok da soğukmuş.

Sonra İstanbul'da fazla hasar olmadığını öğrendim.

Bu kez deprem Düzce'yi vurmuş.

Doğrusu bu haber beni fazla rahatlatamadı.

Üzüntümü azaltmadı.

Televizyon sürekli bu konudan söz ediyor.

Düzce'de göçük altında kalan yüzlerce insanı ve o göçüklerin etrafında umutla bekleyen yakınlarını gösteriyor.

Dayanılacak gibi değil.

İnsanlar neden bu kadar acı çekiyor?

Amerikalılar da bu faciayı dehşet içinde izliyorlar.

Dün televizyonda bir spiker ‘‘Deprem konusunda Türkiye'den öğreneceğimiz çok şey var. Özellikle de New York'ta büyük bir deprem olasılığına karşı nasıl hazırlanmamız gerektiğini artık biliyoruz’’ dedi.

Los Angeles'ta falan sürekli deprem oluyor ama New York deprem bölgesi değil.

Ayrıca buradaki binalar da bizdekilerden çok daha sağlam.

Bu ne demek anlamadım.

Ama anladığım bir şey var ki, New Yorklular da doğanın şiddeti karşısında paniğe kapılmış durumdalar.

Ya bizde de olursa korkusunu yaşıyorlar.

Televizyon programlarında, koca gökdelenleriyle New York'ta olası bir depremin sonuçları tartışılıyor.

Ekranlarda her gün, korkunç sahnelerle dolu ‘‘New York'ta Deprem’’ adlı film gösteriliyor.

Kafamdan dönüp dolaşıp hep aynı soru geçiyor:

İnsanlar neden bu kadar acı çekiyor?

Son zamanlarda okuduğum Tibet'in sürgündeki dini lideri 14'üncü Dalai Lama'nın ‘‘Mutluluk Sanatı’’ adlı kitabına göre insanlar, daha yüce bir şey için acı çekiyorlarmış.

Büyük acılarla sabrımız ve dayanıklılığımız ölçülüyormuş.

Aslında bütün dinler bu görüşte birleşiyor.

Bunun doğru olup olmadığını bilemem ama böyle zamanlarda insanı ayakta tutan tek şeyin din ve inanç olduğunu gördüm.

Tanrı'ya inananlar acıya daha dayanıklı oluyorlar.

Ve acılar da sanırım bizi Tanrı'ya daha yakınlaştırıyor.

Bir arkadaşım soruyor, ‘‘Tanrı varsa neden bu kadar acı veriyor?’’ diye.

Aslında galiba Tanrı'nın var olup olmamasından çok, inanmak önemli.

Çünkü inanmak, koskoca bir boşluğu dolduruyor.

Büyük filozof Kierkergaard boşuna dememiş: ‘‘Tanrı'nın varlığı kanıtlanabilseydi inanç diye bir şey kalmazdı’’ diye.

Biz insanlar, koskoca evrende tutunacak bir dal ve acılarımıza anlamlı bir sebep arıyoruz.

Ayakta kalmaya çalışıyoruz.

Belki başarıyoruz, belki başaramıyoruz ama işte hayat devam ediyor.

Biz de elimizden geleni yapıyoruz.

Amerika mezeyi keşfediyor

Bir yıl önce köşemde ‘‘Neden İtalya, Çin ve Fransız mutfağı dünyanın her yerinde tanınırken bizim yemeklerimiz bilinmiyor?’’ diye sormuştum.

Artık bu konuda üzülmeme gerek yok.

Çünkü Türk yemekleri New York'ta müthiş ‘‘in’’ oldu.

Türk lokantaları hep dolu.

Amerikalılar artık bizim mezelere, kebaplara, Osmanlı yemeklerine bayılıyor.

Vallahi ben de bayıldım.

Öyle çok özlemiştim ki mantıyı, iskenderi, patlıcan salatasını.

New York Üniversitesi'nde İngilizce profesörü olan ve bana burada annelik yapmayı aklına koyan Bayan Haines, beni kaptığı gibi ‘‘Türkish Kitchen’’ (Türk Mutfağı) adlı lokantaya götürdü.

Yemeklerin bu kadar güzel olacağını ummamıştım doğrusu.

Harikaydı.

Patlayana kadar yedim.

‘‘Binnaz şarkısını duyacağın son yer neresi?’’ diye sorsalar herhalde New York derdim.

Ama değilmiş.

İşte o gece duydum.

Bayan Haines ve diğer Amerikalılar da bu parçayı ilgiyle dinlediler.

Ertesi gün bir de baktım ki, The New York Times gazetesi, yiyecek ilavesinin büyük bir kısmını Türk yemeklerine ayırmış.

‘‘Amerika, Türk Mozayiğini Keşfediyor’’ başlıklı yazıda, ünlü lokanta ve otel şeflerinin Türk yemeklerini araştırmak üzere Türkiye'ye gittikleri ve dönüşte mönülerine bunları koydukları yazıyordu.

Türk mezesinin, İspanyolların Tapas'ı (İspanyol mezesi) kadar popüler olmaya başladığı, Waldorf Astoria gibi ünlü otellerin mönüsüne alındığı anlatılıyordu.

Bu gerçekten çok sevindirici.

Yıllardır, bu kadar zengin bir mutfak nasıl olur da tanınmaz diye hayıflanırdım.

Demek ki iyi şeylerin değeri geç de olsa anlaşılıyormuş.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!