İlber Ortaylı

Seçimler

17 Mart 2024
Türk halkı, devlet görevlileri, hatta okumuşlar ve çok “liberal” aydınlar bile yerel seçim ve belediyenin bir halkın hayatı, yaşam kalitesi, siyasi terbiyesi için ne kadar muhterem ve muhteşem bir olay olduğunu bilmiyorlar. Bir şeyi unutmayalım, partiler için referandum yapmıyoruz. Yaşadığımız belediyelerin reislerini seçiyoruz.

MEMLEKETİMİZDE belediye seçimleri Meclis seçimlerinden daha eskidir. Tanzimat döneminde belediye meclisleri ve Tanzimat Fermanı’yla eşzamanlı olarak teşkil edilen, vergi toplamak için teşkil edilen mali işlemleri yürüten sadece memurlar ve idarecilerin değil mahallî temsilcilerin üye olduğu “muhassıllık meclisleri” seçim ananesini meydana getirir.

İlk seçimlerde sandık usulü uygulanmazdı. Meclise girecek adaya rey verenler bir tarafa vermeyenler öbür tarafa toplanırdı. Zamanla seçim alışkanlığı değişti. İstanbullular ise bu gibi seçimleri hiç tanımazlardı. 1877 yılında ilk Meclis-i Mebusan’da Vilayet ve Belediye Kanunu müzakere edilirken Anadolu mebusları “Biz bidayeti Tanzimat’tan beri seçim içindeyiz, İstanbullular daha bu işi ilk defa tanıyorlar, seçim konusundaki teklifleri ve görüşleri bu yüzden de pek isabetli değildir” demeye getiriyorlardı.

BELEDİYE İNSANLARIN HAYATIDIR

Bugün Türk halkının hâlâ belediye seçimlerinde, kimse gücenmesin ama rey vermeyi ve belediyeciliği anladığını söylemek mümkün değildir. Kitlenin bu konudaki lakaydisi veya yanlış yönelimi büyük ölçüde politikalarımızı, yani kanun yapanları ve merkezî idari teşkilatının başındaki siyasileri de içerir. Türk halkı, devlet görevlileri, hatta okumuşlar ve çok “liberal” aydınlar bile yerel seçim ve belediyenin bir halkın hayatı, yaşam kalitesi, siyasi terbiyesi için ne kadar muhterem ve muhteşem bir olay olduğunu bilmiyorlar.

Yeryüzünde eski Yunan, Roma demokrasisi bir yana monarşilerin hükmettiği Ortaçağ Avrupa’sında fakir şehirlerin belediyeleri 15. asırdan beri işin başında bağlı bulundukları imparator, kral veya grandüklerden kısa zamanda koptular. Şehirler hür fakat fakir yerlerdi: “Havası insanı özgürleştirirdi.”

Doğu Avrupa ülkelerinde belediyecilik bu derecede demokratik bir yapıya sahip değildi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki sosyalist Avrupa ülkelerinin belediye yapılanması da şüphesiz Avrupa’nın 1000 yılık geleneğine uygun olaylar değildi. Ama Hitler Nazizmi gibi korkunç bir rejime ve İspanya’da Falanjişmin militan davranışa rağmen hem orada hem İtalya’da belediye hayatının merkezî hükümete itaat ve idarî anlayışı bakımından farklı olduğu açıktır. Belediye insanların hayatıdır; onun için mühimdir. En son taviz verilecek bir daldır.

İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda Fransa, İtalya gibi ülkelerde hatta tuhaftır ki Solingen gibi şehirlere bakarsanız Batı Almanya’da bile komünizm korkusuyla sağ partilerin parlamentolarda ekseriyeti almasına rağmen, belediye seçimlerinde keyfiyet değişikti. Yukarıda sözünü ettiğimiz Solingen şehrinin komünist belediye reisi vardı. Fransa ve İtalya’da bu olay daha yaygındır.

Yazının Devamını Oku

Hilafetin kaldırılması

10 Mart 2024
1924 yılı Mart ayında Türkiye Cumhuriyeti milletini temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kararıyla son halifeyi makamından indirmiştir. Hilafet doğuşu, varoluşu ve kaldırılışıyla her safhasında çok özgün bir kurumdur. Hilafet var olduğu sürece ismi ve sahip olanın iktidarı ölçüsünde etkilidir. Bu statü bittiği zaman tekrar ihdası olmayan bir nadide kristal vazo gibidir. Bugün için hilafet avdeti mümkün olmayacak lüzumsuz bir kâbustur.

TAM yüz yıl önce 3 Mart 1924 tarihinde “Hilafetin ilgasına ve Hanedanı Osmani’nin Türkiye Cumhuriyeti memaliki haricine çıkarılmasına dair” kanunla Osmanlı hilafeti resmen lağvedildi. Hilafet doğuşu, varoluşu ve kaldırılışıyla her safhasında çok özgün bir kurumdur. Varoluşu itibariyle İslam milletlerinin hilafeti yaşanan bir olgudur. Uygulanışı ve meşruiyyeti “sui generis”tir; yani kendine özgüdür.

Müslümanın inancında Kur’an-ı Kerim’de hilafet Hz. Adem ve Hz. Davud için vardır. Hz. Adem insanların atasıdır. Allah’ın adını, varlığını ümmete öğretendir. Hz. Davud peygamber hükümdardır. Kavram ve hüküm böyledir. Bunun dışında; halifenin nasıl seçileceği, nasıl tayin edileceği vahyin konusu olsa da Müslümanların kendi doktrinlerine, içtihadlarına ait olmuştur. “Bütün ümmetin başında bir halife mi olacaktır, birkaç tane mi?” bu konu da sahih değildir. Nitekim pratikte de aynı anda birden çok halifenin olduğu bir gerçektir. Halife kimler arasından tayin edilecektir? Hz. Muhammed’in soyuna, kabilesine mi aittir; yani Kureyş’ten mi gelir yoksa sadece Hz. Muhammed’in ehlibeyti yani ailesi ve ahfadıyla halife Kureyş dışından bir kabile ve topluluktan olabilir mi?

Son Halife Abdülmecid Efendi

Pratikte en uzun hükmeden halifelerin Kureyşli olmadığı malumdur. Sözünü ettiklerimiz Türk hükümdarlardır. Seçimle mi gelir, yoksa veraset sistemiyle bir soyda mı devam eder? İlk dört halifenin seçimi dışındaki üçünün suikastla görevleri sona ermiştir. Hanedanlar önce Emevî ve Abbasi soyu arasında, bilahare peygamber soyundan olduğunu iddia edenler arasında (Fatımiler gibi) ve nihayet bu soydan olduğu sahih olan halifelerin başkasının vesayeti altında görevlerini devam ettiği görülür. (Abbasi halifelerinin Mısır Memlükleri veya Buveyhîler ve Selçukluların yanındaki durumu gibi.)

Daha Emevîlerden itibaren bugünkü İspanya’ya; yani Endülüs’e çıkan Müslümanlar Emevi ailesinin bir kolunu orada halife olarak ilan etmişlerdir. Endülüs’ün Emevi halifeleri hem Şam’daki Emevilerin bilahare de Abbasîlerin yanında bu görevi görmüştür. Her zaman için Mısır’daki Fatımilerin karşısında başkaları da vardır. İran halifelik ismini kullanmadıysa da İran’ın tarihteki hükümdarlarının; yani Akkoyunlular, Safeviler, Kaçarlar gibi Türk hanedanlarının halifelik iddiasında değilseler de Osmanlı hilafetiyle hiç barışık olmadıkları ve ayrı bir statüde hükümdarlıklarını devam ettirdikleri bellidir.

EN UZUN SÜRE OSMANLI DEVAM ETTİRDİ

Ama şunu açıkça söylemek lazım; Osmanlı soyu hilafeti en uzun süre devam ettiren, daha da önemlisi Emevîlerden sonra idare ettikleri topraklarda mutlak bir merkeziyetçi hâkimiyetle bu statüyü koruyan sülaledir. Kronolojiye baktığımız zaman aksine zaman aralıkları çıksa da ne Emevîlerin ne Abbasîlerin hâkimiyetleri boyunca Osmanlı iktidarının coğrafi ve idarî bütünlüğüne kavuşamadıkları da acıktır.

1924 yılı Mart ayında Türkiye Cumhuriyeti milletini temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kararıyla son halifeyi makamından indirmiştir.

Yazının Devamını Oku

Fatih Sultan Mehmed Han operada

3 Mart 2024
Gioachino Rossini “Maometto II veya Maometto secondo” adlı operasında, Eğriboz valisi Erisso’nun kızı Anna ile Fatih’in kendi kimliğini gizleyerek başladığı bir aşk hikâyesini ele alıyor. Tabii farazidir. Ankara 1990’lardaki ilk temsilinden sonra şimdi İstanbul’daki Devlet Operası’nın yeni atılımları içerisinde yer edecek bir olay başlattı. Özgün, dünyaya hitap eden bir performans ve sahneleme söz konusu.

Fatih Sultan Mehmed Han Türklerin büyük mareşallerinden. Türk tarihinde büyük komutanlar ve fatihler var. Ama bunların içinde en özgün bir deha; 15. asırda Batı ve Doğu dillerinden Arapça, Farsça, Eski Yunanca ve İtalyancayı rahatça kullanan, okuyan, yazabilen bir kişilik şarkta ve garpta yoktu.

Batı’nın Rönesans aydınları eğer ilahiyatla meşgulse bazen İbranca bilirlerdi. Eski Yunanca henüz öğrenilme safhasındaydı. Her aydın kişi bilmezdi. Büyük ölçüde yerel milli dillerden bir ikisi ve Latincenin klasik kaynaklarla düzeltilmişi, zenginleşmişi, yani “Latina Vulgata” denen Orta Çağ Latincesini terk ederek daha rafine bir Latince öğrenmek özellikti. Pico della Mirandolo gibi bir Floransa aydını ve Reuchelin gibi reformist de çok renkli Doğu-Batı külliyatına sahip değildi.

Fatih bu dilleri bilirdi (Yunanca, İtalyanca, Farsça, Arapça). Minyatürcü bir cemiyette Batı resmini tanıyan, bu alanda eksik kalsa bile bir eğitimi olan, matematik ve astronomide bilgi sahibi biriydi. Orta Asya Rönesansı’nı Türkiye’ye taşımaya gayret ediyordu. 21 yaşında İstanbul’u fethetti. Bu önemli bir tarihî olaydı. Fethin en göze batan tarafı Batılıların geliştirdiği ateşli silahları bile kullanamadıkları bir dünyada ateşli silahları etkinlikle ve yoğunlukla kullanan, top döktüren bu anlamda 15. asır için modern sayılan bir ordunun komutanıydı.

Türkler Asya’nın içlerinden geldiler. 13. asırda denizcilikle tanıştılar ama artık Kuzey Ege adalarını fetheden, Yunanistan kıyılarında Eğriboz’un (Évvoia veya Venediklilerin Negroponte’si) 1470 yılında fethinde bir deniz seferi komutanı da oldu. Bu konuda Türkiye’nin henüz hamleler yapması gerekiyordu. Parlak başlangıç onundur. Bizim millet Fatih Sultan Mehmed’in birçok meziyetine dikkat bile etmemiştir. Hele o tarihlerde ne askerlerimiz ne de vakanüvislerimiz bu özelliklerinden bahsetmez.

FARAZİ BİR AŞK HİKÂYESİ

İtalya ise hep Doğu Akdeniz’deki ikbalini sarsan kuvveti merak etti. Gioachino Rossini bu merakını saygı derecesinde ifade etmiştir. Fetih sırasında bir efsaneyi “Maometto II veya Maometto secondo” adlı operasında ele aldı. Eğriboz valisi Erisso’nun kızı Anna ile Fatih’in kendi kimliğini gizleyerek başladığı bir aşk hikâyesini ele alıyor. Tabii farazidir. Karşımızda Türk senyörlerinin aşk ve âlicenaplık bileşimi içinde bir tarifi daha söz konusu. Mozart’ın “Saraydan Kız Kaçırma” operasından ve benzer eserlerden, Beyazid ve Timur ile Muhteşem Süleyman Batı operasının meşgul olduğu tarihî portrelerdi.

Rossini’nin “Maometto II veya Maometto secondo” adlı bu eseri ilk önce Napoli’de San Carlo tiyatrosunda temsil edildi. Bir iki temsilden sonra 20. yüzyılda tekrardan prömiyeri yapıldı. Ankara 1990’lardaki ilk temsilinden sonra (ki libretto Türkçeydi) şimdi İstanbul’daki Devlet Operası’nın yeni atılımları içerisinde yer edecek bir olay başlattı.

Yazının Devamını Oku

Kitle ve tarih bilgisi

25 Şubat 2024
Türkler tarihi yapan ama yazamayan, muhteşem tarihin girdapların, karanlık yollarından alnının akıyla çıkan ama bugün bunu aynı kesinlik ve başarıyla tartışamayan, günlük kaba siyasete tarih bilgisini alet ederek sözde tezler ileri süren bir toplum hâline dönüşmüştür. Milli Eğitim Bakanlığı’mızın tarih derslerini eskisi gibi tekrar geniş bir müfredat ve ustaca bir üslubla gençliğe aktarması gerekir.

Türk halkının tarih kirlenmesi yaşadığı tartışılmaz bir görünümdür. Kitle iletişim araçlarının doğru düzgün tarihî belgeler, belgesel filmler ortaya koymaması, tiyatro ve sinemamızın tarih temelli dramaya yeterince ve başarılı bir biçimde eğilmemesi sorun yaratıyor. Bu konulara eğildikçe de halkımızın ilgisi artıyor. Zira toplum tarihini sadece tarihçilerin kitaplarını okuyarak öğrenmez. Bu kaynak hatta azınlığa hitap eden bir kaynaktır.

YAŞANMAMIŞ OLAYLARLA TARİH YAZIYORLAR

Türkiye Devleti’nin tarihî idarî yapısı, kültürel dokusu üzerinde maalesef söz kahvehaneye düşmüştür. Kasaba kahvehaneleri yanlış bilgi öğreten, anakronik tartışmaların yaşandığı yerlerdir. Buralardan yetişen gençliğin doğru dürüst bir tarihe dayalı toplum analizci bir yaklaşıma sahip olması mümkün görünmüyor. İş başından zorlaşmaktadır. Politikacılarımız da tıpkı ekseri sermaye sahipleri gibi çok kısa zamanda yükselen, hayatta böyle bir göreve uzun boylu hazırlanamamış kimselerdir. Söylemlerde, münakaşalarda bu açıkça ortadadır.

Yaşanmamış olaylarla yeniden bir tarih yazılmaktadır. Övgülerin ve tenkitlerin ölçüsü yoktur. Batı tarihçiliğinin esasını teşkil eden yazılı belgeler, ispatlı çağdaş gözlemler, evrakın da buna göre tasnif ve muhafazası gibi âdetler pek göze çarpmıyor. İslam alemi tarih ve coğrafya bilgi ve meali bakımından hicri 5. asrın gerisindedir. Daha doğrusu tarihyazımı çağımızda bu ülkelerde henüz gelenekselleşememiştir. Politik nutuk ve söylemlerde bu kendini aksettiriyor. Reaksiyonların dahi çoğu fiilin ve söylemin kendisi kadar dehşet vericidir. Oysa Türk halkının tarih bilgi ve şuuruna sahip olması kaçınılmaz bir gerekliliktir. Bu gerekliliğe itaat etmediğimiz takdirde ne demokratik zihniyetimiz ne de demokratik kurumların işleyişinde bir sağlık göze çarpabilir.

İnsanlar her şeyi merak ediyorlar. Nüfus kayıtlarımızın doğru düzgün olmadığı açık. Buna rağmen soyla sopla uğraşmalar hızla ve merakla gidiyor. Bu tarz bir girişimle boş konuşanların soyları araştırılırsa karşılarına hoş sonuçlar çıkmayabilir.

Milli Eğitim Bakanlığı’mızın tarih derslerini eskisi gibi tekrar geniş bir müfredat ve ustaca bir üslubla gençliğe aktarması gerekir. Çünkü bugünkü nesiller uğrunda kavga etmeye hazırlandıkları sloganlar hakkında en küçük tutarlı bilgiye sahip değiller. Vaziyet vahimdir.

TÜRKLERİN İMPARATORLUĞU TÜRKLERİN CUMHURİYETİ

Yazının Devamını Oku

Rusların Ukrayna üzerindeki iddiaları

18 Şubat 2024
Polonya’nın Ukrayna üzerindeki hâkimiyeti, aynı şekilde Rusya’nın Küçük Rusya (Malaya Rossiya) diye nitelendirilen Ukrayna üzerindeki hâkimiyeti, Ukrayna ulusunun ortaya çıkışının sureleri, tarihte Ukrayna-Rusya varlığının birbirinden bağımsız olarak gelişmesi gibi konular oldukça çetin cevizdir. Doğu Avrupa devletleri tarihî haritalar ve iddialar ileri sürmeye bayılırlar.

Vladimir Putin’in Tucker Carlson’a verdiği demeç geçtiğimiz günlerde büyük ses getirdi. Başkan Putin’in masasında 100’ün üstünde gazetecinin röportaj teklifi için müracaat başvurusu vardır. Bunlardan Tucker Carlson’ın seçilmesi adamın tarihten bihaber kişiliğiyle de ilgilidir.

Her hâlükârda ortaya çok tartışma çıkaran bir görüşme oldu. Bu tartışmanın siyasi hayata, uluslararası ilişkilere ne derecece yön vereceği tartışılır. Ama normal vatandaşın tarih bilgisine sahip olmamasının veya daha beteri yanlış bilgilendirilmiş olmasının vahim neticeleri de olur.

Vladimir Putin - Tucker Carlson

Polonya’nın Ukrayna üzerindeki hâkimiyeti aynı şekilde Rusya’nın Küçük Rusya (Malaya Rossiya) diye nitelendirilen Ukrayna üzerindeki hâkimiyeti Ukrayna ulusunun ortaya çıkışının sureleri, tarihte Ukrayna-Rusya varlığının birbirinden bağımsız olarak gelişmesi gibi konular oldukça çetin cevizdir. Bırakalım Putin-Carlson görüşmesini ve dışişleri bakanlıklarının kaleme aldıkları mukabil protestoları seçkin âlimleri bile bir araya getirseniz iş kavgayla sonuçlanır.

PUTİN’E GÖRE UKRAYNALILAR...

Putin’e göre Ukrayna suni olarak ortaya çıkmış bir devlettir. Ona göre Ukraynalılar Rusların bir parçasıdır. Lenin bu görüş ve tutumu daha çok destekledi. Stalin’e kalsa böyle yapmazdı fakat Doğu Polonya topraklarını ilhak ettiği zaman, “Böylece Ukrayna’yı da birleştirdik” dedi. Ancak o birleşen kısma, Galiçya ahalisine sorulsa çok da memnun değillerdi.

Bu çok tartışılan bir görüştür. Polonya ile Almanya işbirliği söz konusu ediliyor. Polonya, Almanya ile işbirliği yapmadı. Mareşal Piłsudski’nin adamları Almanlarla anlaşma yapılabileceği ve barışın böylece korunabileceği gibi tarihi bir hata yaptılar. Ukraynca konuşulur, Ukrayna milliyetçiliği var. 19. asırda Çarlık Rusya tarihine baktığın zaman Ukrayna ile Rusya arasında milliyetçilik farkı var, Ukrayna’nın yetişmiş unsurları var. Rusya orada başka türlü hareket etmek zorunda. Valiler oradaki arşivleri bile yasaklıyor. Bilhassa tarihçiler her zaman için yeni bir Ukrayna yaratmış ama o insanlar niye merkezi devlet Rusya tarafından takip edilmiş, çünkü memnun değillerdi.

Ukrayna Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nda sonraki kurucuları arasında bulunan Mihaylo Hruşevski

Yazının Devamını Oku

Boynumuzun borcu

11 Şubat 2024
6 Şubat’ta yaşanan facianın birinci yılını anıyoruz. Depremlerin etkilediği bölgelerimizin genişliği bir memleket kadardır. Bir depremden sonra restorasyon kolay iş değildir. Birkaç mimarın ve mühendisin çok bilmişliğine bırakılamaz. Her şeyden evvel oranın sakinlerinin ecdadının gelecek nesillere bırakacağı bir bölgenin yeniden imarı hepimizin boynuna borçtur.

KORKUNÇ bir depremin birinci yılını yaşıyoruz. Acılar geçmiş değil ama bu vesileyle tabii ki dışavurumu yükseliyor. Tansiyon had safhada. Böyle zamanlarda kışkırtıcı, kötümserliği artırıcı demeçler kadar insanların acılarıyla alay eder gibi tuzu kuru, münasebetsiz demeçlerin de yeri değil. “Ayakta kalırız” demek başka şey, “daha iyi gelecek” demek başka şey. Yakınlarını kaybedenlere “daha iyi bir gelecek” hiçbir olumlu katkıda bulunmayacak manasız bir terimdir.

Bazı şeylere dikkat etmek lazım. Deprem komisyonlarında üye olanların bu alanlarda ne kadar tecrübeleri olduğu belli değil. Deprem bölgesi kendi hâliyle bırakılmaz. Günümüzde dokümantasyon imkânları daha fazla, eskinin gözden geçirilmesi lazım. Hele Hatay gibi bölgelerde imarın yeniden ihlali söz konusu olabilir.

Erzin ilçe merkezinin yetkililerinin ve idarecilerin söz sahibi olmasına dikkat etmelidir. Burası örnek bir beldedir. Pazarcık fay hatlarının kesiştiği bir noktadır, yönetimin hukuka ve imara ve ananeye riayetinden dolayı büyük tahribat olmadı. Can kaybı hiç yok. Birçok yerde şehir sakinleri geleneksel mimariyi hızla terk ettiler, yeni yapılan binalar hakkında bilgileri yoktu. Maraş merkezinde bu facia yaşandı, birkaç bina var ki iyi mühendisliğin eseri olarak ortada duruyor, gerisinde çalışan ve üreten nüfusumuz kayboldu gitti. Malatya’da en seçkin sporcuları en iyi yapıda kaybettik. (Güya burası bölgenin depremi ağır geçirmeyen yeridir.) Adıyaman’da İsias Hoteli bir faciaydı, aynı zamanda bir skandaldır. Kıbrıslı yavrularımızı kaybettik. Otel kaçak beş kattan oluşuyor, üstelik önceden kamu desteği de almış. “Suçluların mahkûmiyeti, soruşturmaları, tutuklanmaları acaba nerede kaldı?” diye sormalı.

RESTORASYON KOLAY İŞ DEĞİL

Bir depremden sonra restorasyon kolay iş değildir. Birkaç mimarın ve mühendisin çok bilmişliğine bırakılamaz. İkinci Dünya Harbi’nden sonra müttefiklerin bombalayarak yerle bir ettiği Dresden, Hitler katillerinin ve Almanya’nın çekilirken özellikle tahrip ettiği Varşova’nın yeniden imarı sırasında mühendisin de, mimarın da, sanat tarihçisinin de bolluğu ortadaydı. Arşivlerde her şeyi gösterecek belge vardı. Buna rağmen sakinlerin reyine başvuruldu, bilgisinden yararlanıldı. İş öyle kolay değildir. Volgagrad, yani eski Stalingrad’da birtakım eski mezarlıkların, tarihî alanların şehrin yeniden inşası sırasında alakasız binalarla kapandığı hatta oto garaj yapıldığı bile söyleniyor.

GELECEĞİMİZİN

Yazının Devamını Oku

Tarihle yüzleşmek laubaliliği!

4 Şubat 2024
2022 yılında alınan bir kararla Amerika’daki OTSA (Osmanlı ve Türkiyat Araştırmaları Derneği), Ord. Prof. Ömer Lütfi Barkan, Prof. Halide Edip Adıvar, Ord. Prof. Fuad Köprülü’nün isimlerinin verilen ödüllerden çıkarılmasına karar vermiş. Üçü de ırkçılık ve aşırı Türkçülük ile itham ediliyormuş. Maalesef ABD’de de olsa, Avrupa’da da olsa tarihle yüzleşmekte de (tabir de gülünç) insanlarımız Türklere has alaturka davranıştan kurtulamıyor. Tavır olarak hoş değil, laubalilik.

Amerika’da OTSA (Ottoman and Turkish Studies Association/Osmanlı ve Türkiyat Araştırmaları Derneği) adında bir dernek var. Daha çok MESA (Middle East Studies Association) ile yakın bağları vardır. Türkoloji, Türk Tarihi, özellikle Osmanlı üzerine çalışılan bir meslek örgütü; bu dalda çalışan Amerikalı ve Türk asıllı Amerikalı tarihçilerin kuruma üye olduğu görülüyor.

Amerika’da usûl olduğu üzere ödüllerde ünlü bilgilerin isimlerini kullanmak söz konusudur. 2022 yılında alınan bir kararla dernek Ord. Prof. Ömer Lütfi Barkan, Prof. Halide Edip Adıvar, Ord. Prof. Fuad Köprülü’nün isimlerinin verilen ödüllerden çıkarılmasına karar vermiş. Üçü de ırkçılık ve aşırı Türkçülük ile itham ediliyormuş. Bu meslektaşların ne Ömer Lütfi Bey’in, ne Halide Edip Hanım’ın, ne de Fuad Köprülü’nün kişiliğini iyi tanıdıkları kanaatinde değiliz.

KABACA VE BİLGİSİZCE BİR DEĞERLENDİRME

Ömer Lütfi Bey Strasbourg’da okudu -Strasbourg Üniversitesi Annales Okulu ve Marc Bloch demektir-. Barkan, sosyolog kökenlidir ama tarih bilgisi müthişti, Fuad Köprülü’nün de takdir ettiği gençlerdendi. Türkiye’de iktisat tarihi diye bir disiplini Annales Okulu çerçevesinde ortaya koyan, gençlere bu dalı sevdiren âlimdir. Hepimiz Ömer Lütfi Barkan okuyarak yetiştik. Halide Edip Hanım’dan kastınız acaba; ırkçı tahribat veya jenosit gibi suçlamalarsa, kim olduğunu çağdaş kaynaklardan okuyunuz ve bu gibi eylemlere nasıl baktığını görünüz.

Maalesef ABD’de de olsa, Avrupa’da da olsa tarihle yüzleşmekte de (tabir de gülünç) insanlarımız Türklere has alaturka davranıştan kurtulamıyor. Tavır olarak hoş değil, laubalilik. Özellikle bu konuda tarih tahsil etmek isteyen, derinleşmek isteyen gençlerin; Avrupa Tarihi, Eski Çağ Tarihi, Rusya Tarihi gibi Türkoloji dışındaki alanlara, Türkiye’nin ihtiyacı dışındaki alanlara yönelmeleri gerekir. Avrupa ve ABD’de de Türkoloji ile vakit kaybetmemeleri tavsiye edilir.

Şu kadarını söyleyelim;

Yazının Devamını Oku

Ali Emîrî Efendi

28 Ocak 2024
Ali Emîrî Efendi, Osmanlı kayıtlarında muhtelif yazı, hat türlerini, kayıt tekniklerini kavrayan bizdeki ilk paleografya ve diplomatika uzmanı sayılır. Bıkmadan usanmadan gittiği yerleri tetkik etti. Sağda soldaki yazmaları topladı ve bunların önemli kısmını çürümekten kurtardı. Ali Emîrî 20. yüzyılın ilk yıllarında dirilen tarihçiliğin başında gelenlerdendir. Ocak 1924’te, bundan tam 100 yıl evvel vefat etti. Asırları son asırla bağlayan bu büyük adamın hatırası önünde ihtiramla eğiliriz.

100 yıl önce Fatih Camii’nin haziresinde bir köşe ayrıldı. Bu köşe Ali Emîrî Efendi’nin defnedildiği yerdi; etrafında o zamanki cumhurbaşkanlığı danışmanı ve diğer zevatın yerinde müdahalesiyle Halil İnalcık Hoca’nın Karacaahmet’e gömülmesinden vazgeçildi, oraya defnedildi. Bir zaman sonra Bizans-Osmanlı sanat tarihini ünlülerinden Semavi Eyice Hoca, Kemal Karpat, Mehmet Genç de buraya defnedildiler.

OSMANLI COĞRAFYASINI EN ÇOK BİLENLERDENDİ

Tarihçiler köşesinin ilk hamuşu Ali Emîrî Efendi kimdir? 1857’de Diyarbakır eşrafından Seyyid Mehmed Şerif Efendi’nin oğlu olarak dünyaya geldi. Tanınmış bir ulema ve şuera (âlimler ve şairler) ailesidir. İlk tahsilini Diyarbakır’da yapmış, Arapça yanında Farsçayı da çok iyi öğrenmiş, ardından o vakit mümkün olduğu üzere çok genç yaşta Maliye Nezareti’nin taşra teşkilatına girmiş kısa zamanda Mardin’de tahrirat müdürlüğüne kadar çıkmış. Bir yandan da Arapça ve Farsça alanında derslerine devam etmiştir.

1875 yılında telgrafçılık öğrendiği söyleniyor. Sîs (Kozan), Adana Âşâr Nezareti, sonra Rumeli’de Leskovik, Anadolu’da Kırşehir, Afrika’da son eyalet Trablusşam sancağında maliye muhasebeciliklerinde, Elazığ ve Erzurum defterdarlıklarında, Yanya ve İşkodra maliye müfettişliklerinde, Halep’te defterdarlık ve Yemen’de aynı hizmette bulunmuş.

Memur kısmı Osmanlı coğrafyasını bilirdi. Ali Emîrî en çok bilenlerdendi. Bıkmadan usanmadan gittiği yerleri tetkik etti. Sağda soldaki yazmaları topladı ve bunların önemli kısmını çürümekten kurtardı. Kendi akranlarından sayılmasa da daha sonraki kuşaktan Köprülüzâde Fuad gibi o da bu tükenmez ve ihmal edilen hazinelere çok erkenden el atmıştır.

SAHAFTAN ÇIKAN HAZİNE

Bir gün İstanbul’da sahaflarda rastladığı ve kendisine sahafların alışılmış nezaketini pek göstermeyip derhâl peşin parayla pahalıya satılan Dîvânü lugâti’t-Türk nüshası o sırada eline geçti.

Yazının Devamını Oku