Yunan mitolojisinde Knidos Antik Kenti’nin ‘olağanüstü nitelikler taşıyan ülke’ diye betimlenmesi boşuna değil. Ege ve Akdeniz’in birleştiği noktada, Datça Yarımadası’nın ucunda, Tekir Burnu üzerindeki Knidos, Batı Anadolu’nun önemli kıyı kentlerinden biri. Kökeni Dorlara kadar uzanan antik kentin en parlak dönemi Helen kültürüyle tanıştığı zaman olmuş.
Hem önemli bir ticaret hem de bir kültür-sanat merkezi olan Knidos’ta tarihin en eski tıp okulları kurulmuş. Zamanında İstanköy Adası ve Bergama ile üç önemli tıp merkezinden biri olan Knidos, bitkiye dayalı tedavileriyle ünlenmiş. Rivayete göre 500 yıl önce, İspanyol korsanlar kendilerini korumak için cüzzamlı hastaları Datça’da denize atmışlar. Ama mucize bu ya; “Ölecek” dedikleri cüzzamlılar karaya çıkıp teker teker iyileşmiş ve sağlıklarına kavuşmuşlar. Bugün siz de merkezden 35 km uzaktaki limanın berrak suyunda yüzebilir, sonra da Knidos Feneri’nde günbatımının tadını çıkarabilirsiniz.
Herkesi cezbediyor
Datça kıyılarını tam 52 koy süslüyor. Muğla’nın bu şirin ilçesinin Ege’ye bakan tarafında Gökçeler Bükü, Küçük Çatı, Çatı, Kızılağaç, Alavara, Çakal, Damlacık, Mersincik ve Murdala gibi sahiller var. Akdeniz tarafındaysa Palamutbükü, Akvaryum, Akçabük, Kurubük, Ovabükü, Hayıtbükü, Kızılbük, Domuzbükü, Kargı, Karaincir, Sarı Liman, Karabük, Çiftlik, Kurubük ve Lindos’un turkuvaz sularını keşfedebilirsiniz.
Datça restoran ve kafelerle süslü sahil şeridi, eski çarşısı, bal ve badem başta olmak üzere doğal ürünler satan dükkânları ve Datça Limanı ile uyum içindeki amfitiyatrosuyla her yaştan ziyaretçiyi cezbediyor. Akşamları merkezde ve Eski Datça’nın sokaklarında sakin ya da eğlenceli keyfinize göre bir köşe bulabilirsiniz.
Son yıllarda açılan kafeler ve tasarım dükkânlarıyla renklenen Eski Datça’nın papatya, kekik, adaçayı ve begonvillerle süslü sokaklarında, taş evlerin arasında gezinirken aklınıza gelecek ilk isim Can Yücel olacak. Dantel gibi kıyılara tepeden bakan Eski Datça’daki Can Yücel Evi ölüm yıldönümünde ziyarete açılıyor.
Gitmişken Hızırşah Kilisesi’ni de gezi listenize ekleyin. 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında eski bir kilisenin üzerine inşa edilen yapı Batı Anadolu geç dönem kilise mimarisinin özelliklerini taşıyor. Merkeze 2 km uzaklıktaki Burgaz Ören Yeri ise bazı araştırmacılar tarafından ilk Knidos olarak değerlendiriliyor.
Hayatta bir kez gidilmesi gereken yerler listesi yapılsa ilk sıraya Peru’yu koyarım. Peru, Türk vatandaşlarına 90 günü aşmamak kaydıyla vize muafiyeti uyguluyor. Türkiye’den direkt uçuş olmadığı için Panama ya da Kolombiya üzerinden aktarmalı gidiliyor. Biz kalabalık bir tur grubuyla Kolombiya’ya uçup Bogota’da konaklayarak bu kenti gezdikten sonra Peru’ya geçtik; Panama’dan da döndük. Bu yazıda, turun sadece Peru bölümünü sizinle paylaşacağım.
Titicaca Gölü çevresinde MÖ 20000’lerden itibaren yaşam izleri olsa da Peru’nun yıldızını 1200’lerde Kral Manco Cápac tarafından kurulan İnka uygarlığı parlatmış. 1532’de İspanyol kâşif Francisco Pizarro, İnka Kralı 13. Sapa Inca Atahualpa’nın 40 bin kişilik dev ordusunu 180 askerle yenip İnkaların sonunu getirmiş. İspanyollar pek çok şeyi yanlış anladıkları gibi nehir anlamındaki Pelu kelimesini de yanlış anlamış ve ülkenin adını Peru koymuşlar.Lima
Olağanüstü güzel katedral
Günümüz başkenti, İspanyollar tarafından kurulan Lima. İnka İmparatorluğu’nun başkentiyse Cusco… Geziye buradan başlıyoruz. Şehrin İnka döneminde inşa edilen binalarını, hiç sıva kullanmadan örülmüş devasa taşların özel bir kilit sistemiyle birbirlerine kenetlendiği mimarisinden ayırt etmek mümkün. Binaları sıvayla İspanyollar tanıştırmış. İspanyolların inşa ettiği binalar depremlerde yıkılmış ama İnkaların sağlam yapıları hâlâ dimdik ayakta, tarihe meydan okumaya devam ediyor.Cusco
Arnavutkaldırımlı dar sokaklarıyla, kolonyal mimarinin özgün örneklerinden oluşan balkonlu binalarıyla zamanın durduğu izlenimi veriyor burası. Sanki sokak aralarından her an bir İnka savaşçısı çıkacakmış hissiyle geziyoruz. Andlar’ın ortasındaki konumuyla çevresinde çok sayıda turistik doğal güzelliğin yanı sıra Machu Picchu’ya yolculukların başlangıç noktası olması Cusco’yu dünyaca meşhur bir şehir haline getirmiş.
Cusco’da ziyaret ettiğimiz yerlerden ilki Plaza de Armas. Meydandaki olağanüstü gösterişli katedralin sadece mihrabının süslemesinde 1.200 ton gümüş kullanılmış. Katedraldeki İsa betimlemeleri, yerel halkın ten renginde yapılmış. Eğer yerel halkla kaynaşmak istiyorsanız en iyi adres Cusco San Pedro Pazarı. Katedralden sonra tüm günü geçirebileceğiniz pazarda hem kültürel doku hem de dünyanın yıldızı olma yolunda emin adımlarla ilerleyen Peru mutfağı hakkında pek çok bilgi edinebilirsiniz. Ayrıca Güneş Tanrısı Inti adına yapılan Coricancha Güneş Tapınağı, Sacsayhuaman Kalesi ve ‘Amerika kıtasının Sistine Şapeli’ olarak anılan San Pedro de Andahuaylillas Kilisesi’ni de gezilecekler listenize yazın.
Yazlık mı askeri kamp mı?
Peru denince akla gelen dünyanın yeni 7 harikasından biri olan, UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki antik İnka şehri Machu Picchu, And Dağları’nın bir zirvesinde. Cusco’dan buraya özel gezi trenleri çalışıyor. 1,5 saat etrafı gezerek çıkıyoruz. 2 bin 300 metrelerdeki kentin kurucusu İnkalı hükümdar Pachacutec Yupanqui. Kimilerine göre yazlık sayfiye yeri, kimilerine göre askeri dinlenme kampı gibi amaçlarla bu yükseklikte kurulmuş. İspanyol istilacılar 1532’de burayı gözden kaçırmışlar neyse ki ve bu sayede zarar görmemiş. Yüzyıllar boyunca doğanın emin ellerine teslim olup 1912-1913’te ABD’li arkeolog Hiram Bingham tarafından keşfedilmiş. Ve o günden sonra da dünyanın gözdelerinden biri olmuş.
Dillerin, lehçelerin, geleneklerin ve kültürlerin harmanlandığı bir şehir Mardin. Büyülü atmosferiyle sizi hemen etkisi altına alabilir. Sokaklarında yürüyüş yapmanın tadını sonuna kadar çıkarabilirsiniz. Şehrin adının Süryanicede ‘kaleler’ anlamına gelen ‘merdin’ sözcüğünden türediği söyleniyor. Asurlulara ev sahipliği yapan Mardin 640 yılında Arapların himayesine geçmiş. Defalarca Moğolların saldırısına uğramış ve 1517’den sonra Osmanlı hâkimiyetine girmiş.Mezopotamya Ovası’na bakan evler, eğimli tepeler üzerine kurulmuş.Dar sokakları araç trafiğine kapalı.
Benzerlerine başta Niğde ve Kayseri olmak üzere Orta Anadolu’da da rastlayabileceğiniz taş evler bölgede bolca görebileceğiniz, kolay işlenebilir sarı kalker taşından yapılmış. Bu evlerin en önemli özelliği sıva kullanılmadan inşa edilmiş olmaları. Sarı kalker taşı sayesinde yazın serin, kışın sıcak oluyorlar. Mezopotamya Ovası’na bakan tarihi yapılar kot farkı nedeniyle de kat kat inşa edilmiş.
Ve çok ilginçtir ki Mazı Dağları’nın güney yamacındaki evlerin konumlarını birbirinin üzerine gölge düşürmeyecek şekilde, saygıyla planlamışlar. Ancak şehrin dar sokakları ve yokuşları araç trafiğine izin vermiyor, çöpleri taşımak da belediyenin kadrolu işçileri eşeklere kalıyor.
Kartal Yuvası’na çıkın
1942’de kurulan Mardin Müzesi, sadece eser varlığıyla değil, hem kütüphanesiyle hem de çocuklara tarihi ve arkeolojiyi sevdirmek için kurulan Arkeopark ile çok ayrıcalıklı bir adres. Çocuklar bu parkta ‘İlk ateş nasıl yakıldı, yazıyı kim icat etti, çivi yazısı nasıl yazılır, ekmek nasıl yapılırdı, toprağın altında neler var, arkeolog kimdir’ gibi konuları öğreniyorlar.
Bu tarihi kentin her konağı, her camisi ayrı bir hikâye anlatıyor. Tümünü hakkıyla yazmaya sayfalar yetmeyeceği için Mardin seyahatinizi planlarken görülecekler listenize eklemeniz gereken durakları kısa kısa anlatacağım: Artuklular döneminden kalma, Anadolu’daki en eski camilerden olan Mardin Ulu Cami, 1176’da iki minareli olarak inşa edilmiş. Fakat günümüze dek sadece tek minaresi ulaşmış. 1214’te yapılan Şehidiye Camisi, Melik Mahmut Camisi, Latifiye Camisi ve Necmeddin Camisi de listenizde olsun.
Hayranlık duyulacak bir taş işçiliğinin ürünü olan, 1890’da Şatana ailesi tarafından inşa edilen tarihi ev, 1950’den itibaren postane olarak kullanılmış. Günümüzdeyse Artuklu Üniversitesi’ne devredilmiş.
Kartal Yuvası dedikleri Mardin Kalesi şehre tepeden bakmak için ideal konumda. Evliya Çelebi bile bu kaledeki bolluk ve bereketi ballandıra ballandıra anlatmış.
1. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı devletinin 1918 Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalamasının ardından topraklarımız işgale uğradı. Sonrasında başlayan Kurtuluş Savaşımız, İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve İzmir’i işgal eden Yunanlara karşı yapılan destansı bir istiklal mücadelesiydi... Bu şanlı mücadelenin sonunda 29 Ekim 1923’te ilan edilen Cumhuriyetimiz bu yıl 100’üncü yaşını kutluyor. Bağımsızlık düşüncesiyle inşa edilen Türkiye Cumhuriyeti, istiklal mücadelemizi zafere ulaştıran birlik ve beraberlik ruhunun tacı ve en büyük eseri olarak bir asrı geride bırakıyor. Kutlamalar tüm yurtta coşkuyla yapılırken bu mücadelenin temel taşlarının döşendiği kimi kentlerimizde ziyaret edenlerin göğsünü kabartacak ya da gözlerinin nemlenmesine neden olacak öyle hatıralar, öyle müzeler var ki… Ekim ayı boyunca bu kentlerimize yolunu düşürmek ve ziyaret etmek isteyenler için bir rehber hazırladık. 100’üncü yılında Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun.
Birinci milli kongre anısına...
SİVAS
4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında gerçekleşen Sivas Kongresi, Anadolu’nun pek çok yerinden katılan temsilciler sebebiyle milli bir kongre oldu. Aslında genel olarak Erzurum Kongresi’nde alınan kararların genişletilmesi amacıyla yapılan kongrede bölgesel direniş gösteren müdafaa-i hukuk cemiyetleri, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında bir araya getirildi.
Sivas’ta ilk durağınız Atatürk Kongre ve Etnografya Müzesi olmalı. İnönü Bulvarı üzerindeki bina bir süre Milli Mücadele Karargâhı olarak kullanılmış. Binanın zemin katı Etnografya Müzesi, üst katı Atatürk ve Kongre Müzesi. Müzede; Tarihi Kongre Salonu’nu, Atatürk’e ait dinlenme ve çalışma odasını, telgraf odasını, Sivas Kongresi ile ilgili belgelerin olduğu salonu, İrade-i Milliye gazetesinin basıldığı matbaa makinesini görebilirsiniz.
Sivas’a gittiyseniz elbette Orta Anadolu’nun en büyük arkeoloji müzesi olan Sivas Arkeoloji Müzesi’ni ve UNESCO tarafından ‘Dünya Kültür Mirası’ listesine alınan Divriği Ulu Cami ve Darüşşifası’nı ziyaret ederek Sivas gezinizi taçlandırabilirsiniz.
Batı cephesi kuruldu
Ülkemizdeki gezginlerin yeni gözdesi turistik gemi yolculuğunun en çarpıcı yanı ne biliyor musunuz? Her sabah ayrı bir coğrafyada uyanmak… Gemi yolculuğu 19’uncu yüzyıldan beri turizm sektöründe önemli bir rol oynuyor. Geçmişte sadece üst düzey gelir grubuna hitap ediyordu bu gemiler. Ancak sayılarının ve yolcu kapasitesinin artması fiyatları kısmen de olsa düşürdü. Bavul toplamadan hep aynı yatakta uyumak, her gün ayrı yerde uyanmak gemi yolculuğunu cazip hale getiriyor, hele gittiğiniz coğrafya Norveç Fiyortları gibi eşsiz doğa manzaraları sunuyorsa...
Troller her yerde
Gemiyle yaz yolculuklarında gece yatarken perdeleri sıkıca örtmek lazım. 1.30 gibi batan güneş, bir saat sonra geri dönüyor. Kışınsa sabah 10.00 gibi aydınlanan hava, 15.00’te kararıyor. Geceler uzun ve karanlık olunca Vikinglerin torunları da masallarda bulmuşlar mutluluğu. Norveçlilerin meşhur Trolleri var. Masallara göre yüksek dağlar, derin vadiler ve ormanlarda yaşayan bu yaratıklar kimine göre sevimli, kimine göreyse hayli çirkin. Öyküleri yüzyıllar boyu kuşaktan kuşağa aktarılmış, bugünse hediyelik eşya olarak her köşe başında.
Norveç belki de dünyanın en güzel ülkelerinden biri. Norveçlilerin çoğu bu bölgeye 8 bin yıl önce göç etmiş Nordiklerin kökeninden geliyor. Ülkede 40 bin civarında da Sami (Laponyalı) var ve çoğunlukla rengeyiği yetiştiriyorlar.
Bu güzel ülkenin kaderi 1969’da Kuzey Denizi’nde petrol ve gazın bulunmasıyla birlikte değişmiş. Böylece Norveçliler, gezegenimizdeki en yüksek kişi başına düşen gelire sahip olmuşlar. Bu arada, her ne kadar Schengen vizesiyle gidilse de Norveç AB’ye üye değil.
Türkiye’de de bir tane var
Fiyort dar ve derin körfez anlamına geliyor. İskandinav kökenli bir sözcük. Çoğu dile de böyle yerleşmiş. Buzulların 12 milyon yıl önce erimesiyle oluşan bir doğa olayı. Türkiye’de Sinop Hamsilos’ta da bir tane fiyort var. Norveç’in kuzeyine çıktıkçaysa doğa daha da coşuyor ve etrafta insanları bile gizleyen yeşili görüyorsunuz.
Vikingleri bilirsiniz, savaşçı adamlar ve bir o kadar güçlü, güzel kadınlardan oluşan istilacı bir millet. İşte onların yaşadığı yerlerden biri de İzlanda. Geçen ay bu masalsı Viking ülkesini ziyaret ettik. Tam uçağa binip döndüğümüz gün, başkentin
30 kilometre uzağındaki havalimanı yolu üzerinde Fagradalsfjall Yanardağı lav püskürtmeye başladı. Aslında aynı bölgede son iki yıl içinde üçüncü kez lav fışkırıyor. Yanardağın eteklerindeki üç çatlaktan her yöne akan lav 200 metrelik bir pınar oluşturmuş. İzlanda’da aktif 33 volkanik sistem var, yaklaşık 5 yılda bir patlama yaşanıyor. 2010’da Eyjafjallajökull patladığında Avrupa geneline yayılan duman yüzünden 100 binden fazla uçuş iptal olmuştu.
İzlanda’nın haritadaki yerini dünyanın tepesinde diye tarif edebiliriz. Grönland’ın güneydoğusu, İskandinavya ve Büyük Britanya’nın kuzeybatısında bir ada. 103 bin kilometrekarelik ülkede yaşayan insan sayısı yaklaşık 350 bin kişi. Avrupa’nın en seyrek nüfuslu ülkesi. Türkiye’den direkt uçuş yok ama bir aktarmayla ulaşabiliyorsunuz başkente. Biz Amsterdam aktarmalı gidip Zürih aktarmalı dönüşü tercih ettik saat uygunluğu sebebiyle. Uçağınızın ineceği Keflavik Havalimanı başkentin merkezine araçla 45 dakika mesafede.
ZORLU AMA ÇOK GÜZEL
İzlanda, Avrupa Birliği ülkesi değil ama Schengen Bölgesi’ne dahil. Bu nedenle aktarma yapacağınız ülkenin ve İzlanda’nın vize kuralları gereği Schengen vizenizin olması şart. İzlanda zor bir seyahat rotası. Gezerek hayatını kazanan kişiler olarak biz bile ince eleyip sık dokuduk tur seçerken. Danışmanımız Bülent Saraloğlu idi ve bilgisi, deneyimi hayatımızı çok kolaylaştırdı. Bu kadar zorlu ve yeraltı hareketliliği olan bir ülkeye niye gidelim diyebilirsiniz... Şimdiye kadar anlattığımız zorlukları bir kenara koyarsanız öncelikle gecelerin uzamaya başladığı ağustos sonundan marta kadar havanın açık olduğu zamanlarda Kuzey ışıklarını rahatlıkla görebiliyorsunuz. Sadece Kuzey ışıkları değil, dantel gibi kıyıları, sönmüş lav ovaları, şelaleleri, dağları, tepeleri, kaya ve buz kubbeleri, ürkütücü hızla akan ırmakları, krater gölleri ve gayzerleriyle bir doğa harikası İzlanda... Eğer ‘Ben uzun yaz gecelerini tercih ederim’ derseniz haziranda kuzeyde yaklaşık 20 gün boyunca güneş hiç batmıyor. İzlanda’yı ziyaret etmek için en ideal zamanın 15 Haziran-15 Ağustos arası olduğunu söyleyebiliriz.
Diyarbakır uzak bölgeleri denizlere ve liman şehirlerine bağlayan ana yollar üzerinde kurulmuş. Akdeniz sahillerini Basra Körfezi’ne, Mezopotamya'yı Karadeniz sahillerine bağlaması sayesinde pek çok medeniyetin izlerinin olduğu bir merkez haline gelmiş. Kentin bulunduğu topraklara ilk yerleşenlerin MÖ 3.000’lerde Hurriler olduğu kabul ediliyor. Başkentleri büyük bir olasılıkla Diyarbakır’ın merkezindeymiş. Dolayısıyla MÖ 3.000’lerden günümüze kadar şehir merkezi değişmemiş bir yerleşim yeri Diyarbakır. Tabii o zaman Hurriler buraya 'Amidi' veya 'Amedi’ diyorlarmış. İslami döneme dek de adı hep bu iki isim çevresinde dönmüş dolaşmış. Adı 'Kara Amid', 'Kara Hamid', 'Diyar-ı Bekir' olmuş. Sonra da Cumhuriyetle birlikte 'Diyarbekir' son olarak da 'Diyarbakır' olmuş.
Dünyada insanoğlunun ilk yerleşik hayata geçişinin izlerine Diyarbakır’ın Ergani İlçesi’nde rastlanıyor. İlk üretime geçişin izleri de burada. İlk kez yabani bakla ve bir tür buğday tohumu ekmişler. Ürün ihtiyaçtan fazla olmaya başlayınca yaşam alanlarını genişletme ihtiyacı duymuşlar. Çanak çömlek, saklama kapları ve kendilerine ev yapmaya başlamışlar. Ve sonra da kendilerine köy inşa etmeye başlamışlar.
Hurrilerden sonra Mitaniler, Asurlular, Persler ev sahibi olmuş bu topraklarda. Bilinen dünyanın yüzde 90’ına sahip olan, önünde kimsenin duramadığı Büyük İskender’in önünde Persler de duramamış, Diyarbakır toprakları dahil tüm Mezopotamya İskender’in hakimiyetine girmiş. Onun ölümünden sonra elden ele dolaşmaya devam etmiş. Roma’nın ikiye ayrılmasından sonra Doğu Roma’ya yani Bizans’a ev sahipliği yapmış ama Müslüman Araplar tarafından fethedilene kadar defalarca kuşatılmış, el değiştirmiş. Elbette her egemenlik birtakım mimari yapılar bırakmış kente. Kimi saray yaptırmış, kimi cami, kimi surlarla donatmış, kimi kenti yenilemiş.
Osmanlı izleri 1500’lerden kalma
Yavuz Sultan Selim döneminde, 1515’te Osmanlı hakimiyetine girmiş kent ve eyalet merkezi olmuş. Kanuni Sultan Süleyman döneminde şehre su kemerleri inşa edilmiş, Amid İç Kalesi genişletilmiş ve İç Kale’ye 16 burçlu iki kapı ekletmiş.
Osmanlı döneminde kent büyük bir gelişme göstermiş ve önemli bir ticaret merkezi haline getirilmiş.
Pek çok cami var ziyaret edilebilecek: Mesela Hz. Ömer zamanında Diyarbakır’ın fethinin başlatıldığı kabul edilen yerde bulunan Hazreti Süleyman Camisi.
Osmanlı’nın Diyarbakır’daki ilk mimari yapısı olan 500 yıllık UNESCO korumasındaki Kurşunlu Camisi, kentin en eski tarihi eserlerinden biri. Kubbesini örten kurşun nedeniyle bu ismi almış.