Botoks bana yakışmıyor

Şevval Sam uzun zamandır dizi setleri ile sahne arasında mekik dokuyor. “Yasak Elma”nın yüksek egolu Ender’i, “Müzeyyen Müzikali”nde bambaşka bir kimliğe bürünüyor; alaturka sevenleri mest ediyor, seyirciyi Müzeyyen Senar’ın hayatında etkileyici bir yolculuğa sürüklüyor. Bu koşturma arasında kendisiyle buluştuk, Senar ile arasındaki ruh bağından kıyamete, müzikten estetiğe her şeyi konuştuk.

Haberin Devamı

◊ “Müzeyyen Müzikali” çok ses getirdi. Gerçekten de önemli bir prodüksiyon ve bu ilgiyi hak ediyor. Bu işin çıkış noktasından söz ederek başlayalım mı sohbetimize?

- Tabii... Müzeyyen Senar, Cumhuriyet tarihinde hem kadın hem de müzisyen olarak kült bir isim. Atatürk’e şarkı söylemiş, tarihimizde iz bırakmış bir sanatkâr. Dönemin politik figürlerinden aynı zamanda. Bir dönem sefire olmuş ama cemiyet bunu pek kabul etmemiş, kendisine şarkıcı ve hafif kadın muamelesi yapılmış. O ise yılmamış, kalbinin sesini dinlemiş. Bağımsız bir ruh ve müthiş bir ses, müthiş bir yetenek. Özetle Cumhuriyet tarihinde bütün varlığıyla iz bırakmış bir kadın, zamansız bir ruh o...

◊ Halen keyifle dinlenen bir ses, zamansız bir müzik...

- Müzik organik bir şey... Zaman içinde biçim de değiştiriyor, içerik de. Klasik Türk müziği, bir başka deyişle alaturka (Ben Türk sanat müziği tanımını sevmiyorum) aslında döneminin popüler müziği. Fakat o dönemin zarafeti ve naifliğini yansıtıyor. İnsanların aşklarını yaşayış, duygularını ifade ediş biçimleri, hassasiyetleri konusunda ciddi veriler içeriyor. Ne yazık ki onların çoğunu kaybettik, çünkü çağ değişti.

Haberin Devamı

◊ Dünya genelinde böyle değil mi? O eski naiflik yok...

- Doğru. Zaman hızlandı. İnsanlar sanki her şey ellerinden kaçıp gidiyor gibi hissediyor. Dolayısıyla bir aşk için beklemek, aşk için emek vermek gibi hassasiyetler kalmadı. Ama o dönemlerde varmış ve bu durum şarkılarda da tezahür ediyormuş.

Botoks bana yakışmıyor
Fotoğraf: Murat ŞAKA

YAŞITLARIM POP DİNLERKEN BEN ALATURKA PEŞİNDEYDİM

◊ Sizi etkileyen de o incelik mi?

- Kesinlikle... O dönemin estetik algısı genç kızlığımda da çok ilgimi çekerdi. Yaşıtlarım dönemin pop müziğini dinlerken ben alaturka şarkılar peşinde koşardım.

◊ Müzikal fikri nasıl doğdu?

- Bir radyo programı vesilesiyle yolum Kalan Müzik’le kesişti. Hasan Saltık, piyasaya çıkmamış çok sayıda radyo ve taş plak kaydını verdi bana. O kayıtlardaki okuma tavrı bir referans oldu, benim söyleyiş biçimime de yansıdı. Hatırlarsınız belki, “Gülbeyaz” diye bir Karadeniz dizisinde oynamıştım, orada Karadeniz türküleri söylüyordum. O yüzden de herkes benden Karadeniz albümü bekliyordu. Ama ben daha çok emek verdiğim, daha hassasiyet duyduğum müzik alaturka olduğu için ilk albümümü alaturka yapmak istedim. “Sek” öylece çıktı.

Haberin Devamı

◊ Devamı binbir renk şeklinde geldi ama...

- Evet, Karadeniz türküleri, tango, arabesk devam ettik.

◊ Bu sadece çalışmayla olacak şey değil. Tamamen doğal yetenek bana kalırsa.

- Teşekkür ederim. “Müzeyyen”e dönersek... “Sek” albümümü yaptıktan kısa süre sonra Müzeyyen Senar’ın kızı Feraye Abla annemi (Leman Sam) aramış. “Annem sadece Şevval’i dinliyor ve çok beğeniyor. CD’lerini alıp herkese hediye ediyor” demiş. Bunu duyunca çok gururlandım, heyecanlandım. Ayaklarım yerden kesildi. Atlayıp Bodrum’a gittim. Müzeyyen Senar bana orada bir hikaye anlattı.

◊ Merak ettim o hikayeyi.

- Bana şöyle dedi: “Senden çok daha ufak bir kızdım. Rahmetli Sadi Işılay beni Deniz Kızı Eftalya’ya götürdü. ‘Bak kızım, bu kadın Türk müziğinde kadın şarkıcı olmanın bedelini de ödemiş çok önemli bir sestir. Elini öp, el al’ dedi. Deniz Kızı Eftalya o dönem hasta yatağındaydı. Ve hayata bak, aradan 70 yıl geçmiş, şimdi ben hasta yatağında yatıyorum ve sen gelip benim elimi öpüp el alıyorsun...”

Haberin Devamı

MÜZEYYEN SENAR’LA RUHSAL BİR BAĞIMIZ VAR

◊ Çok etkileyici...

- Bir de benim neler hissettiğimi düşünün. Aslında daha genç kızlığımda başlayan Müzeyyen Senar hayranlığımın bu noktaya gelmesinin tesadüf olmadığını düşünüyorum. Bizim ruhsal bir bağımız vardı muhtemelen.

◊ Müzikal fikri o ziyaretten sonra mı doğdu peki?

- Sayılır. O gün bana hediye ettiği biyografi kitabını okudum, kendi hayatımla büyük benzerlikler gördüm. İki kitabını birden okudum Radi Dikici’nin. Önce “Cumhuriyet’in Divası Müzeyyen Senar”, sonra “Müzeyyen Senar Efsanesi”... Sonra hikayesinin bir şekilde anlatılması gerektiğini düşünmeye başladım. Bu fikri müzik direktörlüğümü yapan Fahrettin Yarkın’la paylaştım. “Zamanında onunla aynı sahneyi paylaşmış müzisyenleri bir araya getirip sana bir saz heyeti kurabilirim” dedi. Ona eşlik etmiş müzisyenlerle aynı sahnede olmak inanılmaz heyecan verici geldi. Devamında o kitabı bir metne dönüştürme ihtiyacı hissettik. O işi de Figen Şakacı üstlendi.

Haberin Devamı

◊ Yola biyografi kitaplarından çıkılmış ama ortaya belgesel gibi bir iş çıkmamış...

- Aslında başta belgesel gibi düşündük. Ama Müzeyyen Hanım’ın hayatı zaten önceden belgesel olmuş. Buna başka bir tat katmak gerekiyordu. O noktada devreye Engin Alkan girdi. Engin Alkan bu işin yönetmenliğini yaptı ve sihirli değnekle dokunur gibi işi müzikale dönüştürdü.

◊ Ama direkt Müzeyyen Senar’ı oynamıyorsunuz siz müzikalde...

- Evet. Onu canlandırmıyorum ama sahnede Müzeyyen’in ağzından anlatıyorum hikayeyi. Kostüm değiştiriyorum, peruk takıyorum. 5 yaşından 90 yaşına kadar olan süreçlerini aktarıyor ve dönemlerine karşılık gelen şarkıları söylüyorum.

◊ Neden böyle bir proje yapmak istediniz?

Haberin Devamı

- Bir çeşit vefa borcu benim için. Çünkü hayatımda çok ciddi bir karşılığı var Müzeyyen Hanım’ın. Herkesin bir şekilde kalbine dokunmuş aslında ama gençler çok fazla bilmiyor. Bu projeyi yapma sebeplerimden biri de gençlere o dönemi aktarmak. “Bakın insanlar hep böyle değildi. Güzellikleri, incelikleri, saygıyı yaşatmak mümkün” demek.

◊ Gençlerin ilgisi beklentinizi karşılıyor mu?

- Kesinlikle... Çok enteresandır, gençler geliyorlar müzikale, çıkarken “İnanamıyorum, böyle bir hikaye mi varmış” diyorlar. Sonra annelerini, teyzelerini getiriyorlar. Onlar da o dönemin şahitleri oldukları için bununla bir nevi şifalanıyorlar. Farklı jenerasyonları bir araya getiren, aile bağlarını kuvvetlendiren bir iş bu.

Botoks bana yakışmıyor

BİZİM EVDE ŞARKI SÖYLEMEK BİR NEVİ KONUŞMA BİÇİMİ

◊ Çok başarılı isimlerin çocukları, aynı başarıyı çoğu zaman yakalayamıyor. Sizin durum bir istisna... Ne dersiniz?

- Anneyi geçmek değil de annenin yolundan ayrılıp kendi yolunu çizmek benimkisi... Geçmek diyemem çünkü onun çıtası gerçekten çok yüksek. Bunda annemin belirleyici bir durumu var. O, kendi parmak izimizi keşfetmemiz noktasında bize çok destek verdi.

◊ Onunla aynı çizgide yol almadınız müzikal anlamda...

- Evet, annemin şarkılarını söyleyerek yola devam etmek istemedim. Bağımsız olarak yolumu çizdim.

◊ Başka bir meslek seçmeyi düşündünüz mü hiç?

- Yok, bizim evde şarkı söylemek bir nevi konuşma biçimi... Kuşlar uçar, balıklar yüzer, biz şarkı söyleriz.

◊ Ya sesiniz iyi olmasaydı!

- En acısı da o olurdu değil mi? Deli gibi şarkı söylemek istiyorum ama sesim kötü! Şükür ki öyle bir şey olmadı. Bir de şu var, insanlar kendi parmak izlerini, kendi yeteneklerini aramak yerine başkalarını kendilerinde arıyorlar.

◊ Ne gibi?

- Mesela şarkıcı olmak istiyorlar. Ama bunun altında alkışlanma isteği, beğenilme ve para kazanma arzusu gibi materyalist nedenler yatıyor. Oysa insan ancak rotasını kendi ruhuna çevirirse kendisini mutlu edecek hediyeyi keşfedebilir. Bunu yapmadığı için etraf mutsuz, başarısız ve tatminsiz insanlarla dolu.

◊ Başarının belli bir formülü var mı?

- Yaptığın, yapabildiğin, yapmayı sevdiğin iş aynı olacak. Yeteneğin olan şeyi yapmaktan keyif alıyorsan, bunu yapmak için fırsatını da bulmuşsan, başarı gelir zaten.

◊ Siz nelerden besleniyorsunuz?

- Çeşitlilikten... Ben tek tip bakış açısı, tek tip inanç, tek tip ideoloji, tek tip yaşam tarzı sevmiyorum. Dünyadaki çeşitlilik beni çok heyecanlandırıyor. O çeşitlilik aynı zamanda içsel yolculuğumun keşif materyallerini oluşturuyor, keşif sürecime hizmet ediyor. Bu arada ben güzel sanatlar-grafik mezunuyum.

◊ İstediğiniz dal bu muydu?

- Aslında Mimar Sinan Üniversitesi Heykel Bölümü’nü kazandım ama gitmedim. Sonra bir ara pişman oldum.

◊ Neden?

- Tabiatım daha içe dönük olduğu için belki kendi içime dönme noktasında tatmin olabilirdim. Fakat şarkı söylemeyi seçerek dengeyi sağladım. Dediğim gibi zaten içe dönük bir bireyim ama çok dışa dönük bir iş yapıyorum. Böylece hem içsel sorgulamalarımı yapıyorum hem de dışarıdan beslenmeye devam ediyorum. Bu güzel bir denge. Eğer bu içe dönüklükle heykele yönelseydim, muhtemelen çok izole bir hayatım olurdu.

 SANATTAN UZAK KALMADIM SADECE ROTAM DEĞİŞTİ

Hep müzik konuştuk... Peki ya oyunculuk?

- Yakın zamana kadar genelde çok benzer roller oynadım. Çalışma koşulları da çok zordu. O yüzden 8 sene ara verdim oyunculuğa. O 8 senede de 8 albüm yaptım. Yani müzik devreye girdi, sanatsal akıştan ve enerjiden uzak kalmadım. Sadece rota değiştirdim.

Geri dönüş nasıl oldu?

- Oyunculuğu çok özlemiştim ve enerji olarak da artık yavaş yavaş çağırmaya başlamıştım. Tam o dönemde “Bodrum Masalı” teklifi geldi. 2016 senesi... 42 bölüm çektik. 1.5 seneye yakın Bodrum’da yaşadım. Harika bir süreçti benim için. 10 dönümlük mandalina bahçesinin içinde kaldım, her gün kuş sesleriyle uyandım. Komşumdan taze süt ve yumurta aldığım, yarı şehir yarı köy hayatı bir dönemdi. Bir yandan da sevdiğim işi yapıyordum.

Rol anlamında aradığınız farklılığı yakalamış mıydınız peki o projede?

- Hayır, yine benzer rollerdendi. İyi ve âşık olunan kadın, anne filan... İlk kez son dizim “Yasak Elma”da tamamen ters köşe bir karakteri canlandırabildim. Materyalist dünyanın unsurlarından beslenen, güç zaafı olan, egosu yüksek, hırslı ve tutkulu bir kadın. Şevval olarak senaryoyu okurken bazen “Ay ben bunu nasıl oynayacağım” diyorum, çok utanıyorum bazı davranış biçimlerinden.

Ama bu utangaçlık hali performansınıza yansımıyor.

- Çünkü “Kamera” denildiği, hatta daha kıyafetleri giydiğim anda enerjim değişiyor. Yıllarca dizginlemeye çalıştığım egomun şöyle bir tozunu alıyorum, “Benim sözümden çıkmadan istediğini yapabilirsin, ama sadece kamera önünde” diyorum.

Sonrasında rolünden çıkamayan çok isim görüyoruz, siz öyle bir sıkıntı yaşamıyor musunuz? Ya ego alıp başını giderse...

- Farkındalığı olan biri için böyle bir risk söz konusu değil. Ama ruhunuz uyku halindeyse, kendinizi o role kaptırıp hayat boyu aynı rolü oynayabilirsiniz. Hem gerçek hayatta hem de kamera önünde ya da sahnede...

40’IMDAN SONRA DiŞi ENERJiMLE BARIŞTIM

Güzel bir kadınsınız. Güzel olmanın avantajları kadar dezavantajlarından da söz edilir şov dünyasında.

- Ben daha çok dezavantajlarını biliyorum.

Açalım o halde konuyu... Ne gibi dezavantajlar?

- 7-8 sene öncesine kadar bunun dezavantajını çok ciddi anlamda yaşadım. Neredeyse çocukluğumdan itibaren hem de. Bu da insanların özgüven eksikliğinden kaynaklanıyor. Hem özgüven hem de güven eksikliği daha doğrusu. Bu yüzden arkadaşlarımı kaybettim ben.

Sizi kıskandıkları için mi?

- Farklı bir kıskançlık... Yanındaki güven vermeyen bir adamsa ya da kadın yanındakine güven duymuyorsa, benim o adamla normal bir arkadaşlık kurabileceğime inanmıyor. Sırf bu yüzden erkek gibi davranmaya başladım zaten, yıllarca maskülen bir enerjiyle yaşadım. Ama artık 40’ı geçtik, sorun yok.

40’ta ne değişti?

- 40’tan sonra buna hiç gerek olmadığını, artık dişi enerjimle barışmam gerektiğini anladım. Bu farkındalıkta iki kişinin ciddi rolü var. Biri stil danışmanım Esra Başıbüyük... Biri de erkek arkadaşım. Eski savunma mekanizmalarına artık ihtiyaç duymuyorum. Ben zaten hiçbir zaman kurduğum ilişkilerde ya da yaptığım işte öncelikle güzelliği servis etmedim. Dolayısıyla bireysel olarak çok güçlü hissediyorum artık kendimi.

Güzelliği korumak adına başvurulan estetik müdahaleleler konusunda ne düşünüyorsunuz? Yaptırır mısınız?

- 45 yaşındayım, belki 50-55 yaşımda daha deforme olabilirim. Korkum yok. Estetik konusuna gelince, beni bambaşka birine dönüştürecek kadar güçlü estetik müdahaleler yaptırmayı düşünmem. Ufak tefek bakımlar, dokunuşlar oluyor ama mesela botoks bana göre değil, çünkü ifademi değiştiriyor. Kendi adıma botoksa kesinlikle karşıyım, başkalarına yakışabilir ama bana yakışmıyor.

 ÖNCE KENDİ İÇİMİZDEKİ ŞEYTANI TAŞLAMALIYIZ

Hayvan hakları hakkında neler söylemek istersiniz?

- Aslında bu hayvan hakkı değil, yaşam hakkı... Bütün canlıların, yaratılmış bütün varlıkların yaşamaya hakkı var. Biz insanlar düşünebilen varlıklar olduğumuz için, bu anlamdaki sorumluluğumuz daha büyük.

Onların yaşam alanlarını bozuyoruz, önce evcilleştirip sonra aç bırakıyoruz, şiddet uyguluyoruz. Örgütlü şiddet yani düşünerek, bilerek ve isteyerek şiddet, sadece insandan çıkıyor.

Bu duyarsızlık çok vahim boyutlara ulaşmadı mı?

- Hem de nasıl. Düşünün, sadece ve sadece arıların nesli tükense, 3 ay içinde dünyada değil insan, tek bir yaprak bile canlı kalmaz. Yaşam biter. Ekolojik sistem çöker çünkü. Diğer yandan insanın nesli tükense, 300 yıl içinde sistem al baştan kendini yeniler ve sanki insan hiç olmamış gibi her şey eski haline döner. Bunu bir irdelemek gerek.

Nerede hata yapıyoruz?

- En büyük yanlış “Bu dünya benim için yaratıldı, her şeyin sahibi benim” düşüncesi. Böyle bir şey yok. Bu dünya yaratıldı, biz de bu yaratılan dünyanın en sorumluluk sahibi olması gereken parçasıyız. İnsan “Sahibi değil parçasıyız”ı içselleştirse, zaten diğer canlıların yaşam hakkına da saygı duyar. Toprak bize ait değil, biz toprağa aidiz.

Bu beden bile bizim değil. Bedeni emanet aldık, öldüğümüz zaman üstümüzden bu elbiseyi çıkaracağız, beden toprağa karışacak ve başka bir canlının beslenme kaynağı olacak. Dolayısıyla “orası benim, şurası bizim, sen git” durumu sadece çok düşünen yaratığın egosudur...

Bu egoyu bir
şekilde yönetmeyi başaramazsak, kıyamet sürecine girdiğimizin resmidir! Önce kendi içimizdeki şeytanı taşlamamız gerek.

 

Yazarın Tüm Yazıları