Benim için Ankara mavidir

Güncelleme Tarihi:

Benim için Ankara mavidir
Oluşturulma Tarihi: Mart 24, 2017 14:32

Ankaralı söyleşilerde mart konuğum, alanında çok özel/özgün bir isim. Bilim insanı, psikolog, yazar, televizyon programcısı ve bir Ankara aşığı Prof. Dr. Üstün Dökmen.

Haberin Devamı

Ankaralı akademisyen, psikolog, yazar Üstün Dökmen, psikoloji ile doğrudan ya da dolaylı ilişkili çok sayıda kitabının ardından; tiyatro oyunu, roman, şiir, çocuk yazını alanında ürünler verdi. Yazmaya daha çok vakit kalsın düşüncesiyle, altı yıl önce emekliye ayrılmış olsa da psikoloji ile ilgili programlarına devam eden Üstün Dökmen, asıl roman türünde yazmak istediğini belirtiyor. Kızı Selcan Dökmen ile birlikte “İnsanın Korunakları 2-Mimari” kitabını yayına hazırladıktan sonra Ankara’nın en uzun şiiri olan “Ankara Destanı”nı okurlarıyla buluşturdu. Bu iki kitaba ilişkin sorularımı yanıtlamak üzere beni büyük bir nezaketle konuk eden hocamıza... Teknik konularda desteğini esirgemeyen mimar Selcan Dökmen’e... Çay saati için kendi elleriyle kek hazırlayan Zehra Hanımefendi’ye... Evin sıcakkanlı üç güzel kedisine… Çok teşekkür ederim. Söyleşimiz süresince bir hoca, psikolog ve yazarın yanı sıra; bir ev sahibi, koleksiyoner, eş ve... Küçük kızının tasarımı kravatıyla objektife gülümseyen, büyük kızını öpmeden uğurlamayan bir babayı yakından tanımış olmak beni ayrıca mutlu etti. Değerli hocamız kent, insan ve mimari ilişkisine, Ankara sevgisinin dizelere nasıl dönüştüğüne ilişkin sorularımızı, Ankara Hürriyet okurları için yanıtladı. 

Haberin Devamı

Benim için Ankara mavidir

- Psikolog ve akademisyensiniz, bir eğitimci olarak dersler-seminerler verdiniz, makaleler yayımladınız, televizyon programları yaptınız, kitaplar yazdınız. Şu anda neler yapıyorsunuz?
Yazmaya vakit kalsın diye, erken emekli oldum. Daha çok edebiyatla uğraşmak istiyorum. Psikolojiyle ilgili kitaplarım var. Sekizinci ve son romanım “Sağdıç” çıktı. Cümlemiz bir cümleyiz... Roman tek cümle. Sonunda bir tane noktası var. Edebiyatta Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ında 74 sayfalık uzun bir cümle vardır. Bu kitap 128 sayfa.
- Yazarlığın, çocukluk hayaliniz olduğunu söylüyorsunuz. Sizce, insanoğlu kalemi neden eline alır?
İnsan evladı, yazıdan önce de eline bir tür kalem aldı, mağara duvarlarına resimler çizdi. Niye? Yarına kalmak için. Moreno’nun ünlü sorusudur: “Yarına kim kalacak?” Özetle, güçlü olan kalacak. Dayanışma içinde olan, seçen ve seçilen, dost edinen. Katedraller, kiliseler, camiler, saraylar, piramitler yapmak aslında ölümlü hayatımızda bir tür telafi çabasına girişmektir. Ölümsüz olamayız, bunu biliyoruz. Hani denir ya, bir insanın gerçek ömrünün bittiği an, hiç kimse tarafından anılmadığı zamandır. Dünyalı binlerce yıl sonra da anılmak istiyor. Belki dünyadan uzun bir ömrü olmasını arzu ediyor bu evrende. Bir eser bırakıp öldükten sonra yaşayacağız isteği var. Büyük eserlerin hepsi, en altta yatan yarına kalma arzusuyla yazıldı.

Haberin Devamı

ANKARA DESTANI GELECEĞE BİR TOHUM ATMAK

- Peki, sizin yazın öykünüz nedir? Edebiyat alanında yazmayı ve paylaşmayı ne zaman istediniz?
Altı yaşında roman ve tiyatro yazmaya karar verdim. Bir küçük defter alır, yazma öğreneyim de roman yazayım derdim. Annem Sabahat Dökmen, edebiyat hocasıydı. Bir gün Fuzuli’nin bir şiirini söyledi: İlimsiz şiir, temelsiz duvara benzer; gayet itibarsız olur. Yani önce bir ilim öğren, onun üzerine sanatı oturt. Ben babamın davranışlarını, annemin sözlerini örnek aldım. Bilim yaptım, profesör oldum ve sanatla uğraşmaya başladım. Ciddi olarak edebiyata girmem profesör olduktan sonradır. “Komşu Köyün Delisi” ilk tiyatro oyunumdur. Toplu şiirlerimi yayımladım. “Ladesçi” ilk romanım, “Sağdıç” son romanım. Kızım Selcan Dökmen’le psikoloji kitabı “İnsanın Korunakları 2-Mimari”yi yazdık. “Ankara Destanı” ise geleceğe bir tohum atmak, tohumu buzlukta dondurmak gibi bir şey.
- Günümüz kentlerindeki yapı yozlaşmasının bir nedeni olarak, dildeki yozlaşmayı işaret ediyorsunuz. Bu noktada gecekondu gerçeğine nasıl bir yorum getirirsiniz?
1940 yıllarında Nurullah Ataç üstadımız, “yap” fiili Türkçeyi bozacak, dedi. Adam öngörülüymüş. “Bekleme yapma” deniyor. Bu yanlış Türkçedir, dili zayıflatıyor. Yine 40’lı yıllarda bir şarkı çıkmış, “Nisan mayıs ayları/ Gevşer gönül yayları/ Bayan söyle bayına/ Bir çiçek alsın sana.” Nurullah Ataç, dilde yozlaşma başladı bunun arkası gelecek, dedi. Piyasada böyle bir dolu şarkı var. Kitsch sanat denir ya. Resimde, müzikte, yaşam tarzında hepsi bir bütün. Bu mimariye de yansıyor. Gecekondulara bakın müzik arabesk, kıyafet arabesk, evin dekorasyonu arabesk, evi de arabesk. Arabesk, bir geçiş kültürüdür. Gecekondudan apartmanlaşmaya ilk geçenler, apartmanın dışını çoğunlukla mozaiklerle kapladılar. Rengârenk kilim gibi. Bu kötü bir şey değil; bir tarz ve geçiştir. Ama onların çocukları öyle evlerde oturmayacaklar.

Haberin Devamı

Benim için Ankara mavidir

YENİ YAPI TARZI İNSAN DAVRANIŞLARINI DEĞİŞTİRDİ

- İhtiyaçlar, beğeniler, hayaller, iç dünyamızın ve dilimizin zenginli mekân tasarımlarını, mimariyi belirliyor; ama kendi tasarladığı, yarattığı yerde yaşarken oradan ne ölçüde etkileniyor insan?
Selcan Dökmen: “Bu binada kim yaşayacak?” sorusu tasarımın temelidir. Geleneksel Türk konutu, kullanıcının tasarımda daha aktif rol oynadığı bir tarz. Yapılar sosyal yaşantıya, demografik dengelere göre çok daha net belirlenmiş. Günümüzde belli kesimler için yaşam tarzına çok detaylı bakılmadan oluşturulan, tasarlanan yapılar var. O yüzden birtakım uyuşmazlıklar oluyor. Geleneksel Türk konutunda ayakkabı çıkartacak yeriniz, kileriniz, deponuz, yüklüğünüz vardır. Özel tasarımlarla bunlar yeni yeni aşılıyor ama kitlesel konutların birçoğunda kullanıcı o eve sığışmaya çalışıyor. Ayakkabısını kapının önünde çıkarıyor.
ÜD: Selcan’ın dediğine şüphesiz katılıyorum. Eskinin Ankara evlerinde ayakkabı taşlıkta çıkarılırdı. Modern yapıda taşlık yok. Ayakkabıyla içeriye girmek istemiyor, o da haklı.
SD: Gelenekselde halı, kutsal mekân sayılıyor.
ÜD: Eskiden üç mekân kutsaldı; ev, ibadethane, ticarethane. Apartmanı yapan, Türk insanına ‘ihtiyaç nedir’ diye sormamış. Bunlar aşılabilecek konular. Çözümü var, üçüncü bakış tarzı. Kapaklı bir dolap yapacaksınız, herkes ayakkabılarını oraya koyacak. Sonuç olarak yeni mimari, yeni yapı tarzı insanımızın davranışlarını bir miktar değiştirdi. Ama bir miktar da yapıyı kendimize uydurmaya başladık. Bu geçişin yumuşak olması ve insanın ihtiyaçlarını karşılaması, geleneklerin dikkate alınması gerekiyor.
-Konut inşa ederken kullanıcı tercihleri ve alışkanlıkları önemlidir; kentli ve köylünün ev tercihinin farklı oluşu gibi. Kitapta ihtiyacı karşılamak üzere depremzedelere yapılan evlerin çürüyüp gidişinden bahsederken, bir istisnaya yer veriyorsunuz. Ankara Temelli’de, yöre halkına yapılan evleri farklı kılan neydi?
Onun ihtiyacıyla uyumlu olması, ihtiyacına cevap vermesiydi. Sakarya Savaşı’nda Temelli ve yöresi orduyu çok desteklemiştir. Buğday vermiş, orduyu beslemiştir. Tekâlifi Milliye emirlerinden azade bir durumdur bu. Savaştan sonra, orduya hizmetlerinden ötürü devlet tarafından -yanlış hatırlamıyorsam- 24 tane köy evi yapılmıştır. Hem modern hem de geleneksel yapıya uygundur bu evler. Hepsinin yanında ahırı vardır. Yazın serin, kışın sıcak tutacak taş evlerdir. Fakat şimdi biri hariç 2000’li yıllarda bunların hepsi rant yüzünden yıkıldı. Yerine dört beş katlı çağdaş apartmanlar yapıldı. Bir tane numune bırakıldı.

Haberin Devamı

YARIN: HER KADININ KENDİNE AİT ODASI OLMALI

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!