İdlib'te endişe verici gelişmeler

Geçen hafta, 28 Şubat Cuma günü İstanbul Kültür Üniversitesi, Kültürel Siyasi Eğilimler Birimi (GPOT) tarafından Cumhuriyet döneminde Türkiye’ye soydaş göçünün kimlik ve kültürel etkisinin çeşitli yönleriyle ele alındığı ve tartışıldığı “Türk Dünyası ve Göç Çalıştayı” yapıldı.

Haberin Devamı

Çalıştay’da aralarında Kazaklar, Kırgızlar, Ahıska Türkleri, Uygurlar, Tatarlar’ın da bulunduğu farklı soydaş topluluklarında göç olgusuna bakıldı.  Moderatörlüğünü yaptığım paneldeki ilginç başlıklardan birisi de “Bulgaristan’dan Türk Göçleriydi”.

Komşumuz Bulgaristan’da Komünist Yönetimin son yıllarında bu ülkede yaşayan Türk toplumuna karşı başlatılan baskı ve etnik temizlik hareketi hala hatırlardadır. Bulgaristan’daki Komünist rejim 1984 yılında ülkedeki Türk toplumuna karşı yoğun bir baskı ve zorla asimilasyon politikası başlatmıştır.

Bulgaristan yönetimi o dönemde Türk toplumuna ibadeti, Türkçe konuşmayı ve Müslüman isimlerini kullanmayı yasaklamış,  Türk okulları kapatılmıştır. Türk toplumunun bu baskılara karşı koyması üzerine Todor Jirkov rejimi şiddete başvurmuştur. Bulgaristan Komünist Partisi rejiminin zorla asimilasyon politikası daha sonra Türk toplumunun göçe zorlanmasıyla etnik temizliğe dönüşmüştür.

Haberin Devamı

Todor Jirkov rejiminin Türk toplumu üzerindeki baskı ve şiddeti 1984-1989 yılları arasında artarak sürmüş, Türkler kalabalık gruplar halinde Türkiye’ye göçe zorlanmıştır. Sırf 1989 yılında 360 bin Türk Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç etmek zorunda bırakılmıştır.

Türkler üzerindeki baskı ve etnik temizlik politikaları 1989 yılında Bulgaristan’da Komünist rejimin çökmesiyle nihayet bulmuş; 35 yıllık Jirkov diktatörlüğü 1989 Kasım ayında sona ermiştir. Bulgaristan’ın o dönemlerde Türk toplumuna karşı uyguladığı politikalar Avrupa tarihinde karşılaşılan en büyük etnik temizlik hareketlerinden biridir. Böyle bir olayın sadece 30 yıl kadar önce Avrupa’da Dünya’nın gözü önünde yaşanması gerçekten ibret verici bir gelişmedir.

Esasında Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’daki çekilişi sırasında Müslümanların etnik kıyıma uğraması yeni bir olgu değildir. Amerikalı bilim adamı Justin McCarty, “Death and Exile-the etnic cleansing of the Ottoman Muslims 1821-1922” (“Ölüm ve Sürgün-Osmanlı Müslümanlarının Etnik Kıyımı 1821-1922”)  adlı kitabında bu durumu ve Balkanlar’daki Müslüman nüfusun yok edilmesi sürecini yaptığı çalışmayla ortaya koymaktadır.

Haberin Devamı

McCarty’nin kitabında ortaya koyduğu çok ilgi çekici bir durum da Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlardaki kontrolünü kaybetmesine paralel olarak bu durumdan Müslüman topluluklar kadar Yahudi nüfusun da olumsuz bir şekilde etkilenmesi ve etnik temizliğe uğramasıdır. Osmanlı döneminin bitmesiyle birlikte Balkan ülkelerindeki Yahudi varlığı da eritilme sürecine sokulmuş, bu süreç Balkanların 2. Dünya Savaşı sırasında Faşist İtalya ve Nazi Almanyası’nın kontrolüne geçmesiyle büyük ölçüde tamamlanmıştır.

Günümüzde, 2. Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra uluslararası bir suç olarak tanımlanmasına rağmen, etnik temizlik hareketlerinin bittiğini düşünmek çok yanlış olacaktır. Kısa bir süre önce Myanmar askeri yönetiminin ülkedeki Rohinga Müslümanlarına karşı savaş suçları ve soykırımı suçu işlediği bilinmektedir.

Haberin Devamı

Bugün 1,5 milyon Rohinga topraklarından (Arikan) kaçmak ve başta Bangladeş olmak üzere komşu ülkelere sığınmak durumunda bırakılmıştır. Bu yılın Ocak ayında Uluslararası Adalet Divanı, Myanmar’a yönelik “soykırım” suçlaması temelinde, Myanmar’dan soykırım şiddetine son vermesini ve geçmiş şiddet olaylarının delillerini muhafaza etmesini talep etmiştir. Bu karar üzerine şimdi Myanmar yetkililerinin soykırımı suçu ile yargılanmalarının yolu açılmaktadır.

Bununla birlikte Myanmar, Rohinga Müslümanlarına uluslararası toplumun gözü önünde uyguladığı devlet şiddeti ve insanlık suçlarıyla istediği sonuca ulaşmış ve Rakhine Eyaletini Rohinga Müslümanlarından temizlemiş görünmektedir. Uluslararası Adalet Divanı’nın aldığı karara rağmen Çin, Myanmar’ı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde “korumaya” devam etmekte ve Myanmar askeri yetkililerinin yargılanabileceği özel bir mahkeme kurulması gibi etkili olabilecek adımların atılmasını engellemektedir.

Haberin Devamı

Rohinga Müslümanlarıyla ilgili durumda Dünya’yı “şaşkınlık” içinde bırakan bir gelişme de Nobel Barış ödüllü Myanmar’lı politikacı Aung San Suu Kyi’nin aldığı tutumdur. Suu Kyi’nin Rohinga Müslümanlarına Myanmarlı askeri yetkililerce uygulanan şiddeti ve insanlık suçlarını kabul etmeyen bir tutum içine girmesi ve yaşananları “silahlı bir iç çatışmanın” sonuçları olarak gördüğünü açıklaması “şok” yaratmış, Suu Kyi’ye verilen Nobel Barış Ödülü’nün geri alınması çağrılarına tekrar hız kazandırmıştır.

  1. Yüzyılda Dünya’da hala soykırım ve etnik temizlik suçlarının işlenmesi ve Aung San Suu Kyi gibi politikacıların bile bu suçlara ortak olmaktan çekinmemeleri gerçekten çok düşündürücü bir durumu ortaya çıkartmaktadır. Ama Dünya’da yaşananlar Myanmar’ın da bugün etnik temizlik “suçunu” işlemekte “yalnız” olmadığını göstermektedir. Orta Doğu’da yaşanan birçok savaşta “mezhep bölünmesi” temelinden insanlığa karşı suçlar işlenmekte; halklarına rağmen iktidara tutunmak isteyen diktatörlük rejimleri kendi toplumlarına karşı sınırsızca şiddet kullanabilmekte, insanlığa karşı suçlar işlemeye devam edebilmekte, daha da kötüsü bunu yaparken dış destek bulmakta sıkıntı da çekmemektedir.

Arap ülkelerinde Arap Baharı, Arap halklarının daha fazla özgürlük, serbest gerçek çok partili seçimler, çoğulculuk ve yönetime katılma haklarının tanınması gibi evrensel ve haklı istekleriyle başlamıştır. Ancak Arap ülkelerini yöneten diktatörlük rejimlerinin bu isteklere yanıtı, daha önce yaptıkları gibi, şiddete başvurarak halkın isteklerinin önünün kesilmesine çalışmak, gerekli siyasi ve ekonomik reformların yapılmasına kesinlikle yanaşmamak şeklinde gelişmiş; birçok Arap ülkesinde çıkan iç çatışmalar, daha sonra bölgesel ve küresel güçlerin karışmasıyla savaşa dönüşmüştür.

Haberin Devamı

İdlib’te yaşananların birçok yönüyle değerlendirilmesi gerekmektedir. Her şeyden önce Şam rejiminin İdlib’te yapmak istediği, ülkede başlattığı ve bugüne kadar (İran ve Rusya’nın desteğiyle) uyguladığı Suriye nüfusunun “istenmeyen” bölümlerinin ülkeden temizlenmesi harekatına devam edilmesidir. Şam rejimi bugüne kadar ülke nüfusunun 6 milyon kadarının ülke dışına kaçmasını sağlamış ve rejim muhalifi büyük bir kitlenin ülke dışına “çıkartılması” sağlanmıştır.

Şimdi İdlib’te yaşayan ve hemen tamamı rejim muhalifi 4 milyon kadar nüfusun büyük bölümünden “kurtulunması” rejimi büyük ölçüde rahatlatacaktır. Bu 8 ila 10 milyon kadar rejim aleyhtarı olarak bilinen bir nüfusun ülkeden “temizlenmesi” ve Suriye nüfusunun % 40 kadar azaltılarak, Suriye’deki demografik dengelerin Şam rejimi lehine döndürülmesinin sağlanması anlamına gelmektedir. Bu doğal olarak Suriye’de etnik temizlik demektir; Şam rejimi Suriye’de etnik temizlik suçu işlemekte, Rusya ve İran da bu suçun işlenmesinde rejimle işbirliği yapmaktadır.

Bu durum Suriye savaşının başında Mahir Esad’ın söylediği gerekirse Suriye nüfusunu baba Esad’ın (darbeyle) iktidara geldiği sıradaki seviyesine indirme sözüne “anlam” kazandırmakta; büyük kitlelerin Suriye’den (şimdi İdlib’ten) ülke dışına kaçırılması politikalarının Şam rejimi tarafından bilinçli bir şekilde kasten uygulandığını açıkça ortaya koymaktadır.

Bu çerçevede komşu ülkeler Türkiye, Lübnan ve Ürdün’de bulunan Suriyelilerin şartlar sağlandığında Suriye’ye geri dönmeleri ve Suriye’deki demografik yapının bozulmasına izin verilmemesi ülkenin geleceği bakımından hayati önem taşımaktadır. Suriye’nin demografik yapısının ve dengelerin bozulmaması; bu nedenle Şam rejiminin İdlib’teki nüfustan “kurtulma” gayretlerinin engellenmesi ve konunun insani yönü de dikkate alınarak Suriye’den ülke dışına yeni bir sığınmacı akımının önlenmesi, bu yönde çözümün Suriye toprakları içinde bulunması gerekmektedir.

Şam rejiminin muhalif bütün Suriyelileri “terörist” olarak kabul eden tutumu tek başına yanlıştır ve kabul edilmesi imkanı bulunmamaktadır. İran’ın Şam’ın bu tutumuna çok yakın olduğu, hatta tam olarak desteklediği bilinmektedir. Rusya’nın da bu tutumu benimsemesi halinde, Suriye’de siyasi çözüme ulaşılması çok daha karmaşık, hatta imkansız hale gelecek ve İran gibi Rusya’nın da Şam rejiminin kendi halkına karşı işlemeye devam ettiği savaş ve insanlığa karşı suçların bir parçası haline geldiği açıkça görülecektir.

İdlib’in Astana Süreci içinde ilan edilen 4 çatışmasızlık bölgesinden biri ve sonuncusu olduğunu unutmamak gerekmektedir. İdlib dışında ilan edilen 3 çatışmasızlık bölgesi (Doğu Guta, Restan ve Talbise, Deraa ve Kuneytra) kısa bir süre içinde rejim tarafından “yutulmuştur”. Bu bölgelerde bulunan rejim muhalifi silahlı milisler (son çatışmasızlık bölgesi) İdlib’te rejim ve Rusya’nın işbirliğiyle taşınmış; buralarda yaşayan rejim muhalifi sivil halkın büyük çoğunluğu ise su veya bu şekilde İdlib’e kaçmak durumunda bırakılmıştır.

Suriye’nin ortasında bulunan 2 çatışmasızlık bölgesinin (Şam yakınlarındaki Doğu Guta ile Hama yakınlarındaki Restan ve Talbise) havadan ağır Rus bombardımanı altında rejim tarafından “yutulmasının” oldukça kolay olduğunu düşünmek mümkündür. Ancak Ürdün sınırındaki (ve ABD ile Ürdün’ün garantörlüğü altında olduğu düşünülen) Deraa ve Kuneytra çatışmasızlık bölgesinin çok kısa zamanda rejim kontrolüne geçmesi o zaman ABD (ve Ürdün) ile rejim ve Rusya arasındaki bir uzlaşıya bağlanmıştır.  ABD’nin niçin Suriye iç savaşının patladığı yer olan Deraa’nın Şam rejimi kontrolüne geçmesine izin verdiği hususu o dönemde basında tartışılma konusu olmuştur.

Şimdi Şam rejimi (Rusya ve İran’ın desteğiyle) son çatışmasızlık bölgesi İdlib’i ele geçirmek ve Batı Suriye’deki kontrolünü tamamlamak istemektedir. Rejimi (ve Rusya’yı) “şaşırtan” durum Türkiye’nin bu duruma aktif olarak karşı koyması olmuştur. Ankara çok açık bir şekilde İdlib Çatışmasızlık bölgesinin Şam rejimi tarafından “yutulmasına” izin vermeyeceğini ve bölgenin sınırlarının değiştirilmesi de kabul etmeyeceğini açıklamaktadır.

Ankara’nın artan şehit sayısına rağmen İdlib’te geri adım atmayacağının ortaya çıkması hem Şam hem de Moskova için bir uyarı niteliğindedir. Moskova’nın Suriye sorununa askeri çözüm bulunamayacağı, çözümün siyasi olması gerektiği yönündeki sözlerinin de fazla bir değeri kalmadığını düşünenlerin sayısı da büyük ölçüde artmıştır. Moskova’nın İdlib Çatışmasızlık Bölgesi konusundaki sözlerini tutmaması, Şam rejimini aşırı şiddet kullanmama yönünde sınırlama görevini yerine getirmemesi Ankara’nın Moskova’ya, Suriye bağlamında, duyduğu “güvenin” de büyük ölçüde sarsılmasına ve erimesine neden olmuştur.

Moskova’nın Ankara’nın İdlib konusunda taviz vermeyeceğini, veremeyeceğini görmemesi veya görmezlikten gelmesi büyük bir talihsizliktir. Burada yaşayan 4 milyon (hemen tamamı rejim muhalifi) nüfusun Suriye’de gidebileceği başta bir bölge bulunmamaktadır. Hali hazırda 3,6 milyon Suriyeliye ev sahipliği yapan Türkiye’nin ise yeni Suriyeli sığınmacıları Türkiye’ye kabul etme ve yeni bir kitlesel sığınmacı krizini karşılama imkan ve kapasitesi bulunmamaktadır.

Üçte ikisi kadın ve çocuklardan oluşan bu Suriyelilerin rejim saldırılarından önceki sınırlarında İdlib’te yaşamlarını sürdürmeye devam etmeleri, gereken mali desteğin ise uluslararası toplum tarafından sağlanması gerekmektedir. Ne Suriye ne de Suriye’deki iç savaşın ortaya çıkarttığı insanı sorunlar tek başına Türkiye’nin baş edebileceği bir meseledir. Avrupa’nın Suriye konusunda takındığı “vurdumduymaz” tutum artık kabul edilebilir değildir. Suriye sorununun siyasi çözümü ve Suriye’deki insani krizin kontrole alınması bakımından Avrupa’nın gereğini yerine getirme zamanı gelmiştir. Avrupa, Şam rejiminin destekleyicisi Moskova üzerindeki baskısını arttırarak ve sığınmacı konusunda verdiği mali yardım sözlerini yerine getirerek yardımcı olabilir.

İdlib’teki Şam rejimi şiddeti başladığından bu yana Batı ülkelerinden gelen açıklamalar olumlu ve doğru yöndedir. Ancak bunların kıymet kazanabilmesi için sözlerin eylemlere dönüşmesi ve Ankara’nın ABD dahil Batı ülkelerinin desteğini gerçek olarak yanında hissedebilmesi gerekmektedir. Örneğin ABD’nin İdlib’te Türkiye ile birlikte “uçuşa yasak bölge” ilan edildiğini ve Rejim ve Rus uçaklarının İdlib üzerinde askeri harekatlarına (sivil halkı bombalamalarına) izin verilmeyeceğini açıklaması Moskova’ya gerekli mesajı gönderebilecektir.                   

 

 

        

       

 

         

      

   

  

Yazarın Tüm Yazıları