Baharda üç gün, üç göl

Baharı göl kıyısında karşılamak isteyen İstanbullulara kolay ve keyifli bir hafta sonu rotası önereceğim. Cumadan yola çıkıp İznik’e uğrayabilirsiniz. 1683 yıl önce Hıristiyan dünyasının kaderini belirleyen şehirde tarihi kalıntıları gezebilir, göl kıyısında leziz yayın balığının tadına bakabilirsiniz.

Haberin Devamı

Ulubat’ta sizi içten selamlarıyla Gölyazılılar karşılayacak, kıyıdaki rengarenk sandallar kadar pencereleri turkuvaz boyalı evler de fotoğraf çekme arzunuzu kışkırtacak. Manyas ise baharda sadece kuşlar değil, insanlar için de bir cennet.

Uzun bir hafta sonu planlamıştım. Yolculuğum, cuma sabahı başlamıştı. Orhangazi’den, hedefteki ilk göl İznik’e saptım. Yolun bir kenarında, yeşil zeytin ağaçları sıralanmıştı. Diğerinde püsküllü sarı sazların salındığı göl manzarası görüntüye girdi. Arada bir göze çarpan asma kütükleri, yeni çiçeklenmeye başlayan meyve ağaçları ve yabani incirler. Birkaç kerkenez kuşu, sazların üstünde süzülüp ya bir kurbağa ya bir balık veya bir başka avın peşine düşmüşlerdi. Ve çevreye, kuş seslerinin bile duyulmadığı bir sessizlik hakimdi.
Gökyüzü baharı yansıtıyordu. Beyaz bulutlar, güneşin kah önüne geçiyor, kah önünden çekilip, ışıklarının geçmesine izin veriyordu. Rüzgar çiçeklerden aldığı bahar kokusunu cömertçe çevreye saçıyordu.
İznik’e sahilden girdim. Göle doğru bir kahvede, bacaklarımı uzatıp sabah çayı içmeyi düşlemiştim. Öyle de yaptım. Yeni demlenmiş çayı tadını çıkarta çıkarta içtim. Çay molasından sonra sahili şöyle bir boydan boya dolaşıp, İznik’in içlerine daldım. MÖ 300’lerde kurulan o zamanların en önemli kenti, şimdi ansiklopedilerde hakkında en uzun maddelerin yazıldığı ilçe olmuştu. Birinci İznik Konsülü gibi önemli toplantılara evsahipliği etmiş, Osmanlı’nın bir dönem başkenti olmuş, seramikleriyle dünyaya nam salmış böylesine önemli bir merkezin şimdilerine bakınca, insanın geçmişte yaşananlara inanası gelmiyor... O görkemli İznik’ten şimdiye taşralı bir kasaba kalmıştı.
Daha sonra ilçeyi çevreleyen surların Lefke Kapısı’ndan çıkıp, Abdülvahap Efendi’nin türbesinin bulunduğu tepeye tırmandım. İznik’in kuşbakışı görünümünü daha çok sevdim: Yeşil zeytin ağaçları, evler ve göl.
Ayasofya’nın ve surların bir kaç kare fotoğrafını çektikten sonra yoluma devam ettim. Bu kez gölün diğer yakasından, Gemlik istikametine doğru saptım. Öğle yemeğini Gemlik’te yemeği planladığım için, ilçeyi pas geçip, deniz manzaralı yoldan, Armutlu’ya doğru ilerledim. Tam bir serseri mayına benziyordum. Önüme çıkan her köy yoluna sapmış, deniz kıyılarını, çocukların oynadıkları ara sokakları dolaşmış, kimsenin olmadığı yollarda, tek başına araba kullanmanın keyfini çıkarmıştım. Kıyıdaki yazlıkları gördükçe, yaz aylarında bu yollarda çeşitli kabusların yaşandığını düşledim.
Kumla, Karacaali, Narlı, Kapaklı, Fıstıklı, Armutlu... Haritalarda adlarına rastlayamayacağınız bu köyler Gemlik’ten itibaren denizin kıyısında bu sırayla yer almışlardı. Hepsinin üstüne bir bahar güzelliği çöreklenmişti.
Gemlik’e dönüp sahildeki Boksör’ün yerinde, kendime güzel balık ziyafeti çekmiştim. Birinci günün sonunda, Bursa’daki otel odamın balkonundan etrafı seyrederken günün yorgunluğunun omuzlarımı bastırdığını hissettim.

Haberin Devamı

ULUBAT GÖLÜ’NÜN SESSİZ BALIKÇILARI

Haberin Devamı

İkinci günün sabahı, puslu havada ikinci göl Uluabat’a doğru yola çıktım. Anayoldan ayrılıp köy yollarına saptım. Güzel yerler görmek, güzel fotoğraflar çekmek için “pür dikkat” kesilmiştim. Yollarda hep yalnız insanlara rastladım; Sürülerinin başında bekleyen çobanlar, bir köyden diğerine yürüyenler, traktörle toprağı sürenler, bir ağacın altına oturmuş etrafı seyredenler...
Uluabat kasabasından göl kıyısına doğru sapıp, sazlıkları yukarıdan gören toprak bir yoldan, köylünün işaret ettiği yere doğru ilerledim. Gölün kıyısında kahvemi yaptım, bahar rüzgarıyla eğilip doğrulan sazlıkları seyrederek yalnızlığın tadını çıkardım.
Oradan ayrılıp, göl kıyısında tur atarken “Gölkıyı” tabelasını gördüm. Köyün içinden geçip, kıyıdaki kırık dökük bir iskelenin üstünden fotoğraf çekmeye niyetlendim. Bir kaç eski kayık, kayıkların yanında yüzen ördekler, kumsalda kumlara şekil çizen bir çocuk, yarısı suyun içinde olan ağaçlar... Bunların hepsinin yer alacağı bir karenin, güzel bir fotoğraf olacağını düşündüm ama, otomobilden inmemle binmem bir oldu. Çünkü bütün köyün köpekleri dişlerini çıkarmış, bana hamle yapmak için fırsat kolluyordu.
Arkamda köpek sürüsüyle köyü terk ettim.

ARANAN ADRES

Haberin Devamı

Sonunda sora sora aradığım adresi buldum: Gölyazı veya eski adıyla Apolyont. Gerçekten de rengarenk kayıklar ağaçların altına çekilmişti. Göl balıkçıları, sazan ağlarını onarıyordu. Sahildeki işimi bitirip, köyün iç kısımlarına girince, gördüğüm güzellikler karşısında şaşkına döndüm. Daracık sokakların kenarlarına sıralanmış, pencerelerinin önüne teneke içinde sardunyalar konmuş, aşı boyalı, bacasından bahar ayazına karşı yakılan sobaların dumanı tüten evleri hayran hayran seyrettim. Bir de, her önüme çıkanın, “hoş geldiniz” demesine sevindim. Gölyazı’yı, fotoğraf çekmeye meraklı olan herkese öneriyorum.
Bakkaldan aldığım ekmek-peynirle karnımı doyurduktan sonra, küçük köyün her sokağına daldım, gördüğüm her şeyin fotoğrafını çektim. Turkuvaza boyanmış kapılar ve pencere pervazları, üst üste yığılmış balık ağları, mora çalan mavi ile boyanmış cami kubbesi, sürüler halinde geçen ördekler ve onların uçtuğu istikametten gelen tüfek sesleri... Tüm bu güzellikleri fotoğraf karelerinde donduramamanın telaşını yaşadım.
İkinci günü bitirip Bursa’nın kalabalığına döndüğümde köy görüntüleri hâlâ gözümün önünden gitmemişti.

Haberin Devamı

MANYAS GÖLÜ’NÜN SESSİZ KIYILARI

Üçüncü gün üçüncü gölüm Manyas’tı. Gölü gezmeye Kuş Cenneti’nden başladım. Burası Uluabat’a göre daha organize bir yerdi. Yürüme yolları, kuşları anlatan tabelalar ve oklarla, gezenlere kolaylık sağlanmıştı. Ama ben bir kaç serçe dışında kuş görmeyi başaramadım. Gölü çepeçevre dolaşıp, uzun hafta sonunu bitirmeyi planlamıştım. Önce Manyas kasabasına uğradım, oradan geleneksel alışverişimi yaptım: Manyas Peyniri, kaymak tadında lor peyniri, kaşara benzer diğer bir peynir... Sonra sırasıyla Satur, Hamamlı, Kocagöl, Gölyaka, Bereketli, Doğruca köylerini geçerek göl turumu tamamladım.
Beni Bandırma’dan İstanbul’a götürecek feribota bindiğimde tüm vücudumu tatlı bir bahar yorgunluğun sardığını hissettim.

Yazarın Tüm Yazıları