4 Ağustos 2002
<B>ÖNCEKİ </B>gün memleketim hakkında derin düşüncelere dalmıştım. Türkiye'nin bu durumdan nasıl kurtulacağı, ekonomik krizin nasıl aşılacağı, Irak savaşının bize nelere mal olacağı ve laisizmin meselelerini kafamda evirip çeviriyordum.
Tam son derece ciddi sonuçlara varmak üzereydim, hemen her konuda çözümler net olarak önümde gözükmeye başlamıştı ki....
Tüm düşünce sistematiğim Rana'nın ‘‘Haydi çarşıya gidiyoruz’’ cümlesiyle tamamen çöktü. Rana ile birlikte çarşıya çıkma fikri bile düşüncelerimin hemen tamamını öldürmeye yetiyor.
Çarşı fikri fiiliyata dökülünce de düşünce düzeyinde intihar beni kesmemeye başlıyor artık, fiziksel intihar fikri de hemen her zaman güzel gözükmeye başlıyor gözüme.
*
Yine aynı düşüncelerle doldum dolmasına ama itiraz etmeden de gittim.
Bu dünyada fazla yorulmadan yaşamanın tek yolunun ona mantıki gerekçelerle de olsa karşı çıkmamaktan geçtiğini artık deneme yanılma yoluyla anlamış durumdayım.
Zaten kaşarlıydım da böyle alışverişlere, dolayısıyla olabilecek yeni bir tahribatın fazla olmayacağını düşünüyordum.
Yanılmışım.
Bu kez yeni bir vukuat ile karşı karşıya kaldım.
Beni bebek eşyalarının satıldığı adına dükkán denilen ama aslında üçüncü dünya savaşı çıktığında dev uçakların gizlenmesi için kullanıma açılacağına emin olduğum bir hangara götürdü.
*
Takriben bin civarında kadın vardı içerde.
Kadınların yaşı 8 ay ile 95 yaş arasında değişiyordu.
Önemlice bir bölümü hamileydi ve hamile kadınlara özgü olan ‘‘Ben ne yaparsam haklıyım, kimse bana karşı çıkamaz; çünkü ben hamileyim’’ tavrındaydılar, öyle hareket ediyorlardı.
Açıkçası, anlayacağınız tek motoru arızalanmış eski Alman denizaltıları gibi hareket ederek dolaşıyorlardı etrafta.
Hamile kadınlar dışında şişko kadınlar da vardı, onlar hamile olmadıkları halde aynı hamileler gibi sinirliydiler.
Rana bana bir köşede durmamı söyledi. Zaten bunu söylemese de ben saklanmak için bir köşeye çekilecektim.
Ve bunu söyledikten sonra da elimde tutmam için bazı minik kıyafetleri tutuşturdu ve biraz sonra bunlar arasında seçim yapacağını belirtti.
Ve ben bir anda geçici bir portmanto haline dönüştüm oracıkta ayakta.
*
Cisimleşmiş olmama, tamamen hareketsiz ve sessiz durmama, kimseyi sinirlendirmemek için elimden geleni yapmama rağmen birçok kadın çarptı bana o gün.
Ve istisnasız hepsi de çarpan tarafın kendileri olmasına rağmen benden özür dilememi beklediler.
Ben de özür diledim gayet tabii ki.
O anda yaşamdaki en büyük dileğim; bunun bir mucize olduğunu, gerçekleşmesinin mümkün olmadığını bile bile istediğim tek şey Rana'nın bir an önce işini bitirmesiydi.
Ancak bu da imkánsız görünüyordu; çünkü o en basit gibi görünen bir şeyi bile seçmekte zorlanıyor gibiydi.
Örneğin bebek için çorap alınacak değil mi, Rana başlıyordu düşünmeye.
Size bir şey söyleyeyim mi, Wittgenstein hayatta bu kadar uzun süre düşünmeye başlasaydı büyük ihtimalle Tractatus'u baştan aşağıya yeniden yazmaya da girişirdi.
Hayatta kimsenin bu kadar uzun düşünme lüksü bence olmamalı ama Rana bu tür benim hayatla ilgili gözlemlerime pek aldırmadığından hızla geri gelmesi de mümkün değildi.
*
Bütün bunlar olurken iki şeyi daha fark ettim.
Bir kere hangarın çeşitli yerlerine dağılmış, aynı benim gibi sessiz ve hareketsiz duran bazı adamlar vardı etrafta.
Bunların hepsi de dehşet ifadesiyle bakıyorlardı etrafa, gözleri faltaşı gibi açılmıştı.
Etraflarında olan bitenle ilgili en ufak bir nosyonları yoktu ve tamamen katatonik vaziyettelerdi.
Ben durumu biraz daha tahammül edilebilir kılmak için orada değil de tamamen başka bir yerde olduğumu hayal etmeye başladım bir ara.
Miami'de deniz kenarındaydım, yanımda soğuk Sancarre şarabım vardı, kitaplarım da diziliydi şezlongun yanındaki masada ve deniz de harikuladeydi.
Bakın sizi ikaz ediyorum; bu müthiş hayalimi de, yanında bir kadın var mıydı gibi bir soruyla bozmaya yeltenirseniz kesin kafa atarım, bunu da bilin!
Miami'deki kadınların tümü o gün Key West'e alışverişe gitmişti tamam mı, hayalim o kadar mükemmeldi yani.
Bunu düşünürken elimde olmadan gülümsemişim, zaten korkunç şişman olan, bir de üstüne üstük mucizevi şekilde hamile kalmış bir kadın bana kızgın şekilde bakmaya başlamıştı, onu fark ettim.
Kendisiyle alay ettiğimi sanıyordu büyük ihtimalle, aslında ediyordum da ama bu gülümsemem onunla bağlantılı değildi. Alayımı içime atmıştım ve şimdi bu kadın büyük ihtimalle üstümde zıplayıp beni öldürecekti. Öldüremese bile sakat kalacaktım.
*
Bunlar olurken başka bir şey daha dikkatimi çekti.
Dedim ya orada bin kadın vardı. Sayı yüz bin olsa da bir şey fark etmezdi; çünkü bu kadınların her biri tuhaf bir şekilde hareket etmelerine ve çoğu da sinirli olmalarına rağmen o kalabalık içinde bile birbirleriyle en ufak bir tartışma yaratmadan, çelişki filan olmadan alışveriş yapıyorlardı.
Onlar alışveriş yaparken mağaza tahrip de oluyordu bir yandan ama birbirleriyle en ufak bir temas bile olmuyordu.
Bu bir mucizeydi bence. Orası spor eşyaları satan bir dükkán olsaydı ve bin kadın yerine bin adam alışveriş yapmaya çalışsaydı, iki saat içinde en azından 20 ölü, 40 küsur ağır yaralı verilmesi işten bile değildi.
Neyse üç saat kadar sonra Rana geri geldi.
Satın almaya değer fazla bir şey bulamamıştı dükkánda.
‘‘Yarın başka dükkánı deneriz’’ dedi bana.
Bu arada ayaklarım uyuştuğundan ben yürüyemiyordum ve bu tahribatın kalıcı mı yoksa geçici mi olduğunu zaman gösterecekti büyük ihtimalle.
Yazının Devamını Oku 2 Ağustos 2002
<B>İSTESELER </B>canımı verecek kadar sevdiğim müstesna köşe yazarlarının hemen hepsi memleket sorunlarına yüzeysel yaklaşıyorlar.<br> İktidar değişince veya o parti ile bu parti değil de şu parti ile öteki parti koalisyon yaparsa Türkiye'nin sorunlarının çözüleceğini zannediyorlar.
Halbuki onlar dışında hemen herkesin bildiği gibi Türkiye'nin sorunları çok daha derinde.
Ve eğer radikal olunmazsa, cesur kararlar alınmazsa bu derin sorunlar hiç bitmeyecek, onlar hep var olacak ve kısırdöngülerimiz hep aynı kalacak.
Bu nedenle bugün, genelde hiç göstermesem de sorumluluklarımın tamamen bilincinde olan bir yazar olarak, aziz memleketimin derin sorunlarına el atmaya başladım.
Şunu bilin ki bu önerilerim harfiyen uygulandığı takdirde Türkiye çağdaş medeniyetler düzeyine birkaç basamak birden atlayıp yükselecek, hatta o düzeye zıplayacak ve dahası Olimpiyat Stadı inşa ederken aynı zamanda bunun bir yolunun da mutlaka olması gerektiğini otomatikman idrak etmeye başlayacaktır.
* * *
İşte Türkiye'yi temel sorunlarından kurtaracak kesin çözüm önerilerim:
1- Memleketin resmi dini ‘‘Protestanlık’’ olarak ilan edilsin. Eğer ilk başta bunun tepki çekeceğinden korkuluyorsa ‘‘Şebinkarahisar formülüyle’’ yani gizli kararname çıkarma yoluyla yapılsın bu. Ben şuna inanıyorum ki Türk halkı her şeye alışır, gizli kararname ile dinlerinin değiştirilmesine de belki ilk önce tepki vereceklerdir ama orta vadede sorun çıkmayacağına eminim. Böyle bir adım atıldığında birkaç olumlu sonuç bir arada alınacaktır. Örneğin TSK'nın 28 Şubat türünden işlerle vakit kaybetmesi engellenecek, irtica tehlikesi kesin olarak ortadan kalkacak ve daha da önemlisi her Noel akşamı İstanbul'da kiliselere doluşan İstanbul sosyetesinin bu yaptıkları işe daha derin bir anlam katmaları için yol açılmış olacaktır. Gerçi Protestan olsak da bizim bu ülkede illa da huzursuz olmamızı sağlayacak yeni gelişmeler de olacaktır kaçınılmaz olarak, örneğin bu kez de Katoliklerin haklarını savunan bir terör örgütü mutlaka faaliyetine başlayacaktır, çünkü burası Türkiye, yok öyle! Ama olsun, bu risk var diye adım atmamaya da kalkışmayalım derim ben.
* * *
2- Avrupa Birliği'ne uyum yasalarının hepsini çıkardıktan sonra biz de onlardan bazı yasaları çıkarmalarını talep edelim. Bu da onların ‘‘Türklere uyum’’ yasaları olsun. Talep edilecek bu yasa değişikliği ile Avrupa ülkelerindeki Türkler ile Türkiye'deki Kürtleri değiş tokuş etmenin hukuki çerçevesi hazırlansın. Benim yıllardır yapmış olduğum gözlemlere göre Avrupa'da yaşamakta olan Türkler hallerinden hep şikáyetçiler, Türkiye'yi özlüyorlar. Türkiye'de yaşamakta olan Kürtler de hep şikáyetçiler. Bu arada Türk Devleti Avrupa'da yaşayan vatandaşlarını sevdiği iddiasında, Avrupa ülkeleri ise sürekli olarak bizdeki Kürtleri sevdiklerini iddia ediyorlar. Şimdi sevgili okurlar, ekonomi teorisinde marjinal fayda diye bilinen bir şey vardır. Atılan bir adım o adımın atılmasında rol oynayan aktörlerin hiçbir tanesinin aleyhine değilse, sadece tek bir tanesinin lehine bile olsa bu adımın marjinal faydası vardır. Görüleceği üzere insan mübadelesi önerisinin gerçekleşmesi halinde ise marjinalin çok ötesinde faydalar mevcuttur, çünkü böyle bir adım her tarafın hayattan beklentilerini yüzde 100 karşılayacak içeriktedir. Üstelik bir de joker fayda mevcuttur bu adımla ortaya çıkacak. Bu dediklerim yapıldığı takdire memleketin üst düzey yöneticilerini sürekli üzmekten başka bir işe yaramayan HADEP meselesi de nihayet kesin çözüme ulaştırılmış olacaktır. Ha, dediklerim yapıldıktan sonra olacak bir seçimde HADEP yine barajı aşarsa o zaman tamamen farklı ve son derece abuk başka sorunlarımız da var demektedir ki bunlara da zamanı geldiğinde el atmamızda sonsuz yararlar olacaktır.
* * *
Gerçi bu iki küçük adımın atılmasıyla Türkiye'nin meselelerinin yüzde 90'ına yakın bölümü bir anda çözülmüş olacaktır.
Ama tabii hayatta her şey mükemmel olamıyor, bu durumda da bazı sorunlar devam edecektir.
Örneğin memlekete yeni gelenler de eşit oy hakkı filan isteyecekler, hak ve özgürlüklerden bahsedeceklerdir.
Yüzde 100'ü has Türklerden oluşan bir coğrafi mekánda herkese eşit oy hakkı tanımanın şu hayatta tek bir sorunumuzu bile olumlu sonuca bağlamaya yaramadığı artık açık olmalıdır.
Bu nedenle seçim kanununda bir an önce değişiklik yapılarak ‘‘ağırlıklı oy’’ düzenlemesine gidilmelidir.
Ağırlıklı oy sisteminde atılan her bir oyun aslında kaç oy sayılacağı yasal düzenlemeyle yeniden tanımlanacaktır. Bu yeni sistemde oy ağırlıkları aşağıdaki gibi olmalıdır:
- Genel yayın yönetmenlerinin bir oyu eşittir 10 oy.
- Laila ve Reina'nın müdavimlerinin bir oyu eşittir 9 oy. (İstisna: İlhan Mansız. Onun temel özellikleri dikkate alınarak oyunun tek oy olarak sayılması için yasaya istisna hükmü konulmalıdır.)
- Hem genel yayın yönetmeni olup hem de Laila veya Reina'ya sık gidenlerin bir oyu eşittir 15 oy.
- Tirajı 50 binin üstünde olan bütün gazetelerde yazmakta olan köşe yazarlarının bir oyu eşittir 5 oy (genel yayın yönetmenleri ile onların oy ağırlıkları arasındaki farka dikkat çekmek istiyorum). (İstisna: Serdar Turgut. Sadece tek bir oy hakkı olması bile sakıncalı olabilecek türden olduğundan bu adımın atılması gerekmektedir.)
- Türkbükü kıyısının sol tarafında denize girenler 8 oy, sağ tarafında denize girenler 2 oy, sağ tarafta bile denize giremeyenler bir oy.
- Tirajı 50 bini aşan gazetelerden en az üç köşe yazarını severek okuyanların bir oyu eşittir dört oy, iki köşe yazarını sevenin oyu eşittir 2 oy, hepsinden eşit derecede hoşlanmayanın oyu tek oy.
- Boş zamanlarını TEM otoyolunun yanındaki marjinal kırsal bölgede oturup gelen geçen arabaları seyrederek geçirenlerin tek oyu tek oy, arabayla otoyoldan geçerken onları görüp de ‘‘Bunlar da kim acaba’’ diye düşünenlerin oyları da 8 oy olarak sayılmalı.
Gerçi örnekleri uzatabilirim ama umarım yeni sistemin ana fikrini kavramışsızdır.
Ve ben eminim ki bu yeni sistem yürürlüğe konduğunda da Beyaz Türklerin ıslak rüyası gerçekleşecek ve İsmail Cem kesin başbakan olacaktır.
Yazının Devamını Oku 1 Ağustos 2002
<B>NEW </B>York Times Gazetesi'nde 28 Temmuz Pazar günü son derece enteresan bir haber yayınlandı. Kuzey Irak'ta ‘‘fiilen kurulmuş’’ olan Kürt devleti ile ilgiliydi bu haber.
Konusu itibarıyla Türkiye'yi gayet tabii ki çok ilgilendiren ve bence son derece fantastik gelişmelere dikkat çekmekte olan uzun bir yazıydı bu.
Bugün vatandaşlarım için sürdürmekte olduğum bitip tükenmeyen hizmet anlayışımı bir başka düzeye çekeceğim ve gazetede yayınlanmış olan bu uzun mu uzun yazıda satır aralarında yer alan bazı cümleleri Fransızların dünyanın başına bela ettikleri ‘‘yapısalcı okumayla’’ çözümlemeye çalışacağım.
Amerikan yönetiminin ısrarı nedeniyle Irak savaşı yaklaşırken, bunların da bir bilgi olarak bilinmesinde yarar var diye düşünüyorum.
* * *
Birinci sayfada manşet olarak verilen haber içerde altıncı sayfayı neredeyse tamamen kaplayarak devam ediyor.
Kuzey Irak'taki Kürtlerin fiilen kurmuş oldukları devletten nasıl memnun oldukları, olası bir savaşın bu statükoyu değiştireceğinden nasıl korktukları, bu Kürt devletinde Irak'ta bulunmayan düzeyde ne tür özgürlüklerin olduğu anlatılırken bir anda iş ABD'nin Irak operasyonuna geliveriyor.
Haberi okurken uyuklamaya başlayan bir Türk'ü aniden uyandırabilecek olan paragraf da işte o arada yazılıvermiş, gelin birlikte okuyalım:
‘‘Geçtiğimiz aylar içinde ABD'den ve İngiltere'den istihbarat ajanları, askeri danışmanlar ve hükümet yetkilileri Kuzey Irak'taki Kürt kontrolü altındaki bölgeye gizli birçok ziyaretlerde bulundular. Bu ziyaretlerin çoğu Türkiye'den kalkan ve üzerinde hiçbir işaret taşımayan siyahlı helikopterler ile yapıldı. Kürt yetkililerin bize verdiği bilgiye göre bu ‘karanlık' kişiler gizli buluşma yerlerinde Kürtlerin Irak lideri Saddam Hüseyin'in devrilmesine nasıl yardımcı olabileceklerinin planını geliştirmeye başladılar.’’
Bunu yazarken biraz önce Ecevit’in ‘‘Amerika'yı Irak'ı vurmaktan vazgeçmeye ikna etmeye çalışıyoruz’’ haberini okuduğumu hatırladım.
Müstehzi bir ifadeyle gittim, kendime yeni bir kahve daha aldım.
* * *
Haberin orta yerlerinden bir tanesinde tanıdık bir isim ortaya çıktı.
Barham Salih. Haberde o ‘‘10 yıldır Washington'da Talabani'nin temsilciliğini yaptıktan sonra bölgeye dönüp de bölgenin doğu bölümünü kontrol altında tutmakta olan Patriotic Union of Kurdistan'ın başına geçen kişi’’ olarak adlandırılıyor.
Talabani'nin Washington'daki bu örgütü de haberde ‘‘CIA, Pentagon ve Dışişleri Bakanlığı ile çok yakın bağlantıları olan örgüt’’ olarak tanımlanıyor.
Bunu da okuyunca kahvemden bir yudum çektim, müstehzi gülüşüm daha da yayıldı ve hatıralara daldım.
Bilmem hatırlar mısınız bilmiyorum ama kısa süre önce bu köşeden Washington'da Türkiye ile ilgili kişilerle ilgili bir yazı yazmış, bir de anımı nakletmiştim.
Hani Pentagon'da bir gün girmemem gerekli bir odaya yanlışlıkla girmiştim de orada şu anda Pentagon'un Ortadoğu işlerinden sorumlu yapılan kişinin başkanlığında yapılmakta olan bir toplantıyı yine kazayla görmüştüm ya.
Kuzey Irak haritaları filan da açılmıştı ya masaların üstünde.
İşte o gün o odada olan insanlardan bir tanesi de Bahram Salih'ti.
Bu toplantının yapılış tarihi de 1994'tü.
Bilmem anlatabiliyor muyum?
* * *
Amerikan yönetiminde bir grup insan çok uzun yıllardır devlet politikası haline getirmeye çalıştıkları bir plan üzerinde çalışıyorlar.
1994 yılında, PKK terörü doruk noktalardayken bile bölgeyi bugünkü şekliyle planlamaya çalışanlar bugün ellerine gücü geçirdiler ve Saddam'ın devrilmesi için stardı verdiler
Dolayısıyla Türkiye'de bütün bunların bir sürprizmiş gibi karşılanmasına, ‘‘Irak operasyonunu önletmek için çalışıyoruz’’ diye abuk demeçler vermeye, bugünlerde Kürtler Washington'a yine çağrıldıkları için, sanki bu yeni bir şeymiş gibi ‘‘Amerika'dan hesap sorduk’’ havaları kesmeye hiç gerek yok.
Bunlar hem anlamsız, hem vakit kaybı hem de sonuç değiştirmeye yaramayacak boş şeyler.
* * *
Peki ne olacak?
Kuzey Irak'taki Kürt örgütlenmesinde önümüzdeki dönemde büyük değişiklikler olacağı kesin.
Ne olur, nereye gider, bunu tahmin edemem, zaten her bilinmeyeni kontrol edebilmesi mümkün olmadığından Amerikan yönetimi de bu konuda tereddütlü.
Bugünlerde Washington'da ‘‘Acaba Afganistan'daki gibi bir Kürt ordusu yaratıp Saddam'a savaş başlatabilir miyiz’’ stratejisini tartışıyorlar, ama Kürtler bundan korkuyor, bunu da istemiyorlar.
Fiili durumdan memnun onlar.
Türkiye'nin bölgede ne yapacağı konusu da devletten haber alma bağlantıları tamamen kopuk olan ve bu durumdan da çok memnun olan ve hatta bununla övünen bu kardeşinizin boyunu aşan bir tahmin girişimi olur.
Ancak o gazetede o gün bence Türkiye'nin elinin ne de güçlü olduğunu ortaya koyan, bunu istemeden yapan harika bir bölüm daha vardı.
Altıncı sayfada, tam göbekten renkli bir resim koymuşlar. Kuzey Irak'taki Kürt bölgesindeki Erbil şehrinde bir bakkal dükkánının içi bu.
Irak'ta bulunmayan her şeyin orada bulunduğunu söylüyor konuşulan insanlar.
Ve siz resme biraz dikkatle bakınca markette sergilenmekte olan malların hemen tamamının belki de yüzde 100'ünün Türkiye'den geldiğini, bunların Türk malları olduğunu fark ediveriyorsunuz.
Zaten gazetedeki fotoğrafın altındaki tek satırlık cümlede de buna dikkat çekiliyor.
Savaşa gidilirken bunun da hatırlanması iyi olur diye düşündüm de!
Yazının Devamını Oku 31 Temmuz 2002
<B>SAYIN </B>medya mensupları... Bundan böyle TSK ile ilgili haberlerinizde, Genelkurmay Başkanı'ndan bahsederken onun sadece soyadını kullanmamanızı özellikle istirham ediyorum.
Çünkü yeni başkanın soyadı Özkök ve onun adını da belirtmediğiniz her yazınızın sonunda, ben elimde olmadan Genel Yayın Yönetmenimizin, sonunda Genelkurmay Başkanı da olduğu gibi izlenime kapılıyorum.
Şu kardeşinizi yeni paranoyalara itmeyin lütfen.
Teşekkür ederim.
Üstelik bu paranoyalarım bazen zor durumlara da yol açıyor.
Örneğin, Genel Yayın Yönetmeni geçenlerde aradı, konuşuyorduk. Kafam bu işle meşgul olduğundan mı nedir, kendisine yanlışlıkla komutanım demişim, bana çok kızdı.
* * *
Sayın Şebinkarahisarlılar...
İl olmak istediğinizi öğrenmiş durumdayım.
Şunu bilin ki, bir meydanda insanları toplayıp, onları otobüse koyup, bunları toplu olarak Başbakanlığa gönderip de orada ‘‘Enişte seninle gurur duyuyoruz’’ diye bağırtmayı başaran bir yerin, değil il olma hakkını kazanması, bu hakkı otomatik olarak kaybetmesi gerekmektedir.
Böylesine abuk bir eylemi örgütlemeyi başarabilen bir yer mantıken il olamaz, olmamalıdır da.
Böylesine bir eylem şehir felsefesine aykırıdır çünkü.
Ayrıca üzülmeyin de; çünkü il olmanın çok iyi bir şey olduğu konusunda yeterince bilimsel kanıt da yok.
Baksanıza, son il yapılan yerlerin isimleri bile unutulmak üzeredir.
Örneğin, ben Türkiye'nin hálá 67 ile sahip olduğu varsayımıyla yaşamımı sürdürüyorum ve çok da mutluyum.
Yeni il olan yerler bana hatırlatıldığında mutluluğum hep azalıyor, toplam sayı bana belirtildiğinde ise resmen depresyona filan giriyorum.
Pastoral yaşamın keyfini çıkarın, il olmaya filan da kafayı takmayın, şu Türkiye'ye yeni bir vali ekletmeyin be!
* * *
Hálá Başbakan olduğu konusunda duyumlar almakta olduğum Bülent Ecevit bugün büyük ihtimalle Anıtkabir'e gidecek.
Devlet İstatistik Enstitüsü'nün son verilerine göre orada 72 basamak varmış, onları tırmanacak.
Keşke oraya geçici bir yürüyen merdiven inşa edilseydi.
Düşünsenize, naklen yayın var, Ecevit yürüyen merdivenle Anıtkabir'e tırmanıyor. Yürüyen merdiven yukarı çıktıkça ilk önce kafası, sonra bütün vücudu gözüküyor ve tüm kanallar bu görüntüyü 2001 Uzay Senfonisi filminin müziği eşliğinde veriyorlar.
Sizi bilmem ama ben böyle bir şeyi görmüş olsaydım, kendimi tutamaz kesinlikle ağlardım.
* * *
Geçen gün TBMM toplandı.
Hemen her milletvekili katılmış toplantıya.
TBMM Başkanı da ‘‘Buraya kadar teşrif etmiş olan arkadaşlarımız tarihe geçsin’’ diye tek tek ad okutarak yoklama yaptırmış.
İnsan böyle bir haberi görünce, açıkça söylemek gerekirse ne yapacağını şaşırıyor.
‘‘Buraya kadar teşrif etmiş olan arkadaşlar tarihe geçsin’’ lafını okuduktan sonra doğal olarak, otomatikman aklıma gelenleri, mantıki olanları yazıya döksem, büyük ihtimalle mahkeme kapılarında sürüneceğim.
Konu hakkında, doğal olarak aklıma gelenler dışında yapılabilecek ek bir yorum da yok işin aslına bakarsanız.
O nedenle beni tamamen anlamış olduğunuza güvenerek, bu konudaki yorumlarımı yazıya dökmemeye karar verdim.
* * *
Ve son olarak vatandaşların postmodern hissiyatlarını tatmin etmek için yazımı magazin dünyasından bir haberle noktalıyorum.
Trafik kazalarını önlemek için yeni bir adım atılmış.
Müslüm Baba'nın sohbetlerinden oluşan bir kaset doldurulmuş ve bu kaset şoförlere dağıtılarak, uyarılar yapılacakmış.
Türkiye'de geçerli olan mantık anlayışı ile benimkinin katiyen çakışmadığı, hatta iki anlayış arasındaki farkın arasının her geçen gün daha da açıldığına son örnek de bu sevgili okurlar.
Bana sorsalardı, Müslüm Baba'nın sohbetlerinden oluşan bir kasetin, eğer Türkiye'de araba kazalarının artırılması yönünde yeni bir politika değişikliği varsa dağıtılmasının daha uygun olacağını söylerdim.
Ama tabii büyüklerimiz daha iyi bilir konuları, bize laf düşmez.
Yazının Devamını Oku 30 Temmuz 2002
<B>ŞU </B>noktayı tekrar vurgulamak istiyorum: Ben Türkiye'de siyasetin bir süre askıya alınmasının memleket için çok daha hayırlı olacağına hálá ve samimi olarak inanıyorum. Kavram öyle oluştuğu için ‘‘teknokratlar hükümeti’’ diyorum buna, aslında ‘‘teknokrat’’ kavramı konusunda ısrarım da yok, isteyen başka ad da koyabilir buna, ancak bu ülkede yönetimin üzerinde uzlaşma sağlanacak bir grup insana geçici bir süre için bırakılmasının doğru olacağını düşünüyorum.
Türkiye'nin halledilebilir sorunları vardır. Çok zor sorunlarla karşı karşıyayız ancak bunların çözümü imkánsız değildir, memleketin önünü açmak için sadece kararlı, vatanını seven ve dürüst olan insanlara ihtiyaç vardır.
Ben bir teknokratlar hükümetinin hep Türkiye'de siyasetin de siyasetçinin de kendisini toparlaması için gerekli nefes alma ‘‘arasını' sağlayacağını da düşünmüşümdür.
İtiraf ediyorum ki benim bu konuda ‘‘romantik’’ görüşlerim var. Toplumların yaşamlarındaki zor anlarda bazı insanların ‘‘imkansız’’ görünen çözümlerde kendilerinden tavizler vererek uzlaşabileceklerini, birtakım siyaset üstü ve çıkarlar üstü akıllı insanların vatan için bir araya gelip, yine kendilerinden tavizler vererek ellerini taşın altına sokabileceklerini, bunun ‘‘bu zamanlarda’’ bile hálá mümkün olduğuna, bunun hálá olabileceğine inanıyorum.
* * *
Bu inancımı, bu çözüm önerimi ‘‘aptalca’’, ‘‘gerçeklerden uzak’’ bulabilirsiniz.
‘‘Gerçek’’ denilen şey bugün içinde bulunduğumuz durum ise mümkün olduğunca ‘‘gerçeklerden uzak’’ formüller aramakta yarar var aslında. Şu anda içinde bulunduğumuzdan daha ‘‘aptal’’ bir konuma gelebilmemiz de mümkün değil işin aslına da bakarsanız.
Ancak bir de ‘‘demokratlar’’ var. Yukarda sunduğum, daha önce nedenlerini anlatarak da üzerinde ısrar ettiğim çözümü ‘‘anti-demokratik’’ buluyormuş bunlar, hep öyle söylüyorlar.
Kendilerinin demokratik çözüm olarak sundukları şeyler yıllardır vatanı yiyip bitirmiş, insanları aç bırakmış, işsiz bırakmış, toplumda sisteme inanç kalmamış, meşruiyetler sorgulanır hale gelmiş, onlar hálá daha bu oyunlarında ısrarlılar.
Aslında tek tek isim verip polemiğe de girilebilir bunlarla da, bu bir vakit kaybı, hem okuyan hem de yazan açısından bir zaman israfı olurdu bu.
* * *
Onun için ben başka bir yolu deniyorum bir süredir.
Onların argümanını kabul eder gibi görünüyorum, ben de onlar gibi ‘‘demokrat’’ oluyorum.
Ve diyorum ki eğer biz demokrat isek halkın iradesi konuşacak, bunu koşulsuz kabul edeceğiz, olaya bilimsel bakarsanız Türkiye'de geçilen bu dönemden sonra AKP dışında kimsenin iktidara gelebilmesi mümkün değildir, o nedenle ülkemizin bu partisini anlamaya çalışalım, onu iktidara taşıyan gücün analizini yapalım, özgür iradenin iktidara taşıyacağı partinin ülkenin önünü açabilmesi için ona yardımcı olalım.
O iktidarın başarılı olabilmesi için milletçe kilitlenelim arkalarında onlara yeni fikirler de üretelim.
Ancak beni zorla demokrat yapan demokratlar bu tür işlerden fazla hoşlanmıyorlar.
‘‘Şu okullar da olmasa bakanlığı ne güzel idare ederdim’’ diyen zamanın Milli Eğitim Bakanı gibi bu demokrat arkadaşlar.
Kendi istemedikleri insanları iktidara taşıması muhtemel olan seçime pek sıcak bakmıyorlar.
Daha şimdiden iktidara gelebilecek partinin rejim için ne tür tehlikeler yaratacağını konuşmaya başladılar.
Yıllardır entrikaya kaşarlanmış kafaları daha şimdiden özgür irade sonucu gelecek bir iktidarın altını oymaya başladı.
Daha işin de başındayız üstelik. Daha durun bakın bundan sonra ne kampanyalar başlatılacak, neler söylenecek, yazılacak. Ne fantastik olaylar olacak.
Bunun ilk ipucu da geldi aslında. AKP yöneticilerinin eşlerini gündeme getirip, başı bağlı kadınların Türk devletinin imajına yakışmayacağı söylenmeye başladı etrafta.
İnsanların özel yaşamlarına böylesine saldırmanın ayıp olduğunu anlatmaya kalkışmanın bir yararı yok nasılsa, bunun bizim memlekette anlaşılması pek kolay değil, görünen o.
Ve dahası örneğin olası bir Türkiye başbakanının eşi başını bağlarsa bunun Avrupa Birliği'ne alınmamızı nasıl engelleyeceği konusunda bir teorik yaklaşım da yapılması katiyen mümkün değil işin aslına da bakarsanız.
Ben bunları geçiyorum ama şunu da herkese hatırlatıyorum. Eğer ‘‘eş durumundan’’ işe girecekseniz o zaman 20 yıl öncesinden başlayarak bütün eşlerin bir dökümünü yaparız, hangi eş ne zaman nasıl davrandı, perde arkasında neler yaptı onları dürüstçe ve ilk kez anlatırız, sonra da ‘‘Acaba hangi eş tipi devlet yönetimine daha çok yakışıyor’’ sorusunu sorup sıkı bir hesaplaşmaya da gideriz.
Bunu aslında kimseye tavsiye etmiyorum, dolayısıyla da eş durumu polemiklerinden de şu aralar vazgeçilmesini tavsiye ediyorum.
* * *
Anlayacağınız, sevgili okurlar, bizim demokrasi teorisyenlerimiz hafiften fırıldaklar da.
Kendi istedikleri olduğu sürece demokrasiye áşıklar, olmadığı zaman ise demokrasiye zarar verebilecek her girişimi sonuna kadar destekliyorlar.
Kendi yaşamlarındaki bu çelişki onları rahatsız da etmiyor.
Bu memlekette uygulandığı biçimiyle demokrasi tam bir başarısızlıktır, gelin bu sistemi baştan aşağıya düzeltmek için ara verelim diyorsunuz, kızıyorlar.
Tamam peki o zaman demokrasiye saygı duyun diyorsunuz, onu da pek kabul etmeye niyetli değiller.
Açıkça söylemek gerekirse bu arkadaşlara üzülüyorum ama onlara ne gibi bir tavsiyede bulunabileceğimi de bilemiyorum.
Ve tekrar ediyorum. İdeal çözüm vatanı kurtarmaya soyunan bir ‘‘teknokratlar hükümeti’’dir.
İdeali kabul etmiyorsanız ve demokraside ısrarlıysanız, o zaman da Türkiye'nin geleceğini kurtaracak tek çözüm aşırıya kaçma eğilimleri toplumsal baskıyla törpülenecek, ekonomik tedbirler açısından teknokratlar ve Derviş ile desteklenecek, psikolojik savaş ile yıpratılmayacak bir AKP iktidarıdır.
Dünya buna hazırdır, Türkiye de hazır olmalıdır, başka çare gözükmemektedir.
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2002
<B>TÜRKİYE'</B>nin durumunda olan bir ülkede olabilecek en büyük tehlikelerden bir tanesi siyaseti alışılan kalıplar içinde düşünmekte ısrar edilmesidir. Ülke zaten büyük bir kısırdöngü içindedir, neredeyse büyük bir sosyal bataklık oluşmuş ve bu herkesi içine çekmeye devam etmektedir.
Aynı içgüdüsel tavırlarla aynı şeyleri tekrarlayarak, safları buna göre belirleyerek atılacak adımlar aynen bataklığa düşen bir insanın çırpınmalarının yol açtığı kesin ölüm gibi bir sonuca götürecektir bizleri.
Bunu görelim ve Türkiye için, ülkemizin geleceği için hayal kurma zamanının artık kapıya dayandığını bilelim, hayaller üretelim memleket için.
***
Yarın büyük ihtimalle Kemal Derviş Türkiye'ye dönecek ve bazı adımlar atacak.
Ben onun atacağı bu muhtemel adımların hem kendisine hem de daha önemlisi Türkiye'ye zarar vereceğinden korkuyorum.
Tartışılıyor her yerde, Yeni Türkiye'ye mi destek verecek, CHP'ye mi diye. Birçok senaryo var ortada.
Peki ama ben şimdi sormak istiyorum: Derviş'in AKP'ye destek vereceği bir Türkiye üzerinde neden kimse düşünmek istemiyor ki?
Biliyorum fikri bile otomatikman ‘‘itici’’ geliyor değil mi birçoğunuza.
Ama işte bu otomatik tepkiler yüzünden zaten büyük sorunlarla karşı karşıyayız.
Kafamız hep ‘‘olması gerekenler’’ ile sınırlandırılmış durumda, bunların neden hep böyle olması gerektiğini de sorgulayamıyoruz.
Bunu bizler yapmadıkça da hep aynı sorunlar, gerginlikler kapımızda duruyor ve biz hep olduğumuz yerde sayıyoruz.
***
Evet, ben Türkiye için olabilecek en güzel gelişmenin Kemal Derviş'in AKP'ye destek vereceği bir ortamda yeşerebileceğini düşünüyorum.
Böyle bir şey aslında Türkiye'nin önünü bir anda açan ve birçok dinamizmi de beraberinde taşıyan bir adım olurdu.
Ha, bazı duyarlılıklar aşılamaz, bu mümkün değil deniliyorsa Kemal Derviş yarın ülkeye dönünce bence yapacağı en hayırlı iş ‘‘Kim iktidara gelirse, onunla çalışırım’’ deyip teknik görevine devam etmesidir.
Çünkü bu da zaten fiilen birinci ‘‘hayal’’ senaryosunun hayata geçirilmesi anlamına geleceğinden büyük bir şey de fark etmeyecektir.
***
Böyle bir olasılığın Türkiye'nin önünü neden açacağını düşündüğümü açmalıyım.
Türkiye'yi sarmış olan hissiyatları iyi ‘‘okumak’’, sinyalleri almayı bilmek gerekiyor.
Nedir bunlar? Sayalım:
İnsanların en önemli ve belki de tek sorunu yoksulluktur, açlık korkusudur, işsizliktir. İnsanlar geride bırakmaya çalıştığımız bu iktidar döneminde olan biteni sadece kendi yoksulluklarının penceresinden bakarak değerlendirmekte ve kurulan sisteme ucundan olsa bile sahip çıkmış olan bütün partilerden öç almaya hazırlanmaktadırlar.
AKP, ‘‘Öteki Türkiye’’nin hissiyatlarının aktığı kanal olmuştur. Bu partimiz de gücünün kaynağını iyi değerlendirdiğinden kendileri için önemli olabilecek başka konuları, özellikle yaşam biçimlerine yönelik tartışmaları belirleyici unsurları olarak ön plana çıkarmamışlardır. Bu, Türkiye ve hatta dünya açısından çok önemli bir gelişmedir.
Kemal Derviş bir semboldür. Yalancılardan, sahtekárlıklardan, ayak oyunlarından bıkmış olan insanlar, kendilerine kısa dönemde daha da ağır yükler bindiren ekonomik tedbirlere bile komuta ‘‘güvendikleri’’ bir insanın elinde olduğu sürece katlanmaya hazır olduklarını Derviş'e yöneltilen güven ile duyurmak istemektedirler. Kemal Derviş aslında hákim siyasi partilerden duyulan tiksinti nedeniyle istenilen ama kurulması mümkün olmayan teknokratlar hükümetini kendi varlığında yaşatan güvencedir.
Türkiye 28 Şubat sürecini artık geride bırakmak mecburiyetindedir. Bu süreci başlatan hissiyatlar haklı nedenlere dayanmaktaydı ancak Türkiye'de olan bitenler, 28 Şubat adına yapılan işler, süreci başlatanların kendisine bile zarar verecek duruma gelmiştir. 28 Şubat'ın açlık, sefalet, bitip tükenmek bilmeyen krizler, siyasette ilkesizlikler, gece kulüplerinden naklen yayınlanan televoleci programlarda söylenen 10'uncu Yıl Marşlarıyla özdeşleşmiş olması bizim toplumda kolay kolay olmayacak yeni bir durumu da ortaya çıkarmış, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kendisini de zedeleyebilecek noktaya gelinmiştir. Ben TSK'nın 28 Şubat sürecinin bu şekilde dönüşümlere uğrayarak toplumu tüketmeye başlayabileceğini göremediğine, görmüş olsaydı bu işe böyle girişmeyeceğine ve şimdi onların da süreçten makul bir çıkış yolu aradıklarına inanıyorum.
Türkiye'deki bu gerginliği çözme, toplumu tekrar rahatlatma görevi AKP'nindir. Çünkü onların reddederek içinden geldikleri gelenek, zorlamacı, otoriter tavırlarıyla toplumu karşılarına almış ve 28 Şubat sürecinin başlamasına neden olarak Türkiye'ye büyük kötülük yapmıştır. Türkiye'nin bu hesaplaşmayı o geleneğin içinden gelen, oradaki deneylerini olumlu tavırlara dönüştürdüğü izlenimini veren insanlarla yapması gerekmektedir. Bunu yapmak AKP'nin Türkiye'ye bir borcudur ve gerçekçi olmak gerekirse bu hesaplaşma onlar tarafından yapılmadan, Türkiye de bu partinin normal bir iktidar sürecini geçirmeden, bu ülkede ‘‘normale’’ hiçbir zaman dönülmeyeceği de kesindir.
Dolayısıyla da Kemal Derviş ve arkadaşlarının teknisyen olarak yer aldıkları bir AKP iktidarı bence Türkiye'nin kurtuluşunun önündeki tek yol olarak gözükmektedir.
Yazının Devamını Oku 28 Temmuz 2002
<B>1984-86 </B>arasında tam bir takıntı halinde bilimkurgu okumaya başlamıştım. Öylesine sardırmıştım ki okumaya, bir ara işi filan da bıraktım.
O aralar Hürriyet Ankara büroda ekonomi muhabiriydim ve gayet tabii ki yine müdürüm Ertuğrul Özkök idi.
Öyle anlaşılıyor ki onun müdür olarak bulunduğu yerlerde bulunmak gibi bir takıntım da var benim, bu ast-üst ilişkisindeki istikrarlı sürekliliği başka türlü açıklamak mümkün değil bence.
Belki de üst olarak başka bir insanın beni çekmesi mümkün olmadığı gerçeğinin de bu süreklilikte payı olabilir, şimdi düşünüyorum da.
Düşünsenize, muhabirim ve her gün gazeteye düzenli olarak geliyorum ama hiç haber yazmıyorum. Büronun bir köşesinde ha bire bilim kurgu romanlarını deviriyorum birbiri ardına.
Üç ay mıdır beş ay mıdır, şimdi unuttum hiç sesini çıkartmadı Ertuğrul Özkök bu duruma.
Sinir krizimin geçmesini bekledi, gerçi krizim geçmedi ama ara verdi, bu aralarda da haber yazdım ben.
*
Neyse diyeceğim o ki bilimkurgu literatürüne hákimiyetim vardı bir aralar, hálá da ekolleri ucundan takip etmeye çalışırım.
Bütün o muhteşem yazarlar arasında bir tanesi, Philip K. Dick, son derece çekiyordu beni.
Olağanüstü bir hayal dünyası vardı adamın.
Şimdi bilimkurgu yazarı söz konusu olduğundan belki de siz ‘‘Ne var bunda onların hepsi olağanüstü hayal gücüne sahiplerdir’’ diyeceksiniz.
Genelde haklı da olursunuz bu şekilde tepki göstermekte ama bu sefer durum başka.
Philip K. Dick'in romanlarında insanı gerçekten şaşırtan, ürperten bir hayal gücünün sonuçlarını görebiliyordunuz.
Karanlık dünyaları, paranoyaları anlatıyordu o.
İnsanı okurken ‘‘Olamaz bu kadar da’’ diye bağırtacak kadar tuhaf şeyler anlatıyordu yazılarında.
Çok güçlü bir kalemi vardı bence ve bu yüzden de insanı kurduğu tuhaf dünyaların, garip ilişkilerin, acayipliklerin içine bir anda bataklık gibi çekiyor, okuyucuyu karanlık dünyalarda bir anlamda boğuyordu da.
*
Çok sonraları anladım yazısının temelindeki esrarı.
Olağanüstü düzeyde uyuşturucu kullandıktan sonra yazarmış yazılarını.
Bir anlamda uyuşturucunun etkisiyle hayaline düşen halüsinasyonları, kendi paranoyaları ile yoğurup yazmasının sonucuymuş o satırlar.
Bunu öğrenmek beni bir anlamda rahatlatmıştı da, çünkü tamamen sağlam kafayla yazılmış olsaydı o yazılar, onu başarabilenden işte o zaman korkardım.
Hayatını okuyunca kişisel paranoyalarının temelini de biraz anladım sanıyorum.
O doğduğunda anne ve babası açıklaması tam verilemeyen nedenlerden dolayı onu yeterince beslememişler.
Bebek az daha açlıktan ölecekmiş, son anda kurtarmışlar.
Annesi tamamen ilgisiz kalmış bebeğe. Babası ise birçok hastalıklarının yanı sıra virüs fobisi olan bir insanmış, bu yüzden de Philip K. Dick'i neredeyse okul yaşına kadar hapishaneyi aratacak bir yaşama mahkûm etmiş.
Philip K. Dick de kısacık yaşamında hep ruhsal bunalımlarla mücadele etmiş.
Kamuya açık yerler fobisi olduğundan neredeyse hep kapalı yaşamış, amfetamin bağımlısı olmuş, bu da paranoyalarının dozunu artırmış.
Ama bu arada da 36 roman 130 kısa hikáye yazmayı başarmış.
Bütün bunlar yaşanırken bir de üstüne üstlük tam beş kez evlenmeyi başarmış.
Ve bu kadar yazmasına rağmen hayatı boyunca hiç parası olmamış, hep açlık sınırında dolaşmış durmuş.
*
Bütün bunları neden gündeme getirdiğime gelince.
Son zamanlarda Philip K.Dick Hollywood'un en sevdiği romancı haline geldi.
Tom Cruise'un oynadığı Spielberg tarafından çekilen ‘‘Minority Report’’ onun bir kısa hikáyesinden yola çıkılarak yapıldı.
Hatırlayacaksınızdır, bu büyük yazarı Hollywood'un ilk keşfi Harrison Fırd'un oynadığı ‘‘Blade Runner’’ filmiyle olmuştu, o da onun bir romanından yola çıkılarak çekilmişti.
Spielberg'in filminin başarısından sonra Philip K. Dick'in toplu eserlerinin yeniden yayınlanmasına karar verildi.
Ayrıca birkaç film projesi daha varmış onun kitaplarına dayanan.
Ölümünden 20 yıl sonra ona gelen bu gecikmiş şöhret beni keyiflendiriyor.
Birazcık da çok önceden keşfetme şansına sahip olduğum için onu, hafiften övünüyorum da kendimle galiba.
İlgi büyük ama Hollywood aynı zamanda onun karanlık vizyonundan korkuyor, filmlerini onun kitaplarındaki sonlarla bitirmeye çekiniyor.
Örneğin Cruise'un filminde iyiler kazanıyor, halbuki filmin dayandığı hikáyenin sonunda kötüler bildiklerini okuyorlardı.
Anlayacağınız Philip K. Dick'in karanlık dünyasının kitlelere biraz fazla geleceğini düşünüyor galiba film yapımcıları ki haklı da olabilirler yani.
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2002
<B>GAZETEDEN </B>akşam saatlerinde çıktığımızda arabaya atladığımız gibi <B>‘‘ait olduğumuz’’</B> coğrafi mekánlara doğru hareket ederiz. Arabanın hızla geçtiği ‘‘aradaki yol üzerinde’’ iki tarafta da yüz binlerce birbiri üzerine yığılmış ev, soluk ışıklarıyla durur hep.
O yan yollardan herhangi bir tanesine saptığımızda anında kaybolacağımız da kesindir hepimizin.
Açıkça söyleyelim, bunu itirafta bir sakınca yok, köşe yazarlarının hemen hiçbirinin tanımadığı, gazete üst yöneticilerinin bilmediği ‘‘yaşamlar’’ vardır bu ara sokaklarda.
Bu başkalarına yönelik bir eleştiri değil, başta kendimle ilgili söylüyorum bu dediklerimi.
Bizim gerçekliğimiz ile asıl o sokaklarda gerçek yüzüyle temsil edilen Türkiye'nin ağırlıklı gerçeği çok farklı.
Çünkü asıl dinamik o arada atlayarak, hızla geçmek zorunda olduğumuz ve sadece arabanın camından uzaktan gördüğümüz yerlerde yatmaktadır.
Durum böyle olunca da yazılan yüzlerce yazının, çıkan binlerce haberin, siyaset adına söylenen onca lafın fazla da anlamı kalmıyor aslında.
İki paralel gerçeklik aynı anda yaşandığından bizim söylediklerimiz, anlattıklarımız, diğer gerçekliği yaşayanları fazla alakadar da etmiyor.
Sonuçta bu memlekette siyaset de, gazetecilik de kaçınılmaz olarak çok kısıtlı bir ‘‘tüketici kitlesine’’ yönelik olarak yapılıyor, laflar, yazılar onlara göre üretiliyor.
Bir anlamda kendimiz söyleyip, kendimiz dinliyoruz, kısırdöngü içindeyiz.
* * *
Bireysel bir karar verip de ‘‘Buralar da nedir, neler olup bitiyor bu soluk ışıklı evlerin sokaklarında’’ diye anlamaya yönelik adımlar atmanın da bir faydası yoktur bu aşamada.
‘‘Öteki’’ni tanımanın, anlamaya çalışmanın zamanı artık geçmiştir, geç kalınmıştır, onlardan kopulmuştur .
Ortak bir söylemde birleşmenin, birbirinizi anlayabilmeniz, birbirinize sıcak bakmaya, konuşmaya başlayabilmeniz de mümkün değildir şu saatten sonra.
‘‘Bölünmüş’’ Türkiye'yi tekrar ‘‘Tek bir ülke’’ yapmaya birey olarak kimsenin gücü yetmez.
Bunun için çok daha güçlü, radikal kararları alacak, ülkenin gerçeklerinden korkmayan ve öncelikli olarak da o ezilmiş insanların sorunlarını çözmeye niyetli büyük bir siyasi dalga gerekmektedir.
Tanımlamaya çalıştığım bu bölünmüşlük durumu çok tehlikelidir, içinde müthiş bir gerginlik potansiyeli taşımaktadır ve bu sorunumuz halledilmediği takdirde ülkenin hiçbir sorununun halledilmesi de mümkün değildir.
* * *
ANAP, DYP, DSP, CHP ve Yeni Türkiye'de yer alan insanların hemen hepsi ‘‘varoş’’ adı verilen ve adı bile aslında düşünen bir insana acı vermesi gereken bu toplum kesimini tanımazlar.
Türkiye'nin asıl belirleyici gücü ile ilgili tek fikirleri İçişleri Bakanları veya polisin raporlarından okuduklarıyla sınırlıdır.
Bu partilerin başkanlarının bahsettiğim yerlerden arabayla hızla geçmeye bile cesaretleri yoktur.
MHP bu ezici çoğunluğun sadece içgüdüsel tepkilerine cevap verebildiği için hálá daha ayaktadır.
İçgüdüsel tepkilere dayanan politikaların sağlıklı olamayacağı da gayet tabii ki kesindir.
Şimdilerde bir tek AKP bu ‘‘Öteki Türkiye’’de çalışmakta, onlardan sinyaller almakta, onlara sinyaller yollamakta ve onlara sahip çıkmaktadır.
Aslında çok da iyi yapmaktadır bu tavrıyla ve işe rasyonel bakarsanız AKP bu muazzam kitlenin haklı öfkelerini sistem içinde tuttuğundan, onlara değişimi başka yollarla vaat ettiğinden, hayatlarında bir küçük güzellik olabileceği umudunu ayakta tutabildiğinden bugün iktidara yürümektedir.
Son aylarda düşünme yeteneği iyice erozyona uğrayan TUSİAD'ın AKP ile ilgili olarak kábus senaryoları yazmakla uğraşmak yerine meseleyi biraz daha derinden incelemeye başlamaya acilen ihtiyacı vardır.
‘‘AKP’’ sisteme bir tehlike değil, sistemin bir teminatıdır, çünkü öfkesi patlama noktasına gelmiş kitlelere doğru yanlış bir çıkış yolunu göstererek, yapılması gerekeni yapmaktadır.
Türkiye sadece 6 milyon insandan ibaret değildir.
Zaman zaman ben de keşke nüfusumuz o kadar olsaydı diye düşünebilirim ama en azından fikir düzeyinde birçok insan gibi geride kalanlar gerçekten yokmuş gibi davranmam mümkün değildir.
Türkiye'de sistemin resmi söylemcilerinin hayati hatası geride kalan bu kesimi tamamen yok saymalarından kaynaklanmıştır.
Onların ‘‘var olduğu’’ seçim sonucuyla ortaya çıkacak ve Türkiye üzerinden büyük gerginlikten kurtulma yolundaki ilk adımı bence bu seçimle atacak.
* * *
Türkiye'de seçimin sonucunu ‘‘öfke’’ belirleyecek. Maalesef gerçeklik bu.
Benim bu gerçekliği doğurtan, memleketi bu kilitlenmeye mahkûm eden partilere, liderlere kızgınlık duymam bu nedenledir.
Ülkenin geleceğini belirleyecek söylemi elimizden kaçırttılar bize, medya da toparlayamıyor bu söylemi.
Çünkü doğruları söylesek de, öfkeli büyük kitle dediklerimizi farklı şekilde ‘‘okuyor’’, her yazılana çizilene farklı anlamlar yüklüyor.
Öyle bir duruma geldik ki, örneğin bugün Hürriyet çıkıp da AKP'yi desteklemeye başlasa partinin oyları düşmeye başlayacak, iki Türkiye arasındaki diyalog o kadar kopmuş durumda, algılamalar o kadar farklı ‘‘öteki’’ tarafta anlayacağınız.
Bu anormal durumun düzelmesi, söylemlerin normalleşmesi, diyalog kanallarının tekrar açılması gerekiyor.
Seçimle atılacak bunun ilk adımı, bunun başka bir yolu yok gözüküyor.
‘‘Öfke’’ oylarıyla öcünü alacak, ders verecek biraz, sarsıntılar da olacak ama bana sorarsanız her şey ülke için de uzun dönemde iyi olacak. En azından böyle umuyorum.
Yazının Devamını Oku