Damardan haberci

Güncelleme Tarihi:

Damardan haberci
Oluşturulma Tarihi: Ağustos 10, 2002 20:00

Takvimler 4 Nisan 1953'ü, saatler 02.15'i gösterirken, Çanakkale'de Naraburnu açıklarında seyretmekte olan Dumlupınar denizaltısı bir İsveç şilebiyle çarpışır. Ağır bir darbe alan Dumlupınar, 81 kişilik mürettebatıyla birlikte sulara gömülür.

Sağ kalan 22 kişi geminin arka bölümüne sığınır ve su yüzüne telefon şamandırası fırlatarak 'imdat' der. Kurtarma için seferber olanlar, oksijen idare etsin diye, içeridekilere ‘‘sakın konuşmayın, şarkı-türkü söylemeyin, aman ha cigara içmeyin’’ haberi gönderir. Ancak çalışmaların sonuç vermeyeceği anlaşıldığında, denizin altına şu çağrı gidecektir: Konuşabilir, şarkı-türkü söyleyebilir, hatta cigara içebilirsiniz! Telefon hattının öteki ucundan, ölümü bekleyenlerin hüzünlü, ama başı dik türküsü duyulur. Tarihin karanlık sularına gömülen bu hikaye yaşandığında henüz 5 yaşındadır Ali Kırca. Sonra, Akşehir'deki ‘‘haberli’’ çocukluğu, İstanbul Heybeliada'daki Deniz Lisesi ve donanma yılları geçer, bir dönem hızla esen '68 rüzgarları durulur, TRT'de başlayan mücadeleli habercilik serüvenine gelir sıra. Bu serüven özel kanallarda tüm hızıyla sürerken, Titanic filmi girer vizyona. ‘‘Niye bizim Dumlupınar'ın da böyle filmi yapılamaz ki’’ diye düşünür. Hatta bunun için girişimlerde bulunur ancak Türkiye koşulları buna imkan vermeyecektir henüz. İşte bu yüzden, atv'de ana haberlere imza atar ve Siyaset Meydanı'yla izleyiciyi uykusuz bırakırken gelen ‘‘Gel sana bir türkü albümü yapalım’’ önerisi çok hoşuna gider. Bugüne kadar o hikayeyi her hatırladığında, karanlık sulardan şamandıraya yükselen seslere, en çok ‘‘Ah Bir Ataş Ver’’ türküsünü yakıştırmıştır. Bir dramayla günümüze taşıyamadığı Dumlupınar'ın hikayesini kısacık bir türkü ve belgesel tadında bir kliple anlatsa belki daha etkili olacaktır! Yılların habercisi, açık oturumcusu, gazeteci-yazarı, haber daireleri başkanı Ali Kırca, işte böyle türkü albümü sahibi olur. Aslında daha önce de iki albümde sesi vardır; birinde köşe yazılarını okumuş, Barış Manço'nun anısına çıkan bir diğerinde Güle Güle Oğlum şarkısını seslendirmiştir. Sony Müzik Türkiye ve Kiss Müzik işbirliğiyle çıkan ‘‘Habersiz Türküler’’ ise şu sıralar NTV'de Seçim Meydanı'nı hazırlayan Kırca'nın yıllar yılı için için yaşayan türkücü yanıyla buluşturur sevenlerini.Yeni Siyaset Meydanları ve Ana Haber'den azzz önce...

Hikayelerin en klişe girişiyle, soğuk ve karlı bir kış günü doğar. Yer Konya'nın Akşehir ilçesi, tarih 26 Aralık 1948'dir, ama o zamana kadar görülmediği kadar çok kar olduğu için uzun süre nüfusa gidemeyen babası, daha sonra gittiğinde tam günü hatırlayamaz. ‘‘Yılbaşına yakındı’’ sözü üzerine nüfus memurunun şahane ‘‘düz hesap yapalım’’ önerisi gelir ve doğum tarihi, 1 Ocak 1948 yazılır kimliğine. Böylece hayata bir yaş büyük başlar. Annesinin ‘‘Eyvah oğlum askere bir yıl erken gidecek’’ endişeleri ise deniz lisesine 13 yaşında başlayacağı için iyice boşa çıkacaktır.

Genellikle ‘‘suyun öte yanı’’ndan sanılan Ali Kırca'nın Akşehir'de doğması, ailesinin oralı, Türk, hatta Türkmen olmasındandır. Nazım Hikmet'in ‘‘Akşehirliler Türktür ve merttir’’ mısraı, uzun yıllar şiir defterinin ilk sayfasını süsler. Babası ilçede dürüstlüğüyle, çalışkanlığıyla tanınan biridir, başarılı bir ticari hayatı da olmuştur, ancak talihsizlikler yüzünden, herşeyini kaybeder bir gün. Yine de en küçüğü Ali Kırca olan dört çocuğu, hiçbir zaman onun kaybettiğini düşünmez; o okuyamamıştır ama en büyük oğlu bir başhekimdir şimdi, sonraki baro başkanlığı da yapmış bir avukat, kızı Nükleer Araştırma Merkezi başkanı bir bilim kadını. Küçük oğlu ise haber dairesi başkanlıklarıyla oyalanır işte! Sonuçta Halil Kırca, küçük oğlunun 50'sinden sonra yaptığı türkü albümüne Çökertmeli Halil'in girmesini sağlayacak, ‘‘bana onurlu bir yaşam mirası bırakan babama’’ diye de teşekkür alacaktır.

Ortaokulu bitirene kadar yaşadığı Akşehir, her Anadolu kasabasına nasip olmayan bir kültür zenginliğine sahiptir. Aleviler, Rumlar, sonra 1917 devriminden kaçan Kazaklar, hepsinden önce de Nasreddin Hoca kültürüyle zenginleşerek büyür. Yazları Kuran kursuna giderken her gün içinden geçtiği Hoca'nın türbesi, belki de dünyanın tek korkutmayan mezarlığıdır. Nasreddin Hoca'nın ‘‘Sen de haklısın, sen de haklısın’’ yaklaşımının yıllar sonra Siyaset Meydanı'nda cisimleştiğini düşünür.

Küçük yaşta tanıdığı Aziz Nesin'lerin, Abdülbaki Gölpınarlı'ların, Refi'i Cevat Ulunay'ların konferanslarıyla sinema salonlarını doldurduğu; ünlü tiyatrocuların turnelerini Akşehir'de noktaladıkları yıllardır. O taşralı bir çocuktur ama Menderes belediye meydanına nutuk atmaya giderken onun evinin önünden geçmiştir. Ondan birkaç ay sonra, Menderes'in devrilmesini kutlamak için aynı meydana giden askerleri gören de onun gözleridir. Hatta orada şiir okuma sırası kendisine gelmediği için çok ağlamıştır.

MAKİNİST OLMAK İSTEDİ

Oldukça aktif olan o çocuk, tren makinisti olmak ister! Her şeye rağmen orası taşradır ve en çok gördüğü/etkilendiği şeydir tren. Ama yolcu olmayı değil, treni başka şehirlere, maceralara sürmeyi hayal eder. Ne var ki babasının ekonomik durumu yüzünden devlet yatılı okuması gerekecek; o maceralara, bir trende makinist olarak değil, bir gemide denizci olarak atılacaktır. Üstelik o ana dek denizci görmemiştir, yüzme de bilmez.

Heybeliada Deniz Lisesi'ni ve Deniz Harp Okulu'nu bitirir. Tam da '68-69 döneminde. Dolayısıyla 1971'de henüz 23 yaşında bir teğmenken sıkıyönetim mahkemesinde sanık olur. Türk Ceza Yasası'nın 146/1. maddesi uyarınca idamı istenenlerdendir. Ortada, şimdi çoğu insanın altına imza atacağı görüşlerden ibaret, delikanlı heyecanlarla kaleme alınmış bir bildiri vardır, arkasında da 150 sanık. Suçlama, ‘‘anayasal düzeni değiştirmeye çalışmak’’tır ki onlar dünyayı değiştireceklerini sanmıştır. 4,5 ay kadar hapiste kalır. Sonunda mahkeme ‘‘bildiri bu çocukların Atatürkçülüğünü ortaya koyuyor’’ diyerek beraat kararı verir. Ama donanmadan atılırlar. 25 yıl saklanan sır, 150 kişinin ‘‘biz yazdık’’ dediği o bildiriyi kimin kaleme aldığı, birkaç yıl önce ortaya çıkar: O'dur.

Bugün bu yüzden ‘‘Kırca Paşa’’ olamadıysa, Harp Okulu'ndayken girdiği Hukuk'u bitirip ünlü bir ceza avukatı olarak da çıkabilirmiş karşımıza; ya da çalışmak zorunda olduğu için devam edemediği Tıp Fakültesi'ni bitirseydi, iyi bir cerrah olarak. Ama hayır, bir gece, o dönem haftada iki-üç gün yayın yapabilen TRT ekranında sınav haberini görür. Ertesi gün soluğu Harbiye'deki Radyoevi'nde alır. Kapıda rastladığı bir grup arkadaşı, ‘‘sınav bitti’’ derler. Tam dönecekken, kapı görevlisi hayatını değiştiren soruyu sorar: ‘‘Spikerlik sınavı için mi geldiniz?’’ Yok canım, spikerlik, haber okumak, böyle şeyler aklının ucunda değildir, TRT'ye girecektir işte, ‘‘Ne iş olsa yaparım’’ sınavına. Bildiği, elinin kalem tuttuğudur. Neyse, muhabirlik sınavı için başvuru süresi bitmemiştir henüz. 2500 kişi arasından işe alınan ilk 20'ye girer. Ama hem TRT koşulları, hem ‘‘geçmişi’’ nedeniyle zorlu yıllar geçirir. Staj döneminde kapısını tıklattığı Can Akbel'in Güne Bakış'ının filmlerini tarar, montajlarına girer, prompter filan o zamanlar olmadığı için, kartonlara koca koca giriş cümleleri yazıp, yayın sırasında Akbel'e tutar. Yani bir zamanlar kolay haberci olunmaz.

TRT'deki 17 yılı Haber Dairesi Başkanı olarak geride bıraktığında, Mehmet Ali Birand'la TRT'de başlattıkları 32. Gün'ün anası Yurttan Dünyadan'a ve Siyaset Meydanı'nın anası Açık Oturum'lara imzasını atmıştır çoktan. YÖK, türban, arabesk ilk kez onun programlarında tartışılmıştır, hem de o dönemin TRT'sinde. Ama bir TRT klasiği olarak genel müdürü Cem Duna görevden alındığında Haber Dairesi Başkanı olarak kızağa çekilince, küser Türkiye'ye, Amerika'ya gider. Aslında dönmeyecektir ama... Döndüğünü ve nasıl döndüğünü herkes bilir. 100'ün üstünde ödül alır, defalarca seksi/yakışıklı listelerine girer, kitaplar yazar. Ama galiba en çok atv'den Star'a geçişiyle kırar izleyicisini. Ne var ki hayat budur! Fatih Terim de GS'den ayrılabilmiştir; herkesin bir ‘‘ayrılık manifestosu’’ olmalıdır. ‘‘İnsan bitmiş sevdaların harikulade zamanlarını, ayrıldığı şehrin ışıklı sabahlarını hatırlamalıdır.’’

HABERCİNİN HABERSİZ TÜRKÜSÜ

Bütün bunlar olurken, her fırsatta en yakın mikrofondan türküler söylediği malumdur. Pardon, ‘‘Her fırsatta değil canım, 30 saniye kadar ısrar edilince’’ diye düzeltir. Evet türkü söylemeye meraklıdır, ama Türkiye'de kaç kişi değildir ki! Tabii herkes albüm çıkarmaz. O bunu yaparken öncelikle türkü ustalarından af diler, ne bir müzik eğitimi vardır, ne de sesinin rengini bilir. Ama türküler hep başkalarından duyduklarımız, bizden önceyi taklidimiz değil midir? Bu türküler de onun iyi kötü taklididir işte. Haberlerin diliyle bir şey anlatmaya çalıştığı gibi, şimdi türkülerle anlatmaya çalışmaktadır. Rüzgarla savrulan haberlere inat akıp giden hayata bir türkülük ömür biçmek, der buna: ‘‘Hepsi bu.’’

Türküleri nasıl seçer? Çökertme, içinde Halil adı geçtiğinden olmazsa olmazdır. Ah Bir Ataş Ver, zaten albümün çıkış noktasıdır. Cemalım, yıllar önce saz öğrenmeye kalktığında ilk çalıştığı türküdür. Türküden türküye atladığı Şehirler Kolajı'nda Anadolu'nun kültür mozaiğini kısaca anlatmak ister. Biri Rumeli'den biri Erzincan'dan iki kırmızı gül türküsü ise -Aşkın Nur Yengi'nin yorumuyla Kırmızı Gül Demet Demet, kendi sesinden Kırmızı Gülün Alı Var- doğu ile batının, Osmanlı'dan AB'ye Türkiye'nin yolculuğunu anlatır ona göre.

Albümün adı Habersiz Türküler'dir ama aslında hem haber vardır içinde, hem de Kırca'nın aşina olduğumuz ‘‘haber sesi.’’ Biz bu albümle yine habersiz kalmayız yani. Habersiz olan türkülerdir; bizden ve bütün olup bitenlerden, yani savaşlardan, ihtilallerden, felaketlerden, açlıklardan, siyasi ve iktidari krizlerden, hırsızlıktan, rüşvetlerden, ihanetlerden habersizdirler. O yüzden kalabilmişlerdir zaten bunca zamandır.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!