Selçuk Şirin

Güçlü kadınlar kenti Kars’ın popüler olması tesadüf değil

21 Ocak 2018
KARS yıllardır nüfusunun çok üstünde turist ağırlayan bir kent.

Bu sene biraz da sosyal medyanın etkisi ve paylaşılan görsellerin gücüyle kent bir kere daha herkesin gönlünde taht kurdu. Kars’a her kış giderim ama bu sene ilk defa otelde yer bulamadım. Aslında iyi oldu! Eş dostta kaldık, hasret giderdik. Kars’ın bu denli popüler olması hiç tesadüf değil. Ben Kars diyorum ama siz buna Ardahan ve Iğdır’ı da katın. Bir kere tarihi çok renkli bir yer burası. Sadece Kars ilinde 800’e yakın tescilli tarihi eser mevcut. Yüzyıllardır bu şehir pek çok kavme ev sahipliği yapmış, kimi gitmiş kimi kalmış ama her biri ayrı bir iz bırakmış Kars kültüründe. Ermenilerden kalma Ani Harabeleri, Malakanlardan kalan değirmenler, Ruslardan kalan harika kent planlaması ve tabii ki muhteşem taş binalar. Kars’ı popüler kılan ikinci gerekçe muhteşem coğrafyası. Kimi kayak için, kimi Çıldır Gölü için geliyor buralara. Ama Kars sadece tarihsel ve doğal mirası olduğu için değil, bu mirası çok iyi anlatabildiği için de popüler. Hikâye deyip geçmeyin, hikâye her şeydir. Ol sebep size iki Kars hikâyesi anlatacağım bu hafta. Karslı iki girişimcinin hikâyesi...

SIRA DIŞI GİRİŞİMCİ

Hep diyorum. Türkiye kadınların işgücüne katılım oranını erkeklerin yarısı seviyesinde tuttuğu sürece bir adım ileri gidemez. Kadınları işgücüne katmada OECD sonuncusu bir ülke sınıf atlayamaz. Bu istatistiği değiştirmek için her alanda yeni kadın girişimcilere ihtiyacımız var. Kars Kazevi’nin kurucusu ‘Nuran Abla’ işte o girişimcilerden. Kars kazını kümesten çıkarıp UNESCO bünyesinde seçkin bir yere taşıyan, İspanya’dan Romanya’ya gitmedik yer bırakmayan bir girişimci. Açtığı Kars Kazevi’nde yer bulmak için günler öncesinden rezervasyon yapmanız gerekiyor. Bizim gibi çat kapı gidince de masa açılsın diye saatlerce beklemeniz gerekiyor.

Kars’ın kazı hep vardı ama kaz yemek eskiden sadece Karslılara mahsus özel bir ritüeldi. Öyle gidip restoranda yenilen bir şey değildi kaz. Memlekette bir akrabanız olacak, o akrabanız kazı sonbahardan kesip kurutacak ve siz de kışın o kazı alıp usulünce pişireceksiniz. Bütün bu şartları yerine getirirseniz ne âlâ. Aksi halde kazı unutun. Peki neden? Neden her isteyen parasını verip kaz eti yemesin? Kars’ın en başarılı restoranı olan Kazevi’ni kuran Nuran Özyılmaz işte bu sorulara sorarak yola çıkmış. Ancak bu, Nuran Hanım’ın ilk girişimi değil.

BİLEZİKLERLE BAŞLAMIŞ

Nuran Hanım 4 kız annesi bir ev hanımı. Eşi çalışıyor o ev işlerine bakıyor. Ama bir gün “4 kızımın kaderi benimki gibi olmasın” diyerek bileziklerini alıp doğru kuyumcuya gidiyor. ‘Müge Tuhafiye ve Örgü Evi’ işte böyle başlıyor. Önce evde sonra bir işyerinde tam 18 yıl örgücülük yapıyor. “Sokağa çıktığımda her dört kişiden üçü benim ördüklerimi giyiyordu” diye gülüyor anlatırken. Sonra devir değişiyor. Örgü modası geçiyor ve herkes hazır giyim giymeye başlayınca Nuran Hanım yeni bir girişim arayışına giriyor. Kars Kazevi işte o arayış sonucu kuruluyor. Bugün senede 5 bin kaz sunan bir mekân. Başlarda kadınları çalıştırmak istemiş ama bulamamış. Sonra çalışan kadınların sayısı hızla artmış. Artık eşi ve birkaç erkek dışında restoranın mutfağından kasasına her işini kadınlar yapıyor.

GÜÇLÜ KADINLAR DİYARI

Her gittiğimde bir çayını içtiğim Nuran Abla’yı bu sefer gelecek hayallerinde kaybolmuş buldum. Büyük planları var. Ne olduğunu söylemiyor. Kazevi’nin şubelerini açmak falan değil aklından geçen. Ama her ne yaparsa yapsın Nuran Abla bir şeyi başardı. Restorana gelen herkese sadece güzel bir yemek sunmuyor aynı zamanda onlara güçlü, ayakları üstünde gururla duran bağımsız bir kadın portresi sunuyor. Kars’a da bu yakışırdı zaten. Çünkü bizim buralar güçlü kadınlar diyarıdır...

Yazının Devamını Oku

Bir başka Ankara hikâyesi bu

14 Ocak 2018
TÜRKİYE’nin yeni girişimcilere, yeni girişimcilerin ilham veren hikâyelerine ihtiyacı var.

İşte o hikâyelerden biri Gamze Cizreli. Diyarbakır’da başlayan, Ankara’da devam eden bir dünya markası yaratan bir hikâye bu.

KADINLAR HER YERDE!

Önce şunu söyleyeyim. Şu sıralar iş dünyasına dair ortalıkta dolaşan fena halde ‘erkek’ fotoğrafların aksine genç girişimcilerin olduğu her yerde kadınlar var. Demek ki biraz özen gösterince fotoğraf değişiyor. Bu hafta Gamze Hanım’ı ilham konuşmacısı olarak ağırlayan Hamdi Ulukaya Girişimi (HUG) işte o girişimlerden biri. Türkiye’nin dört bir yanından gelen gençlerin desteklendiği bu program daha ilk 6 ayda yüzde 18 şirketleşme başarısı sağlamış. Ve bu şirketlerin çoğunu genç kadınlar kurmuş!

BİR ANKARA HİKÂYESİ

HUG, genç girişimcilere ilham veren konuşmacı olarak bu sene Big Chefs’i bir dünya markası yapmak için emin adımlarla ilerleyen Gamze Cizreli’yi davet etmiş. Sizi bilmem ama ben kendisini ne zaman dinlesem ‘Bu hikâye hemen bir film yapılmalı’ diyorum. Hikâyeyi bilenler hak verecektir ama bilmeyenler için birkaç ipucu vereyim.

Memur bir annenin kızı olarak dünyaya geliyor Gamze Hanım. Başarılı bir öğrenci olduğu için babası onun okuyup Merkez Bankası’na genel müdür olmasını istiyor. Gamze Hanım ODTÜ’yü kazanınca evde bir bayram havası. Gamze Hanım bankaya girecek, memur olacak... Memur kentinde, kurulacak en güzel hayallerden biri bu, ama Gamze Hanım’ın ruhunda isyan var... Önce özel sektör sonra iş dünyası.

ODTÜ’DEN PASTA BÖREK İŞİNE

Gamze Hanım her girişimci gibi iyi bir gözlemci. İş seyahatleri sırasında farklı ülkelerde farklı mekânları gördükçe hep kendine şu soruyu soruyor: Neden Ankara’da böyle mekânlar yok? Capuccino’nun başkentte olmadığı yıllarda cheesecake satmaya karar veriyor ve garantili işini bırakıp eşiyle birlikte bir mekân açıyor. Etraftakilerin ‘Sen ODTÜ’yü pasta börek yapmak için mi okudun’ serzenişlerine kulağını tıkıyor. 

Yazının Devamını Oku

Münferit değil sistematik

7 Ocak 2018
DİLEK Yardım’ın feryadını duydunuz mu?

Babaları tarafından öldürülen 3 yaşındaki Elif Mina ile 2 yaşındaki Miray Hira’nın annesi iki minik tabutun başında bakın ne dedi: “Hepinize yalvardım, hepinizin kapısına gittim hiçbiriniz sahip çıkmadınız bana. Polisine, amirine, savcısına herkese yalvardım. Beni bu adamdan kurtarın, dedim. Hiçbiriniz sahip çıkmadınız. Yeter artık!” Kadınlara yönelik şiddet ve ayrımcılığı ciddiye almayan, kadınları horlayan herkesin ve tabii ki biz erkeklerin bu sözlerden alacağı bir ders olmalı. İki seçeneğimiz var: Ya olay münferit, baba sapık deyip geçeceğiz ya da Dilek Hanım gibi biz de ‘Yeter artık’ diye itiraz edip bu cinayetleri mümkün kılan sistemi değiştireceğiz...

CAN SIKAN KONULAR ÜSTÜNDE DURMAK...

Bu tür ‘korkunç’ olaylar karşısında en çok başvurduğumuz yöntem suçu bir sapığa fatura etmektir. Çünkü can sıkan konular üstünde durmak, meselenin sistematik boyutlarına kafa yormak adı üstünde, canımızı sıkıyor. Ama gelin bu sefer bunu yaparak sorunları halının altına süpürmekten vazgeçelim. Çünkü biz meseleyi görmezlikten geldikçe sorunlar büyüyor. Dilek Yardım’ın feryadı da işte bu vurdumduymazlığa. Çünkü bu münferit bir olay değil.

BU NASIL BİR İSTATİSTİK!

Medya üzerinden yapılan taramalara göre, Türkiye’de 2010’dan bu yana toplam 1930 kadın öldürülmüş. Bayburt, Tunceli ve Artvin gibi birkaç istisna dışında her ilde birden çok kadın cinayeti var. Sadece 2017 yılında toplam 409 kadın öldürülmüş. Geçtiğimiz ay öldürülen kadın sayısı 45. Bu verilere Elif Mina ve Miray Hira gibi babaları tarafından öldürülen onlarca çocuk dahil değil... Tabii bu rakamları böyle art arda yazınca anlam kayboluyor... O nedenle sayıları bırakın tek tek bu ölenleri bir düşünün... Tanıdığınız, bildiğiniz bir kadını hatırlayın...

Cinayete varıncaya kadar şiddetin başka boyutlarında da kadınlara yönelik bir savaş var. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından gerçekleştirilen Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması’na göre ülke genelinde yaşamının herhangi bir döneminde eşi veya birlikte yaşadığı kişi tarafından fiziksel şiddete maruz kalan kadınların oranı % 36. Bu her üç kadından biri demek! Bu oran Orta Anadolu’da % 43’ü buluyor, neredeyse her iki kadından biri! Yine Türkiye İstatistik Kurumu’nun her iki yılda bir yayınladığı ‘İstatistiklerle Kadın’ raporuna göre ‘yaşadıkları çevrede gece yalnız yürürken kendilerini güvensiz hisseden’ kadınların oranı % 37. Kadınların sokakta ne işi var(!) diyenler için de aynı araştırmadan başka bir istatistik vereyim: Her 10 kadından biri kendisini evde yalnız otururken de güvende hissetmiyor!

KADINLARA YÖNELİK AYRIMCILIK HER ALANDA!

   

Yazının Devamını Oku

2018’de değiştirmemiz gerekenler

31 Aralık 2017
YILIN bu son yazısında, gençlere dair bu yıl açıklanan bazı önemli göstergelere dikkatinizi çekmek istiyorum.

Hocam senenin bu son gününde neden bizi karamsarlığa itiyorsunuz demeyin. 2018’de değişmesini umduğum veriler bunlar. Evet, umudum hep var!

VERİ ÇOK, DERT EDEN YOK!

Eğitim ve çocuklar üzerine her zamankinden daha çok veriye sahibiz. Bu verilerin neredeyse tamamı bizim vergilerimizle ve başta Milli Eğitim Bakanlığı olmak üzere resmi kurumlar tarafından toplanıyor. Kuşkusuz bu veri setlerinden en önemlisi, bu köşeyi takip eden herkesin yakından bildiği PISA. Her 3 yılda bir bizimle birlikte 72 ülkeden toplanan bu veri setinin en önemli özelliği hem ülke içinde geçmişe yönelik bir karşılaştırmaya hem de ülkeler arası kıyaslamaya olanak sağlaması. Genel sonuçları biliyorsunuz ama 2018’e dair hayaller kurarken hatırlatmak istiyorum. Çocuklarımız temel beceriler bakımından dünyadaki ilk 50 ülke arasında yok!

YATIRIM ARTIYOR, BAŞARI DÜŞÜYOR!

Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü’nce (BYEGM) açıklanan, “Rakamlarla Türkiye” çalışmasına göre Türkiye’nin eğitime ayrılan bütçesi 14 yılda yaklaşık 12 kat artmış. Ancak aynı dönemde performansa baktığımızda negatif bir trend görüyoruz. Tabloda da göreceğiniz gibi 2003’te ilk 35 ülke arasında yer alan Türkiye, 2015’te 50. sıraya gerilemiş durumda. Bir G-20 ülkesi için bundan daha önemli bir dert olabilir mi?

2018, eğitimde kaynak artışına rağmen performansımızın niçin düştüğünü sorguladığımız bir yıl olsun.

HER 3 GENÇTEN 1’İ NE İŞTE NE OKULDA NE DE KURSTA!

Türkiye’nin en önemli potansiyeli genç ve dinamik nüfusu. Malum medyan yaş, 30’un biraz üstü. Yani her iki kişiden biri genç. Peki bizim gençler ne yapıyor? Resmi istatistiklere dayalı olarak yapılan analize göre Türkiye’de her 3 gençten biri, yani yüzde 30’u ne herhangi bir işte çalışıyor, ne bir okulda ya da kursta okuyor, ne de herhangi bir düzenli spor ya da sanat faaliyetine katılıyor. Bu oranla OECD ülkeleri arasında ekonomistlerin tabiriyle gençleri en ‘atıl’ durumda tutan ülke biziz. Zaten en son açıklanan resmi istihdam verileri de bu durumu doğruluyor: 15-24 yaş arası iş arayan dört gençten biri hâlâ işsiz!

Yazının Devamını Oku

Ötekine nefretin bedeli cebimizden çıkıyor!

24 Aralık 2017
ÜLKEDE ne zaman kavga gürültü olsa yüreğim ağzıma geliyor.

Ali Koç’un dediği gibi karpuz gibi ortadan ayrılmış bir ülke beni endişelendiriyor. Ancak endişemin kaynağı sadece toplumsal değil. Biz görmezlikten gelsek de bu meselenin bir de ekonomik faturası var. Bu faturayı çıkarmadan önce gelin Türkiye’deki toplumsal kamplaşmanın boyutlarını tespit edelim.

KİŞİLER ARASI GÜVENİN EN ZAYIF OLDUĞU ÜLKE!

Bahçeşehir Üniversitesi’nden Prof. Yılmaz Esmer Hoca’nın yürüttüğü Dünya Değerler Araştırması’na göre Türkiye, kişiler arası güvenin en zayıf olduğu ülkelerden biri. Halkın sadece yüzde 12’si başkalarına güveniyor. Bu oran İsveç, Norveç ve Danimarka gibi ülkelerde yüzde 70’in üzerinde.

Çocuklarımızı bile ayırıyoruz! Toplumsal kamplaşmanın vardığı boyutu anlamak için geçtiğimiz yıl Marshall Fund tarafından yapılan kapsamlı araştırmaya bakalım. Bu araştırma bize, maalesef meselenin politik ayrışmanın çok ötesine geçtiğini gösteriyor.

Yetişkinler arasında,

- Kızının karşı görüşte biriyle evlenmesini istemeyenlerin oranı % 83

- Karşı görüşten biriyle ortak iş yapmak istemeyenlerin oranı % 78

- Karşı görüşten biriyle komşu olmak istemeyenlerin oranı % 76

Yazının Devamını Oku

Çocuklara ne okumalı? Nasıl okumalı?

17 Aralık 2017
GEÇEN hafta yeni doğan çocuklara kitap okumanın önemini anlatmıştım.

Beyin gelişimini desteklemek için bundan daha önemli bir şey yok demiştim. Hafta boyunca sosyal medya hesaplarıma sorular yağdı: Tamam hocam okuyalım, ama ne okuyalım ve nasıl okuyalım? Ben de bunun üzerine konunun uzmanı dostların da yardımını alarak minik bir ‘Okulöncesi dönemde kitap okuma kılavuzu’ hazırladım.

NE OKUMALI?

Oğlum doğduğunda günlerce Türkçe kitap aramıştım. Bulduğum kitaplar ya gelişimsel olarak yeni doğanlar için uygun değildi ya da yabancı dilde yazılan bir kitabın çevirisiydi. Ne hayvanları bizim hayvanlara, ne evleri bizim evlere benzeyen çocuk kitaplarını gören eşim itiraz etmişti. Bizim hikâyelerle, bizi anlatan kitapların kıtlığını görünce oturup eşimle bir de kitap yazmıştık kendi çocuğumuz için. (Bu kitaplar daha sonra basıldı, Arapça çevirisi de ücretsiz olarak Suriyeli mülteci çocuklara dağıtıldı!) Bu anlattıklarım 10-15 yıl evveldi. Arada geçen yıllarda çocuk kitaplarına talep arttı. Artık okulöncesi dönem için Türkçe bir kitaplık oluşmuş durumda. O nedenle artık kitap var mı yok mu sorusunun yerini hangi kitabı tercih etmeli sorusu aldı.

İLK KİTABIN SIRRI!

Çocuğunuza kitap seçerken ilk bakmanız gereken kriter, çocuğun yaşı ve gelişim seviyesine uygunluk. Örneğin 0-36 ay arası dönem için seçilen kitaplarda görsellik ön planda, yazı çok arka plandadır. Ancak 36-66 ay arası dönem için durum tersine döner. Bu çağda görselliğin yerini yazı, yani hikâye alır. O nedenle ilk yıllardaki kitaplarda neredeyse hiç yazı olmaması lazım. İlk 6 ay için seçilen kitap kalın kartondan olmalı. O kitabın eninde sonunda çocuğun ağzına gideceğini unutmayın... Bırakın kitapla haşır neşir olsun çocuğunuz. İlk kitapların siyah-beyaz olması da gelişimsel olarak uygun, zira renk algısı henüz tam oturmuş olmuyor yeni doğanlarda. Özellikle ilk bebek kitaplarının ses çıkaran (elektronik değil) kumaş ya da naylon materyalden olmasına özen göstermeli. Yeri gelmişken elektronik kitapların, düğmeye basınca ses çıkaran pilli kitapların özellikle bu evrede yarardan çok zararı olacağını ifade etmeliyim.

SORU SORDURAN KİTAP İYİDİR!

Aylar ilerledikçe çocuğun gelişim seviyesi ve bebeğin odaklanma kapasitesine göre yeni kitaplara geçilmesi gerekiyor. Ama bu durumda da bir paragraf değil birkaç cümleyi geçmeyen metinler olmalı her sayfada. Çocuk, bir sayfaya baktığında yazıdan çok görsel ve boşluk görmeli. İyi bir okulöncesi kitabı çocukla sizin aranızda sorular üzerinden bir muhabbet başlatmalı. Eğer tek bir soru sormadan kitabı bitirdiyseniz bilin ki elinizdeki kitap özellikle ilk üç yıl için ideal bir kitap değil. Çünkü bu çağda kitap, sizi çocuğunuzla buluşturan bir araç olmaktan öte bir şey değil. O araç üzerinden çocuğunuza olan sevginizi ifade ediyorsunuz. Bu duygusal alışverişe hitap eden her kitap iyidir.

ÇOCUĞUN AYAĞINI YERDEN KESEN KİTAP İYİDİR!

Yazının Devamını Oku

Yeni doğana kitap mı okunur abi?

10 Aralık 2017
BAŞLIKTAKİ soruya hemen yanıt vereyim. Evet! Yeni doğan çocuğa doğduğu andan itibaren kitap okuyun! Daha da ötesini söyleyeyim: Bu, çocuğunuzun geleceğine yapacağınız en kıymetli yatırımdır. İddialıyım, evet. 

Geçen ay TÜYAP kitap fuarında çocuk gelişimini ve eğitimi dert eden biri olarak çok acı bir tablo ile karşılaştım. Bir okulöncesi eğitimci ile fuarda basit bir soruya yanıt aradık: Yeni doğan çocuğa okumak için kitap var mı? Çoğu yayıncı bırakın kitap önermeyi soruyu bile anlamadı. Yeni doğan çocuğa kitap okunmaz diyen bile çıktı. Bulduğumuz birkaç kitap ya o yaş çocuğa uygun değildi ya da kötü birer çeviriydi. Çocukların geleceğine, ülkenin geleceğine dair bundan daha korkunç bir şey duymadım. Eğer abarttığımı düşünüyorsanız lütfen okumaya devam edin.

BEYİN GELİŞİMİNİN YÜZDE 90’I İLK 36 AYDA BİTİYOR!

İnsan gelişiminde kritik dönemler vardır. Gelişimin büyük oranda gerçekleştiği bu dönemleri iyi değerlendirmezseniz kaçan fırsat bir daha geri gelmez. Beyin gelişimi için kritik dönem ilk 3 yıldır. Beyin bu dönemde yüzde 90 oranında gelişmesini tamamlar. Dolayısıyla eğer çocuğunuzun zihinsel gelişimini dert ediyorsanız, çocuğunuzun özellikle akademik olarak başarılı olmasını istiyorsanız yapmanız gereken ilk şey bu dönemde çocuğunuza zaman ayırmak. Çocuğunuz için yapacağınız en kıymetli yatırım bu ilk birkaç yılda yaptıklarınız. Peki tam olarak ne yapmalıyız tam olarak bu dönemde yeni doğan bir çocuk için? Çocukların beyninin en hızlı geliştiği dönemde, yani ilk 36 ayda çocuklarla kitaplar üzerinden diyalog kurmalıyız.

30 MİLYON KELİME FARKI NEDİR?

İlk 3 yılda çocukları aileleriyle gözleyen klasik bir çalışmayı anlatmadan yukarıdaki soruya yanıt vermek mümkün değil. Evet, Hart ve Risley tarafından gerçekleştirilen meşhur ‘20 Milyon Kelime Farkı’ araştırmasından söz ediyorum. Araştırmacılar insan beyninin en hızlı geliştiği dönemde ebeveynlerin ne yaptıklarını anlamaya çalışyor bu çalışmada. Bu amaçla üç değişik sosyoekonomik seviyeden onlarca aile seçiyor ve sıkı bir takip başlıyor. Araştırma boyunca çocuklar üç yaşına kadar her ay bir saat aile içinde gözleniyor. Araştırma tamamlandığında görülüyor ki gelir seviyesi ne olursa olsun çocuklar birbirine çok benziyor ama bir istisna hariç. Farklı gelir gruplarından gelen çocuklar arasındaki en büyük fark çok net bir şekilde açığa çıkıyor. O da çocukların duyduğu kelime sayısı. Aşağıdaki sonuç grafiğinde de göreceğiniz gibi varlıklı ve eğitimli aileler üç yıl boyunca toplam 45 milyon kelime kullanıyor. Orta eğitim ve gelir seviyesine sahip ailelerde bu rakam 30 milyona düşüyor. Ancak eğitim seviyesi düşük ailelerde bu rakam 15 milyonu ancak buluyor. Yani alt ve üst grup arasındaki fark “30 milyon kelime”. Bu araştırmanın çocuk gelişiminde yarattığı devrimi anlatan aynı adlı kitap yakında Türkçede de basılıyor.

OKULÖNCESİNDE ZEKÂ DEMEK KELİME HAZİNESİ DEMEKTİR!

Acı olan ilk 36 ayda ortaya çıkan 30 milyon kelime farkının sonraki yıllara etkisi. Çünkü pek çok çocuk için bu fark hiç kapanmıyor! Çocuklar okul çağına geldiklerinde görüyoruz bu farkın ilk etkisini. Çünkü okulöncesi dönemde zekâ dediğimiz şey aslında kelime hazinesinden ibarettir. Daha çok kelimeye aşina çocuklar işte bu yüzden okula başladıklarında öğrenmeye hazır oluyor. Kelime hazinesi geniş olan çocuk, arkadaşlarından birkaç adım önde başlıyor. Çünkü o çocuk öğretmenin ne dediğini daha çabuk anlıyor. Ve maalesef okullar bu farkı kapatmakta çok başarılı olmuyor. O nedenle alt gelir gruplarından gelen çocuklar zorlanırken üst gruptan gelen çocuklar rahatlıkla üniversiteye ulaşıyor.

Yazının Devamını Oku

Çağın belası ekran bağımlılığı

3 Aralık 2017
ÇOCUKLARI ekran başından kaldırmak bizim evdeki en büyük dert. Eğer sizin de böyle bir derdiniz varsa bu yazı sizin için. Evet tekrar yazıyorum çünkü konu önemli.

EBEVEYN NE YAPSIN?

İki çocuk yetiştiren bir baba olarak en çok zorlandığım mesele ekran bağımlığı. Oysa ilk oğlum doğduğunda ekran bağımlısı olmasın diye evde televizyon bile yoktu. Bu, internetin yaygın olmadığı zamanlarda bizim için büyük bir fedakârlıktı... Yeni baba olmanın heyecanıyla çocuğumuzun geleceği için bu yola başvurmuştuk. Çocuk gelişimi okumuş bir baba olarak ‘ideal’ bir ebeveyn olmak istiyordum... Çocuklarla diyalog kurmak, onlara kitap okumak üzerine kurulu bir felsefemiz vardı. Ama bütün bunlar hayatın sınamadığı hayallerdi... İnsan yaşadıkça bildiklerini yeniden öğreniyor. Zira ikinci oğlumuz doğduğunda evde televizyon da vardı, oyun konsolu da. Çünkü gördük ki teknolojinin geldiği nokta itibariyle artık ekranları yok saymak çocukları yeni dünyadan tamamen koparmak demek.

EKRANSIZ BİR HAYAT YOK!

Artık yaşadığımız bu çağda ekranlardan uzak bir hayat mümkün değil. İşte nitekim bu yazıyı da ekrana bakarak yazıyorum. Bilgisayarlar, akıllı telefonlar, tabletler olmadan iş yapmak artık imkânsız... Sorun işte tam da burada başlıyor. Bizim için hayatı kolaylaştıran, bize yeni dünyaların kapısını açan bu ekranlara bizi hapsetmek isteyen başka bir sektör de var artık. Evet milyarlarca bütçeli bilgisayar oyun sektöründen söz ediyorum. Bu sektörün tek bir gayesi var: Çocukları ekran başına hapsetmek! O halde soru şu: Bir ebeveynin tek başına, bu devasa sektörle baş etmesi mümkün mü?

EKRANI YASAKLAMAK ÇARE DEĞİL!

Yapılan tüm araştırmalar gösteriyor ki ekranı çocuklara tamamen yasaklamak çözüm değil. Bu tarz toptan yasakların çocuklarda daha çok ilgi uyandırdığı ve onları ekrana daha çok bağladığı bir gerçek. Ayrıca ekranlar aynı zamanda çocukların akranlarıyla ortak tecrübe biriktirdiği yerler oldu. Biz eskiden nasıl maçlar üzerinden arkadaşlarımızla sohbet ediyorsak, şimdiki çocuklar da oyunlar üzerinden birbirleriyle arkadaşlık kuruyor. Yani siz çocuğunuzu ekrandan tamamen uzaklaştırınca, aslında çocuğunuzun akranlarıyla kuracağı bağları da ortadan kaldırmış oluyorsunuz. O nedenle yapılması gereken ekranları tamamen karartmak değil, ekran karşısında geçen zamanı daha iyi bir şekilde planlamak.

ELİMİZDEKİ GÜCÜ KULLANMALIYIZ!

Elbette çok dengeli bir rekabet değil sözünü ettiğim. Düşünsenize, bir tarafta bütün derdi bağımlılık yaratmak olan profesyoneller ordusu var, diğer tarafta benim gibi çocuğunu ekrandan uzak tutmak için uğraşan ebeveynler. Peki ne yapacağız? İmkânsız diye mücadeleden vazgeçip çocukları ekrana mı teslim edeceğiz? Asla! Çünkü bizim elimizde oyun şirketlerinde olmayan bir güç var: Çocukların zaman kontrolü! Evet, ebeveynliğin bir tarafı sevgi ve şefkat sunmak ama diğer tarafı da işte bu kontrol. Ama bu kontrol çocuk büyüdükçe kaybettiğimiz bir güç. O nedenle dikkatli ve erken kullanılması gerekiyor. Peki bu gücü nasıl kullanacağız?

Yazının Devamını Oku