Güzel bir sopranonun peşinden

CUMA akşamı Viyana Opera Binası’nın kapısından girerken kendi kendime şunu soruyordum:

Acaba bu Viyana’ya kaçıncı gelişim.

Hiç hatırlamıyorum.

Haberin Devamı

Ama herhalde zamanlaması en anlamlı olanı buydu.

Aslında bu tamamen tesadüfi bir ziyaretti.

Donizetti’nin ‘Aşk İksiri’ operası için biletlerimiz aylar öncesinden alınmıştı.

Biletleri alırken, bunun 3 Ekim’den sonraki bu heyecanlı günlere rastlayacağını aklımızdan bile geçirmemiştik.

Bütün bunlar birleşince bu defa Viyana’ya bakışım çok farklı oldu.

*   *   *

Aşk İksiri, en popüler operalardan biri.

Konusuna bakarsanız, bir Yeşilçam filmi bile diyebilirsiniz.

Köyün zengin ağasının kültürlü kızı.

Ona áşık cahil bir köy delikanlısı.

Kıza kur yapan bir subay.

Aşk iksiri satan üçkáğıtçı bir sahte doktor vs. Ama beni bu operaya çeken çok önemli bir neden vardı.

Köyün zengin adamının kızını oynayan soprano Anna Netrebko, o gece sahnedeydi.

Netrebko’nun Puccini’den söylediği ‘O mio babbino cara’ adlı aryası, uzun yıllardan beri başucu şarkılarımdan biridir.

Haberin Devamı

Cuma akşamı Viyana’da bulunmamın asıl nedeni, bu güzel kadını sahnede izlemek ve dinlemekti.

Avusturya hükümetinin 3 Ekim günü hepimize çektirdiği sıkıntıyı bir anda unuttum.

*   *   *

Ertesi sabah içimden gelen bir emir, beni askeri müzeye götürdü.

Bu müzeye ikinci gidişimdi.

Ama 3 Ekim’den sonra bu müzeyi bir kere daha görmeyi istedim.

Askeri müze, büyük bir bahçenin içinde.

İki ziyaretim de cumartesiye, yani tatil gününe rastladığı halde müzede çok az insan vardı.

Oysa oradan çıkıp Klimpt’in tablolarını görmek için gittiğim müze çok kalabalıktı.

Ama bir şey itiraf edeyim.

Bu tenhalık, askeri müzeye daha çekici bir hava veriyor.

Müzenin ikinci katının büyük bir bölümü, Osmanlıların 1683 yılında Viyana’yı kuşatmasına ayrılmıştı.

Bu kuşatma sırasında iki tarafın da kullandığı silahlar, sancaklar, geride bırakılan Osmanlı otağları gerçekten ilginç.

Ama ben bunlardan çok, o kuşatmayı tasvir eden tabloların karşısında vakit geçirdim.

Çok sayıda savaş tablosu vardı.

Bu tablolarda, en basit bir bakışta dahi fark edilen bir tuhaflık vardı. Savaşan Hıristiyanların yüzleri masum ve güzel.

Buna karşılık Osmanlı askerlerinin hemen hepsi çirkin, canavar gibi insanlar olarak tasvir edilmiş.

Haberin Devamı

En çarpıcı yerleri ise gözleri.

Bütün Osmanlı askerleri, patlak gözlü ve korkunç bakışlı.

O tabloların karşısında şunu düşündüm:

Acaba 300 yıldan fazla bir zamandır orada duran bu fotoğrafların yarattığı önyargıları kırmak kolay mıdır?

*   *   *

Müzeyi gezerken bir kadın görevli, kuşkulu gözlerle bizi takip etmeye başladı.

Kılığı ve duruşu, bir müze görevlisinden çok hapishanenin kadınlar koğuşu görevlisine benziyordu. Attığımız her adımda bizi uyarmaya başladı.

Bir tablonun biraz yakınına yaklaşsak, hemen konuşmaya başlıyordu.

İçimizde Almanca bilen olmadığı için ne dediğini anlamadık.

Ama pek hoş şeyler söylemediği kesindi.

Bu tavır hepimizin keyfini kaçırdı, ziyareti erkenden bitirip ayrıldık.

Haberin Devamı

Osmanlı’nın Viyana kuşatması, 12 Eylül 1683 günü sona erdi.

Demek ki aradan 322 yıl geçmiş.

Kim ne derse desin, bu kuşatmanın psikolojik enkazı hálá orada duruyor.

Ama burada bir Türk olarak kendimi ne kadar tuhaf hissetsem de, Viyana’nın hayatımdaki öteki izlerini de inkár edemiyorum.

Burası, ‘Ölmüş Çocuklar Şarkısı’nın büyük bestecisi Mahler’in orkestra yönettiği şehir.

Mozart’ın, Freud’un, Klipmt’in, valslerin şehri.

*   *   *

Cumartesi sabahı Kartner Strasse’nin hemen başındaki Starbucks kafede o muhteşem espressoyu içerken kendi kendime konuşuyordum.

Tam arkamda Viyana’nın en sembolik kafelerinden biri olan Saher Oteli’nin kafesi duruyordu.

Kahveyi buraya Türkler getirmişti.

Haberin Devamı

Ve Starbucks’ın önündeki kuyruk, öteki Viyana kafelerinden çok daha uzundu.

Omzumu hafifçe silkerek cadde boyunca yürümeye başladım.

3 Ekim, askeri müze, korkunç suratlı Türk tasvirleri...

Hiçbirinin; ama hiçbirinin anlamı kalmamıştı...

Yazarın Tüm Yazıları