Evliya Çelebi kimdir? İşte hayatından dikkat çeken bölümler

Güncelleme Tarihi:

Evliya Çelebi kimdir İşte hayatından dikkat çeken bölümler
Oluşturulma Tarihi: Mart 23, 2018 13:40

Zengin bir hayal gücüne sahip olduğu Seyahatname’nin üslubundan anlaşılan Evliya Çelebi, serüvenci ruhunu da seyahatlerle beslemiştir. Geleneklerine bağlı ve diğer Osmanlı çağdaşları gibi, kendi kültürünün üstünlüğünden emin olan inançlı bir Müslüman olması onu yabancı dünyaları ve becerileri tanımaktan alıkoymamıştır. Saf bir dindarlığın yanı sıra tipik bir 17. yüzyıl Osmanlısı olarak hatırı sayılır bir hoşgörüye sahiptir.

Haberin Devamı

Evliya Çelebi ile ilgili bilgiler çoğunlukla kendi eseri olan Seyahatname’den elde edilmiştir ve bu eserde de adı Evliya Çelebi olarak geçtiği için, bunun dışında bir adı olup olmadığı bilinmemektedir. Bir görüşe göre babası, devrin büyük imamlarından Evliya Mehmet Efendi’ye çok saygı duyduğu için oğlunun ismini Evliya koymuştur; diğer bir görüşe göreyse Evliya kendisi hocasına saygısından bu ismi almıştır. Seyahatname’de geçen ve kendi ağzından ifadelere dayanan bilgilere göre Evliya Çelebi, 25 Mart 1611 tarihinde İstanbul, Unkapanı’nda doğmuştur.

Zengin bir hayal gücüne sahip olduğu Seyahatname’nin üslubundan anlaşılan Evliya Çelebi, serüvenci ruhunu da seyahatlerle beslemiştir. Geleneklerine bağlı ve diğer Osmanlı çağdaşları gibi, kendi kültürünün üstünlüğünden emin olan inançlı bir Müslüman olması onu yabancı dünyaları ve becerileri tanımaktan alıkoymamıştır. Saf bir dindarlığın yanı sıra tipik bir 17. yüzyıl Osmanlısı olarak hatırı sayılır bir hoşgörüye sahiptir. Eserinde, kiliseleri ziyaret ettiğini anlatmakta ve Hristiyan dua metinlerini aktarmakta, ayrıca konukları için evinde yasaklanmış içki ve uyarıcı hazır bulundurmakta sakınca görmeyen Evliya’nın dar görüşlü olamayacağı ortadadır.

Haberin Devamı

Evliya Çelebi, Seyahatname’sinin altıncı cildinde aile kökünün Ahmet Yesevi’ye kadar ulaştığını yazmaktadır. Atası Ece Yakup, Osmanlıların atası Ertuğrul ile birlikte Maveraünnehir’deki Mahan’dan gelmiş ya da Kütahya’da doğmuştur ve Sultan Orhan’ın sütkardeşidir. Evliya Çelebi’nin ailesi, İstanbul’un fethinden sonra Kütahya’dan buraya gelip Unkapanı yöresine yerleşmiştir. Babası Derviş Mehmet Zılli, I. Süleyman’dan I. Ahmet’e kadarki padişahların kuyumcubaşılığında bulunmuş ve seferlere katılmıştır.

Annesi hakkında pek bilgi olmamakla birlikte, sarayla bağlantısının anne tarafına dayandığı bilinmektedir. Evliya Çelebi’ye devlet kapısında memuriyet verilmesine aracılık eden Silahtar Melek Ahmet Paşa kimilerine göre dayısı, kimilerine göreyse Evliya’nın teyzesinin kocasıydı.  Seyahatname’deki dağınık bilgilere göre Evliya, eğitiminin ilk aşamasında daha çok babasının Unkapanı pazar yerindeki dükkânına gelen bilgili ve çok yönlü tanıdıklardan yararlanmış, daha sonra Unkapanı’nda Fil Yokuşu’ndaki Hamid Efendi Medresesi’nde yedi yıl eğitim görmüştür. Bu arada Sadizade Darülkurra’sına giderek Kur’an’ı Kerim’i ezberlemiş ve babasından da zamanın güzel sanatlarından olan hat, nakış, tezhip öğrenmiştir.
Ancak 1635 yılında, akrabası Silahtar Melek Ahmet Paşa vasıtasıyla Ayasofya Camii’nde IV. Murat’la tanıştırılan Evliya Çelebi, yüksek seviyede devlet ve bilim adamlarıyla üst rütbeli askerlerin yetiştiği Enderun Mektebi’ne kabul edilmiştir.
Evliya Çelebi’nin seyahate olan merakının babasının anlattığı son derece ilginç ve macera dolu öykülere dayandığı, yakın çevrelerinde bulunan çok renkli ve bilgili tanıdıkların da bunda katkısı olduğu kabul edilmektedir. Evliya Çelebi, Seyahatname’de seyahatlere başlama öyküsünü bir rüyaya dayandırır. Simgesel motifler barındıran ve babasına seyahat fikrini kabul ettirmeye yönelik kurgulanmış olan rüya, eserin başlarında kendi ağzından anlatılmaktadır. Evliya Çelebi, 19 Ağustos 1630 gecesi rüyasında, Yemiş İskelesi’ndeki Ahi Çelebi Camii’nde kalabalık bir cemaat arasında Hz. Muhammed’i görmüş, huzuruna varınca; “Şefaat ya Resulallah” diyecekken heyecanla; “Seyahat ya Resulallah!” demiştir.

Haberin Devamı

Evliya Çelebi, rüyasını Kasımpaşa Mevlevihanesi Şeyhi Abdullah Dede’ye anlatmıştır. Şeyh, bu rüyanın hayırlı olduğunu ve mutlaka seyahate çıkması gerektiğini tavsiye etmiştir. Babası, Evliya Çelebi’nin İstanbul dışına çıkmasına uzun zaman karşı koymuş ve izin vermemiştir. Ancak 1640’ta, eski dostu Okçuzade Ahmet Çelebi ile gizlice Bursa’ya giden Evliya Çelebi’nin bu yolculuğu bir ay sürmüş, dönüşünde artık oğlunu tutamayacağını anlayan babası, seyahate çıkmasına izin vermiştir. Bu karar üzerine Türk edebiyatının dünyaca tanınmış bir şahsiyet olma yolunda ilerlemiştir. 24 yaşında başladığı gezilerine elli yıl boyunca devam etti. Bu elli yıl boyunca Osmanlı Devleti’nin sınırları içerisindeki bütün illeri gerek görevli olarak, gerek gezi babında da olsa gezmeyi başarmıştır.

Haberin Devamı

Görev için gönderildiği bölgelerde belli savaşlara katıldığı da belirtilmektedir. Hiç evlenmediği ve çocuğu olmadığı söylenen Evliya Çelebi, zengin ve köklü bir aileden gelmesi ve gezi için gittiği bölgelerde dahi vazifeler aldığı bilinmektedir. Katıldığı savaşlardan ganimetler, gittiği bölgelerde yaptığı ticaretler ve kendisine verilen sayısız hediyelerle rahat ve refah bir hayat sürmüştür. Yaptığı işler ve kendisine edindiği vazifeler nedeniyle pek çok devlet idarecisiyle iletişimde olmasına rağmen hiçbir zaman kendisini üstün görme hırsına kapılmamış ve daima mütevazı davranmıştır. Elli yıl boyunca hayatını geziye adayarak, gezip gördüklerini yazdığı kitabı olan Seyahatname’si tüm dünya tarafından tanınan bir eser olmayı da başarmıştır. Seyahatname, Evliya Çelebi tarafından 17. yüzyılda yazılmış olan bir gezi kitabıdır. 10 ciltten oluşur. Yaşanan olaylar halkın anlayacağı şekilde yazılmıştır. Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde gezip gördüğü yerleri kendi üslubuyla anlatmaktadır. Evliya Çelebi’nin 10 ciltlik Seyahatnamesi, bütün görmüş ve gezmiş olduğu memleketler hakkında oldukça önemli bilgiler içermektedir. Eser bu yüzden Türk kültür tarihi ve gezi edebiyatı açısından önemli bir yere sahip olmuştur.

Haberin Devamı

Evliya Çelebi kimdir İşte hayatından dikkat çeken bölümler

Osmanlı’da Cadılar, Vampirler ve Büyücüler
Her konuda anlatacak bir hikâyesi olan Evliya Çelebi’nin elbette “sihir”, “büyü” ve “cadılar” hakkında da anlatacak bir şeyleri vardır. Seyahati boyunca karşılaştığı pek çok egzotik hikâyeyi, şahit olduğu tılsım, cadı, büyü, büyücü olaylarını ve gözlemlediği doğaüstü varlıkları eserinde anlatır. Kendinden önceki tılsım ve efsanelere atıfla tecrübe ettiği bu hadiseleri yorumlar. Hatta bilinen en eski vampir hikâyelerinden birini onun naklettiği, bu yönüyle klasik “Drakula” öykülerine temel teşkil ettiği konusunda tüm tarihçiler hemfikridir.

Evliya Çelebi Hatukay Çerkez diyarının 300 küsur haneli Pedsi köyünde cadıların gökyüzündeki savaşına şahit olur. Zifiri karanlık bir gecede yıldırımlar aniden kıyametler gibi kopmaya başlar. Ortalık Çerkez kadınların nakış işleyebilecekleri kadar aydınlanır. Durumdaki harikuladeliği sezen Evliya civardaki Çerkezlere sorup, “Vallahi yılda bir defa böyle karakoncolos gecesi olur, Çerkez oburları (cadıları) ile Abaza oburları göklere uçup ceng-i azim eder, vuruşurlar” cevabını alır. Sonrada dışarı çıkıp korkmadan seyri temaşa etmesi tavsiye edilir.

Haberin Devamı

Yetmiş-seksen kişiyle birlikte dışarı çıkan Evliya, büyük ağaçlar, küpler tekneler, hasırlar araba tekerleri, fırın söykeleri ve daha nice benzer eşyalara binmiş Abaza cadılarıyla, at ve sığır leşlerine, deve ölülerine binmiş, ellerinde yılanlar, at, deve kelleleri olan Çerkez cadılarının savaşa tutuştuğunu hayretler içerisinde görür. Tam 6 saat süren bu vuruşmada kulakları sağır eden bir gürültü ortalığı kaplar. Havadan yere keçe, sırık, küp, tekne, kapı gibi eşya parçalarıyla, araba tekerleri, en nihayet at, insan ve sair hayvan uzuvları yağmaktadır. Yedi Abaza oburu yedi Çerkez oburuyla sarmaşıp yere düşünce, Çerkez cadıları hemen iki Abaza cadıyı kanlarını emerek öldürür ve ölülerini ateşe atarlar. Horozların ötmesiyle biten savaşın ardından oburlar da (cadılar) giderler. Evliya böyle hikâyelere dair gayet “münkir” olduğunu fakat kendisiyle birlikte halkın da bunu görüp hayretler içinde kaldıklarını belirterek, ahalinin de 40-50 yıldan beridir bu denli şiddetli bir “karakoncolos gecesi” görmediklerini söyler.

Yine Evliya Çelebi’nin anlatılanlardan naklettiğine göre bu diyarlarda yaşayan cadılar da vardır ki halkın arasında gezer de bilinmez. Fakat vakti zamanı gelip kudurunca, tuttuğu birinin kulağı arkasından kadını emer. Adam günbegün hasta olur. Derhal akrabaları bir “cadı üstadı” bulup köy, kasaba, şehir şehir dolanıp gözleri kan içmekten kan çanağına dönmüş cadıyı ararlar ki yakalayıp zincire vuralar. Üç gün üç gece zincire vurulan cadı, yaptığını ve cadılığını itiraf ettiğinde hemen yatırılıp göbeğine böğürtlen kazığı çakılır. Çıkan kan, kanı emilmiş adamın yüzüne gözüne sürülünce hasta derhal şifa bulur. Cadının leşi de ateşe atılıp yakılır. Bu cadılık derdi taundan (vebadan) fenadır; Moskof, Leh, Çek taraflarında hayli yaygınadır vesselam.

Dr. Stefanos Yerasimos, Evliya Çelebi’nin Kafkaslar’a dair bu anlatısında egzotizminin izlerini aramaktadır. Yerasimos’a göre Osmanlıların Kafkaslar’daki hâkimiyetinin kısa sürmüş olması ve yöreye fazla ilgi göstermeyişleri burayı Osmanlılar için egzotik bir iklime büründürmüştür. B u nedenle Yerasimos, “havalarda atlarla uçuşan cadılar”, “cesetlere saplanan kazıklar”, “zincire vurulan vampir hikâyeleri” Evliya’nın egzotik bir coğrafyaya doğaüstü mit ve efsaneleri yerleştirme ihtiyacından doğmuş olabileceğini sorgular. Ancak Dr. Başak Öztürk Bitik söz konusu eser Seyahatname olunca “egzotizm” seçeneğine kolaylıkla evet demenin çok da mümkün olmadığını belirterek Evliya’nın şahit olduğunu söylediği ikinci cadı vakası, Osmanlılar için pek de egzotik olamayan bir mekânda, Bulgaristan’ın bir köyünde gerçekleştiğinin altını çizer.
Evliya Çelebi, Rumeli’de (Bulgaristan’da) Çalıkkavak köyünde, bir “kefere” hanesinde konaklamakta ve ateş karşısında istirahat etmektedir. Kapıdan içeri saçı başı dağınık, çirkin yüzlü, yaşlı bir acuze kadın girer. Çekinmeden gelip ateşin başına oturur ve kendi lisanında küfürler savurmaya başlar. Evliya, önce dışarıdaki adamlarının kadını kızdırmış olabileceğini düşünür ve çağırtıp sual ettiğinde, “Haşa bir şeyden haberimiz yoktur” cevabını alır. Sonra bu acuzenin etrafına kızlı erkekli 7 çocuk gelip onlar dahi ateşin etrafını saralar ve hep birlikte Bulgarca konuşmaya başlarlar. Evliya ise “Ne garip temaşadır” diyerek bunları seyre koyulur.

Gece yarısı olunca çıkan gürültü ve patırtılar Evliya’yı uykusundan hoplatır. Evliya, acuze kadının kapıyı açıp içeri girdiğini ve ocaktan aldığı bir avuç külü fercine sürdüğünü görür. Sonra küle bir efsun okuyarak ocak başında yatan bu 7 çocuğun üzerine saçar. Yedisi birden iri piliçlere dönüşerek “civ”, “civ”, “civ“ demeye başlarlar. Hemen elinde kalan külleri kendi başına serpince o an büyük bir tavuğa olup “guruk”, “guruk” diyerek kapıdan çıkarı çıkar. Piliçler dahi ardı sıra çıkarlar. O an evliya, “Bre oğlan” diye feryat ettiğinde adamları hemen koşup gelirler ve burnundan kan boşladığını görürler. Evliya ise onlara, “Bu ne haldir bre, dışarı çıkın bakın hele bir kütürtüdür kopuyor” der. Dışarı çıkan adamlar görürler ki, tavuk ve piliçler atların arasında gezinmekte, atlarsa birbirleri üzerine yarışıp kendilerini helak etmektedirler. Köydeki “kefereler”se durumdan haberdar olup gelip hemen atları bağlarlar. Cadı ve tavuklar ise bir tarafa giderler.

Bundan sonrasını Evliya’nın adamı şöyle anlattır: “Bir baktık ki bir kefere, zekerini çıkarmış tavukların üzerine sepe sepe işemektedir. O an sekiz tavuk benî âdem (insan) olup biri yine o ihtiyar acuze oldu ve o işeyen kefere ve sair kefereler acuze kadını, çocukları kollarından tutup döve döve ve bir tarafa götürdüler. Ardı sıra gidip baktık ki meğer vardıkları yer kilise imiş. Hatunu papaza teslim edip papaz okuyup üfleyerek ‘afaroz-u mandolos’ eyledi.” Evliya anlatısına şöyle devam eder: “Bu olay üzerine adamlarım yemin verdiler. Antepli Müezzin Mehmet Efendi ve adamları, Mataracıbaşı ve adamları hepsi bu olayı görüp tavuğun insan olduğuna şahit oldular dediler. O gece sabaha kadar korkumdan veya kanımın hareketinden burnumun kanı dinmedi. Ta vakit sabah olduğunda kandan kurtuldum. Sonra müezzin ve mataracının adamlarını çağırıp sordum. ‘Vallahi akşam tavukların üzerine o Bulgar kefere işeyince tavuklar adam oldu. İsterseniz işeyen herifi getirelim’ dediler. Ben de ‘Canım, haydi getirin’ dedim. Gelen Bulgar gülerek ‘Sultanım o karı başka soydur, yılda bir kere kış geceleri öyle karakoncolos olurdu ama bu yıl tavuk oldu, kimseye zararı yoktur’ deyip gitti. İşte bu hakir mezkûr Çalıkkavak’ta böyle bir temaşaya şahadet edip aklım başımdan gide yazdı ve Çalıkkavak Balkanı’nın hali ahval‑i pûr-meali böyledir, Hüda hıfz ide” diyerek anlatıyı noktalar.

Evliya Çelebi kimdir İşte hayatından dikkat çeken bölümler

Eseri

Seyahatname Evliya Çelebi tarafından 17. yüzyılda yazılmış olan gezi yazısı kitabıdır. 10 ciltten oluşur. Seyahatname ilk olarak 1848’de Kahire Bulak Matbaasında Müntehâbât-ı Evliya Çelebi adıyla yayımlanmıştır. İkdam Gazetesi sahibi Ahmed Cevdet Bey ile Necib Asım Bey, Pertev Paşa Kütüphanesi’ndeki nüshayı esas alarak 1896 senesinde İstanbul’da basmaya başlamışlardır. 1902 senesine kadar ancak ilk altı cildi yayımlanabilmiştir. Yedinci ve sekizinci ciltleri 1928’de Türk Tarih Encümeni, dokuz ve onuncu ciltleriyse 1935-1938’de yeni harflerle Türkiye Cumhuriyeti Maarif Vekâleti tarafından yayımlanmıştır. Seyahatname’nin 1814 yılında Hammer tarafından keşfedilmesinden sonra birçok yabancı bilim adamı Çelebi hakkında araştırmalar yapmış, eseri birçok dile çevrilmiş ve yayımlanmıştır. Orhan Şaik Gökyay, Seyahatname’nin birinci cildini 1996’da Latin alfabesine çevirmiş ve bu tarihten sonra eser daha çok kişi tarafından incelenmeye başlanmıştır.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!