Şeytan taşlarken ben de eziliyordum

2001 yılında hacca gitmiştim.

Kábe’yi görmenin yol açtığı kutsal heyecan unutulacak gibi değildi.

Ama o kutsal heyecanı doyasıya yaşayamıyordum.

Çünkü her adımda karşımıza şunlar çıkıyordu:

- Müthiş bir kargaşa.

- İnsan hayatına zerre kadar değer vermeyen bir anlayış.

- Organizasyon bozuklukları.

Kutsal şehir Mekke, pislik içindeydi.

Kábe dışında tarihi değeri olan tek bir binaya bile rastlamak mümkün değildi: Hepsi dümdüz edilmişti.

Sanki İslam’ın en kutlu kentinde değil de 10 yıl önce başıbozuk bir şekilde gelişip büyümüş bir şehirdeydik.

Bütün bunlardan şikáyet etmeye kalktığımda etrafımdakilerden aldığım yanıt hep şu olmuştu:

"Bırak bu dünyevi işleri... Kendini manevi havaya kaptır. Hem ne yapsın adamlar. 2 milyon kişinin aynı anda toplandığı yerde organizasyon bu kadar olur."

Bu savunmacı yaklaşıma ve yanlış tevekkül anlayışına isyan ediyordum.

İşte bu ruh haliyle "şeytan taşlama" zamanı geldi çattı.

Uzun yürüyüşün ardından taşlama alanına geldik.

Birinci şeytan taşlama kulesine yaklaştığımda gördüğüm manzara şuydu: İri yarı adamlar kendilerinden geçmiş bir şekilde önüne gelene çarparak ellerindeki taşları kuyuya atmaya çalışıyorlardı. Ortalık mahşer yeri gibiydi. Kimsenin kimseye dikkat ettiği yoktu. Taşlama bölümüne biraz yaklaşınca bir terlik yığınıyla karşılaştım. Taşlama anında yaşanan büyük kargaşa nedeniyle ayaklardan çıkan terliklerdi bunlar. Terlik yığınını aşıp dengeyi bozmadan kuyuya yaklaşmak imkánsızdı.

Buna rağmen bütün cesaretimi toplayıp kalabalığın içine dalmaya çalıştım. Olmadı. Kendinden geçmiş adamlar geçit vermedi. Bir iki sıyrık ve iki kritik sendeleme sonucu kendimi dışarı zor attım.

Sonra da kendi kendime şunu söyledim:

Eğer bu gayri medeni ortamda Müslüman insanların ayaklarının altında can vermek ibadetse ben bu ibadeti yapmıyorum.

Romantik isyankár meğer pusudaymış

KENDİMLE gurur duyduğum konuların başında gelir:

Hayatım boyunca "Dönme", "Sabetaycı" masallarına zerre kadar prim vermedim.

En fanatik, en radikal, en sakallı günlerimde bile şu basit gerçeğe sonuna kadar iman ettim:

Bir insanı anne babasının kimliğinden dolayı suçlamak ve köken avcılığı yapmak, tek kelimeyle ayıptır.

Öyle yüksek teorilere, büyük insanlık ideali nutuklarına filan gerek duymadan bu basit ve yalın gerçeğe ulaştım.

"Ayıp" dedim, geçtim. Hepsi bu.

Benim için bazı konularda "Sen eskiden böyle demiyordun; ama şimdi diyorsun. Bu ne tutarsızlık" denilebilir.

Ancak benim hayatımda "tutarsızlık avcıları" için "dönmelik" konusunda maalesef elverişli bir malzeme yoktur.

* * *

Yani...

Can Dündar’ın dünkü yazısında öne sürdüğü iddia, kocaman bir saptırmadan ibarettir.

Evet... Mehmet Şevket Eygi ile Abdi İpekçi’nin kızı Nükhet İpekçi, 5 yıl önce Kanal 7’de İskele Sancak programında karşı karşıya geldiler.

Evet... Tartışma konusu "Dönmelik" idi.

Evet... Tartışmayı ben yönetiyordum.

Ancak...

O tartışmada Can Dündar’ın ima ettiği tarzda bir "Dönme avcılığı" yapmadım.

Öyle yapsam...

O programın ardından Sabetaycı avcılığına meraklı tiplerin ağır eleştirilerine maruz kalır mıydım?

Ya da Nükhet İpekçi ile o programla birlikte başlayan dostluğumuz beş yıldır sürer miydi?

* * *

Peki gerçek bu olduğu halde Can Dündar gibi "romantik bir isyankár" neden böyle bir saptırmaya imza atıyor?

Benim için "sakallı televizyoncu" filan diyerek efendiliğini bozuyor?

Bu sorunun yanıtını biliyorum.

6 ay önce yazdığım bir yazıda "Can Dündar tarzı belgeselcilik" konusunu ele almıştım.

O yazıda söylediğim şuydu:

"Belgeselcilik, durağan görüntülerin üzerine acıklı metinler yazıp genizden gelen içli bir ses tonuyla okumak mıdır?"

O zaman bu eleştiriye hiç ses vermemişti.

Demek ki pusuya yatmış, açık arıyormuş.

Şövalye gibi davranıp eleştiriye yanıt vereceğine adımın yanı başına işaret koyup açık aramaya koyulmuş.

Çok görmüyorum: Bizim memleket biraz böyledir.

En romantiğimiz bile pusu kültürüyle yoğrulmuştur.

Bundan sonra onun "pek hoş benli, genizden sesli" belgesellerini böyle bir verinin ışığında izleyeceğim.

Bakalım ağlatacak mı?
Yazarın Tüm Yazıları