Özdemir İnce

12 Mart günleri

16 Mart 2011
11 Ağustos 1971 günü saat 17.00’de, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’nın talimatı ile, polis tarafından Bodrum’un Han Bar’ında gözaltına alındım. Komiser bana hiçbir şey sormadı. Sadece bir polisin beni Ankara’ya götüreceğini, bu nedenle iki otobüs bileti almak için para istedi. Kendisine bir kuruş bile vermeyeceğimi, gözaltına alındığıma göre artık devletin güvencesi altında olduğumu söyledim. Bunun üzerine komiser Milas’a telefon etti, “Bu adam televizyoncu, para vermem!” diyor dedi. O geceyi karakolda geçirdim.
Sabahleyin Milas’tan gelen bir siyah otomobil, polis Şaban’ın eşliğinde beni İzmir’e götürüp Güney Saha Deniz Komutanlığı’na teslim etti. Teslim ederken de, beni teslim alan subaya “Komutanım bunları acımadan sırtından vuracaksın!” dedi. (Yaşadıklarım, yazmakta oluğum “Seyir Defteri” adlı kitapta yer alacak.)
* * *
İzmir nezarethanesinde, gözaltı süresinin Ankara’ya teslim tarihinde başlayacağını öğrenince inat etmekten vazgeçtim ve beni Ankara’ya götürecek iki jandarmanın da otobüs bilet parasını vermeyi kabul ettim. Ama biletlerin Varan’dan alınmasını istedim. Varan meseleyi anlayınca bilet vermemiş, fiyakaları bozulur diye. İki silahlı jandarmanın nezareti altında otobüse girdim. Yolcular kendi aralarında konuşuyorlardı: “Hırsız mı, anarşist mi?”
Gözaltına alınma nedenimi Yıldırım Bölge’de gazetelerden öğrendim: TRT Dış Haberler’in, her ay, Müdür ve TRT Yönetim Kurulu Üyesi Emil Galip Sandalcı yönetiminde yayınladığı “Dünya Sorunları” adlı hizmet içi bir yayın. Kurum içi olduğu için yıllardır “sansürsüz” yayınlanıyordu. İçinde her şey vardı. Ben de Dış Haberler’de çalıştığım sırada Dünya Sorunları’na çeviri yapıyordum. Televizyona geçince işi sürdürdümdü. “Madame” Esin Talu Çelikcan, Nili Tlabar, Nuri Çolakoğlu editördü. “Madame” da gözaltına alınmıştı. Hangar gibi koğuşta Emil Abi’nin ranzasının alt katına yerleştim.
* * *
25 Ağustos 1971 günü sorguya alındım. Binbaşı rütbeli savcının masasında, evde ve televizyondaki odamda yapılan aramalarda elde edilen ganimetler vardı: Telefon defterleri, kartvizitler, pasaportum, 1965 yılından kalma Fransız polisinin verdiği oturma izni belgesi, mektuplar, el konulan kitapların listesi, vb.
Savcı görevimin ne olduğunu falan sorduktan sonra Dünya Sorunları’nı unuttu. Telefon defterimde bazı insanların (Mümtaz Soysal, Sevgi Soysal ve ötekiler) numaralarının neden bulunduğunu sordu. Türkiye İşçi Partisi ve Dev-Genç’le ilişkim? Deniz Gezmiş’i tanıyor muyum? Gereken cevapları verdim. “Bulgar, Macar ve SSCB diplomatlarının kartvizitlerinin ne işi var sizde?” “İşim gereği. Ama Fransız, İngiliz, ABD diplomatlarınkiler de var!” “Ama onlar başka.” Savcı binbaşı sonunda şöyle dedi: “Siz ya çok safsınız ya da çok profesyonelsiniz, yakalayamadım sizi.” “İkisi de değilim” dedim.
Kırk gün sonra serbest bıraktı ama bu arada Fransız Televizyonu ORTF’in verdiği bir yıllık staj bursu yandı. 2005 yılına kadar yurtdışına çıkma ve pasaport sorunum oldu.
Ancak bu 12 Eylül’de başıma gelseydi tırnaklarımı sökerlerdi. Şimdi olsaydı, günümüzün Mamak’ına gönderirlerdi. Bereket versin o günlerde bilgisayar ve telefon dinleme olanakları yoktu. (Nota Bene: Haftada bir gün, çarşamba günleri yayınlanıyorum.)
Yazının Devamını Oku

Bu nasıl darbeci ordu?

9 Mart 2011
BİR silahlı kuvvetler düşünün ki kara ve hava kuvvetleri ile donanmasında görevli general ve amirallerinin yüzde onu darbecilik suçlaması ile tutuklu bulunuyor? Bir siyahlı kuvvetlerin general ve amirallerinin yüzde onu darbecilik ile suçlanıyorsa, sanmayın ki darbe yapmaya niyetli yüksek rütbeli subaylarının oranı bu yüzde on ile sınırlıdır. Bir silahlı darbe örgütünün yönetici ve mensuplarının tamamı asla ele geçirilemez. Örgütün yüzde onu tutuklanmış ise, gerçekte bu oran en azından yüzde elli dolaylarındadır. Darbeci oranı yüzde elli ise, iddia ediyorum, silahlı kuvvetlerdeki general ve amirallerin tamamı bu darbe işinden haberlidir.

Sivil otorite, polis ve yargı, böyle bir durumda, darbecilerin yüzde onunu değil binde birini bile gözaltına alıp tutuklayamaz. Demek ki işin içinde bir iş var? İşin içindeki iş ne olabilir?

* * *

AKP iktidarının, YAŞ kararları ile TSK’dan uzaklaştırılan subay ve astsubayların tamamına değil de “irtica” nedeniyle uzaklaştırılmış olanlara TSK’ya dönüş yolunu açan yasayı çıkarma çabası yolumuzu biraz aydınlatıyor.

Demek ki AKP iktidarı, TSK’da görevli subay ve astsubayların tamamının Cumhuriyet’in laiklik ilkesine bağlı olmasını gerekli görmüyor.

TSK, uygulamalarıyla kanıtlanmıştır ki kesinlikle İslam karşıtı değil. Ama “katı” olarak tanımlanacak ölçüde laik cumhuriyetin sadece yandaşı değil aynı zamanda savunucusu ve koruyucusu. TSK’nın subay ve astsubayları Türkiye Cumhuriyeti’nin sivil vatandaşları ne kadar dindar ise o kadar dindar. Ancak İslamcılara, tarikatçı ve cemaatçilere TSK’nın kapılarının sıkı sıkıya kapalı olması gerekir. Ama o kadar kapalı olamadığı anlaşılıyor.

Sivil toplumda her inançtan, her felsefeden insanlar, laikler, İslamcılar, ateistler birlikte ve bir arada yaşayabilir, ama aynı temsil durumu bir silahlı kuvvetlerde mümkün olamaz.

Bir silahlı kuvvetlerin, bu arada TSK’nın komutanlarının tamamının devletin kuruluş ilkelerine yüzde yüz bağlı olması gerekir. Bu bütünlük yok ise ülkenin de bütünlüğü sağlanamaz, bağımsızlığı sona erer.

* * *

Hepimiz biliyoruz ki AKP iktidarı, imam hatip okulları mezunlarının üniversitenin her fakültesine girmesini, her sivil meslekte yer almasını, polis olmasını istediği gibi TSK’ya subay ve astsubay sağlayan okullara da alınmasını istemekte; istemekle kalmayıp bu amacına en kısa zamanda erişmeyi amaçlamakta. Bu durumda, askeri lise, normal lise ve imam hatip lisesi mezunları TSK’nın komuta kadrosunu oluşturacak. TSK bu tehlikenin bilincinde olduğu için bu bağlamda öne sürülen bütün önerilere karşı çıkıyor. Yönetmelikle kesin önlem alıyor.

AKP sadece iktidarın değil ama rejimin tamamının tek egemeni olmayı tasarlıyor. Mevcut statüko içinde bu mümkün değil. AKP’nin en büyük hayali, polisin tamamının ve TSK yönetim kadrolarının tamamının imam-hatiplilerin eline geçmesidir.

Ben Silivri’ye, Hasdal’a baktığım zaman bunları görüyorum. TSK’nın general ve amirallerinin yüzde onu gerçekten darbeci olsalardı, yazımın başında yazdığım nedenlerden dolayı, 14 Mart 2011 günü herhangi bir Balyoz duruşması ol(a)mazdı.

Belki de darbe konusunda beceriksiz ve yeteneksizdir bu generaller, değil mi?
Yazının Devamını Oku

Arap gözüyle Türkler

6 Mart 2011
BENİM demirbaş kitaplarım vardır, döne döne bunlardan söz ederim, şaşırtıcı alıntılar yaparım.

Birkaçını sayayım: Nizamülmülk’ün “Siyasetnâme”si, Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey’in “Bir Zamanlar İstanbul”u, İlyasoğlu Mercimek Ahmed’in “Kabusnâme’si, Gelibolulu Mustafa Âli’nin “Ziyâfet Sofraları” ve huzurlarınızda pirim İbn Fadlan (Fazlan)’ın “Seyahatnâme’si (Bedir Yayınevi). Aynı kitap “Bin Yıl Önce Türkler ve Ötekiler” (İstiklal Yayınevi) adıyla da yayınlandı.
Fransızca çevirisi de var: Ibn Fadlân. “Voyage chez les Bulgares de la Volga” (Papyrus).

İbn Fadlan’ın ya da İbn Fazlan’ın kitabı beni çok neşelendirir. Çünkü adam kendi gözleriyle görmüştür Türkleri. Ondan önce Türkleri bu kadar yakından tanıyan kimse yoktur neredeyse.
İbn Fadlan’ın öyküsü şöyle özetlenebilir: X. yüzyılda, Abbasi halifesinin buyruğu üzerine ve Bulgarları ve Hazarları İslamlaştırmak amacıyla bir heyet yola çıkar. Heyet Volga kıyılarına ulaşmadan önce Türk ve Pers topraklarından geçer. Daha sonra Vikingleri ve Yahudileşmiş Hazarları tanır.
Heyet siyasal ve tarihsel olarak hiçbir başarılı sonuca ulaşamadı. Ama bu heyete kâtip olarak atanan görevlinin yani İbn Fadlan’ın Halife’ye bir rapor olarak sunduğu gezi öyküsü tarihe bir başyapıt olarak kaldı.
Zeki Velidi Togan 1923 yılında Meşhed kitaplığında bir rastlantı sonucu tek nüshasını buldu. Bu bulgu Yahudilerin On Üçüncü Kabile söylencesini doğrulamış ve Arthur Koestler’in romanına esin kaynağı olmuştur.

Sözü aldı İbn Faldan: “Bu dağdan geçtikten sonra Oğuzlar diye bilinen bir Türk kabilesinin bulunduğu yere ulaştık. Onlar kıl çadırlarda oturan ve konup göçen Yörüklerdi. Göçebelerde âdet olduğu gibi, sık sık yer değiştirdikleri için yer yer onlara ait çadırlar görülüyordu. Çok güç şartlar altında yaşıyorlardı. Bunlar yolunu kaybetmiş eşekler gibidirler. Bir dine inanmazlar, işlerinde akıllarına başvururlar. Hiçbir şeye ibâdet etmezler. Aksine büyüklerine rab derler. İçlerinden biri reisine bir şey danışırsa, ona, ‘Ey rabbim, şu hususta ne yapayım?’ der. Aralarında işleri meşveretle hallederler. Bununla beraber bir şeyde ittifak edip onu yapmaya karar verirlerse, içlerinden en aşağı ve en değersiz olan biri gelip ittifaklarını bozabilir. // Küçük ve büyük abdestten sonra temizlenmezler. Cenabetten ve diğer hususlardan dolayı yıkanmazlar. Bilhassa kışın su ile hiçbir ilişkileri yoktur. Kadınları yerli ve yabancı erkeklerden kaçmazlar. Aynı şekilde, kadın, vücudunun hiçbir yerini insanlardan gizlemez.” (İbn Fazlan Seyahatnamesi, Bedir Yayınevi, s. 30-31)

Kıç yıkama faslını geçelim. Şimdi herkes yıkıyor diyelim. Cenabetlikten dolayı herkesin yıkandığından pek emin değilim. Zaten sabun, deterjan, deodoran, diş fırçası ve macunu kalemlerinde dünya birincisi değiliz. Ama gurur duyacağımız bir şey de var: Müslüman olmadan önce atalarımızdan en değersizi, en sefili bile topluca alınan kararlara karşı çıkmaya cesaret edebiliyormuş. İşte buna demokrasi denir. Boyun eğmeyi, biat etmeyi reddetmeden demokrat olun(a)maz. İslam’a ayarlı, İslam’dan icazetli demokrasi ise hiç ol(a)maz!

Yazının Devamını Oku

Ve öteki özgürlükler

5 Mart 2011
“TÜRBANI verdi, dünyayı aldı” ya da tersi “Dünyayı verdi, türbanı aldı” diye bir yazı yazmayı düşünüyordum. Çünkü adamın biri bana bir süre önce şöyle çıkışmıştı. “Sayın İnce
hayal dünyasında yaşıyorsunuz türban kamuya girerse ne olur hiç birşey olmaz mahkemeler suç işleyen insanlar için var suç işleyen olursa içeri atarlar ama siz sizin gibi düşünmeyen insanları devlet olanaklarından mahkum birakmayı onları suçları yokken cezalandırmay bir hak olark görüyorsunuz böyle bir hakkınız yok herkes eşittir türbanda heryerde özgür olacaktır son günlerinizi oynuyorsunuz.istediğiniz kadar yasakçı olun istediğiniz kadar insanların vergileriyle oluşan kamu yerlerine türbanlıları sokmamak için uğraşın nafile bitti bu iş türban her yerde olacak benim vergimle oluşan heryer benimdir siz benden daha fazla söz sahibi olmasınız sizi benden üstün tutan tüm kurumlar hizaya gelecek hemde çok yakın halk artık yemiyor  slm”
* * *
Türban işi konuşulurken en çok “özgürlük” sözcüğünün kullanılması neşeli bir kedere ya da kederli bir neşeye boğuyor insanı. Özgürlükten, demokrasiden habersiz, her ikisinden domuzdan tiksinir gibi tiksinen insanlar bunlar. “Gelin, bir özgürlükler ve demokratik zorunluluk ve gereklilikler (lüzumiyyat) listesi yapalım, listenin başına da Türban’ı koyalım ve listeyi halkoyuna sunalım” diye önerilse, kabul ederler mi? İşte El Liste:
* * *
-  Türbana sınırsız özgürlük verilecek! Ama hiç kimse türbanlanmaya zorlanamayacak!
-  Yasalardan ve yönetmeliklerden laiklik karşıtı bütün hükümler kaldırılacak ve laiklik karşıtı uygulamalara son verilecek!
-  İmam hatip okulları kuruluş amaçlarına göre sadece din adamı ve görevlisi yetiştirecek!
-  Kadınlara tam özgürlük ve her türlü eşitlik verilecek!
-  Zorunlu din dersleri kaldırılacak!
-  Cem evleri resmen kabul edilecek!
-  Seçim yasası en demokratik düzeye çıkarılacak!
-  Seçim barajı tamamen kaldırılacak!
-  Eğitim ve öğretim parasız olacak!
-  İlk ve ortaöğretim yetenek ve iş ekseni üzerine oturtulacak!
-  Üniversiteye giriş zorlaştırılacak her üniversite mezununa mutlaka iş verilecek!
-  Orta ve yüksek dereceli meslek okulları yeniden, dünya standartlarına uygun biçimde örgütlenecek; iş isteyene iş, işyeri kurmak isteyene sermaye verilecek!
-  Ev kadınlarına sigorta ve emeklilik hakkı verilecek!
-  Kürtlere kendi kaderlerini tayin konusunda halkoylaması yapılacak!
-  Yerel dillerin öğrenilmesi yasal güvence altına alınacak!
-  Bu hakları güvence altına alacak ve 100 yıl değiştirilemeyecek bir anayasa yapılacak!
* * *
Türbana sınırsız özgürlük isteyenler bu özgürlükler torbasına “Evet” oyu verir mi? Verecek, başka çare yok! Vermeden almak sadece Allah’a mahsustur. Öyle değil mi?
Yazının Devamını Oku

Kutsal halk alçak entelektüel

4 Mart 2011
22 Şubat 2011 günü yayınlanan yazımın (“Anayasa Madde 58, 59”) ilk paragrafı şöyle idi: “Bir lider durup dururken ‘entelektüel’e çatmaya, onu küçümsemeye başlamışsa, ayağının altından toprak kaymaya başlamış demektir. Bizim aydın dediğimiz entelektüel tekin bir varlık değildir. Başkalarının derdini kendi derdi sayan, üstüne vazife olmayan işlere burnunu sokan adem nasıl tekin biri olsun?

Bizim başbakan da (Allah selamet versin!) ‘Sandığı entelektüelin değil milletin dili belirler!’ diyor. (Akşam, 27.01.11) Ancak, sandıktan her zaman demokrasi değil, her türlü ‘krasi’ çıkar. Sandığı belirleyen ‘halk’, demokrasiyi unutup bir cumhurbaşkanını ömür boyu da seçer. Entelektüelin dilinin ve oyunun belirlediği sandıktan asla diktatör ve diktatorya çıkmaz, sadece demokrasi çıkar.”

AYDIN DÜŞMANLIĞI

Vakti zamanında Mao da aydın (entelektüel) düşmanıydı. Régis Debray, Kâtip (Le Scribe, Ed. Bernard Grasset, 1980; Livre de Poche, s. 193) adlı kitabında aydın düşmanlığının faşizme giden yolu kestirmeden kısalttığını yazar. Bu düşmanlık soldan gelir sağa gider. Solcuyu sağa yaklaştırır, sağcıyı faşistleştirir. Aydın (entelektüel) düşmanlığı despotizmin en belirgin özelliğidir.

Başbakan halkı ve değerlerini kutsallaştıran bir popülist. Bütün popülistler gibi, (daha iyi yönetmek için değil) daha iyi gütmek için, halkı ve değerlerini durmadan pohpohluyor. Onu kutsallaştırıyor, tabulaştırıyor. Benim için ne halk ne de değerleri kutsaldır!

Oyunu açık arttırmayla satan bir halk nasıl kutsal olur; safsata ve hurafeye dayalı değerler nasıl kutsal olur?! Halkın değerleri denince akla hemen din getiriliyor. Bu kutsal(!) halkın yüzde 99 virgül 9’u Müslümanlık sınavında sıfır (0) alır. Sıfır! Bilmez!

ENTELEKTÜELİ ELE GEÇİRMEK

Bir vatandaş beni eleştirmek için şunları yazıyor: “Sizin bence fark edemediğiniz şey Türk halkının temel karakteridir. Türk halkı tarihin hiçbir döneminde entelektüel eğilimler taşımamıştır. Kültür kodlarında yoktur.

Türkler daha çok dinamizmi ve gücü temsil ederler. Güçlü devletler kurarlar. Batı’nın kana buladığı coğrafyaları entelektüel veya derin taraflarıyla değil güç ve organizasyonlarıyla yönetmişlerdir. Sizin özlediğiniz düzeydeki bir sekülerizm dahi Türk halkını kitapla haşır neşir olmaya değil Batılılar gibi daha zorba bir topluluk haline getirmeye sebep olacaktır.”

Beni eleştiren vatandaşa göre: Türk halkı, tarihin hiçbir döneminde entelektüel eğilim taşımayan ve bu nedenle entelektüellerle iletişim kuramayan ve onların dostluk ve öncülüğünü kabul etmeyen bir halk.

Üstelik inatçı! Onunla ilişki kurmak için bütün çağdaş ve bilimsel değerleri reddetmek, onun hurafelerini pohpohlamak gerek. Ne için? Onu ele geçirmek, yönetmek için! Bu durumda kim kimi ele geçirmiş olacak? Elbette halk entelektüeli ele geçirmiş olacak.

AKP ve Başbakan halkla ilişki mi kuruyor? Hayır! Halkı güden tarikatlarla ilişki kuruyor.
Yazının Devamını Oku

Liselerin kötü kaderi

2 Mart 2011
DEĞERLİ hukuk insanı Bülent Serim’den (YÖK eski Üyesi; Anayasa Mahkemesi eski Genel Sekreteri) bir e-posta altım. Birlikte okuyalım: [“Bugünkü yazınızda (10.12.2010, “Lisede İhtilal”) liselerdeki yeni sistemi ele alıyor ve imam hatiplerin durumunun ne olacağını, yeni sistemdeki yerini sorguluyorsunuz. Küçük bir katkıda bulunmak istedim.”

FEN ÖĞRETMENLERİNİ GEÇTİLER

“Sekiz yıllık AKP iktidarı döneminde, Atatürkçü Cumhuriyeti İslami yapıya büründürmek bağlamında, esasen ortaöğretim kurumlarında da çok yol alınmıştır.
Talim Terbiye Kurulu değiştirilerek, ders ve okuma kitaplarından Atatürk ilke ve devrimleri çıkarılmaya çalışılırken, bu kitaplara dini içerik kazandırılmıştır. Evrim kuramı, yerini yaratılış öğretisine bırakmıştır. Felsefe derslerinde bile yaratılış kuramının ağırlık kazanmasına ilişkin değişiklikler yapılmıştır.

İlahiyat kökenliler milli eğitim ve okul müdürü yapılırken, öğretmen yokluğu bahanesiyle imamlar din dersi öğretmeni yapılmaya başlanmıştır.

Peygamberimizin doğum günü, hicri takvim nedeniyle her yıl değişik tarihlerde ve “Mevlit Kandili” olarak kutlanırken, bununla yetinilmemiş ve Kutlu Doğum Haftası ihdas edilmiştir. Ne tesadüftür ki, bu hafta “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” haftasına denk getirilmiş, törenler yönetmeliğe bağlanarak sözüm ona hukuksallaştırılmış, yaygınlaştırılmış ve sayısı hızla artırılan etkinliklerle kutlanıp ulusal egemenlik haftasının üzeri örtülmeye çalışılmıştır.

Din kültürü öğretmenlerinin sayısı, fen ve sosyal bilimlerdeki öğretmen sayısını aşmıştır.

Okullarda artık mescitler açılmakta, öğrenciler kurum araçlarıyla topluca Cuma namazlarına götürülmektedir.

 Bu tablo Türkiye’de ortaöğretimin geldiği son durumu göstermektedir. Kısaca, laik eğitim, geçen sekiz yıl içinde dinselleştirilmiştir.

ORTAÖĞRETİMDE DE TÜRBAN

“Anımsayacağınız üzere, siyasal iktidar geçmişte ‘Tüm liseleri imam hatip liselerine dönüştüreceğiz’ demişti.

İşte yeni tasarımla yapılmak istenen budur. Tüm Anadolu Liseleri, içerik olarak imam hatipleştirilecektir.

Bunu sağlamak için, yukarıda belirttiğimizin dışında iki şey daha yapılacaktır. (ı) Türban yeni sistemde ortaöğretim kurumlarında da serbest bırakılacaktır. (ıı)

Seçmeli din dersi adı altında, ilahiyat öğretimine ağırlık verilecektir.

Böylece, ‘imam hatip eğitimli’ kafalar için yalnız tüm yükseköğretimin değil, harp okullarının da yolu açılacaktır.”]

AMAÇ MEDRESELERİ AÇMAK

Daha önce de yazdığım gibi, bu lise operasyonunun parlak vitrininin ardındaki asıl amacı açıklayalım:

1. Genel liseleri imam-hatip liselerine dönüştürmek;

2. Din adamı yetiştirmek için imam-hatiplerin yerine 1924’te kapatılan medreseleri açmak.

İmam-hatipleri kuruluş amaçlarına göre yeniden kurmadan gerçek bir lise reformu yapılamaz.
Yazının Devamını Oku

Milli eğitime dair

1 Mart 2011
2 ŞUBAT tarihli yazımda Cumhurbaşkanımıza bir kitap tavsiye etmiş idim, bugün işte o kitaptan söz edeceğim. Kitabın yazarı: Prof. Dr. İrfan Erdoğan. İstanbul Üniversitesi, Hasan Â. Yücel Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü Başkanı. 2006-2008 yılları arasında 21 ay Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı görevinde bulunmuş. Kitabın tam adı: Türk Eğitim Sistemi, Eğitim Tarihi, Eğitim Politikası, Eğitim Felsefesi (bağlamında) “MİLLİ EĞİTİME DAİR” (Nobel Yayın Dağıtım). “Bağlamında” sözcüğü bana ait.

PROF. ERDOĞAN YAZIYOR

Ben bir eğitimciye, bir öğretmene, bir aydına, bir yazara, bir politikacıya, bir başbakana, bir cumhurbaşkanına, Devrim Yasaları’na, özellikle de Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na (Öğrenim Birliği Yasası’na) karşı aldığı tavırla orantılı olarak not veririm. Sadece benim değil, aklı başında bütün Cumhuriyetçilerin, Cumhuriyet vatandaşlarının böyle yapması gerekir.
Prof. Dr. İrfan Erdoğan, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na gelmeden önce, Osmanlı Devleti’nde eğitimden sorumlu bir bakanlığın ancak 1850 yılında kurulduğunu yazıyor. “1850’li yıllara kadar uzanan eğitim sistemi çok başlılığa dayalı bir görünüm sergilemekteydi. Eğitimin her ne kadar devletin eliyle ve gözetimiyle yapılması düşüncesi bu dönemde hayata geçmeye başlasa da eğitim, farklı idari işleyişle, felsefe ve içerikle sürdürülmüştür.” (S.4) İrfan Erdoğan daha sonra, bu gözlemi destekleyen alıntılar yapıyor. Biz de yapalım:

DE SALVE 1874’TE YAZIYOR

“Galatasaray Lisesinin ilk yıllarında yöneticilik yapan De Salve 1874 yılında yazıyor: ‘Avrupa’nın hiçbir başkentinde, aynı şehir halkını oluşturan çeşitli gruplar, İstanbul’daki kadar birbirinden bıçakla kesilmiş gibi zıt özellikler taşımaz. Eğitim, her ülkede çocukları ve gençleri ortak kurumlarda toplayıp, onların fikir ufuklarını genişleterek, aralarında yavaş yavaş birlik ve kardeşlik bağları kurarken, burada eğitim şimdiye kadar, daha ziyade her türlü yaklaşımlardan uzaklaşmaya yönelmiştir; çünkü her toplum, parası ile kendi okullarını kuruyor ve eğitim kendi anadilleri ile veriliyor, dini gelenekler ile siyasi art niyetlerin sürüp gitmesine çalışılıyor.” (s. 4-5)
2011 yılında bu memlekette, okulların cemaat ve tarikatlara devredilmesini isteyen sivri akıllılar ile her etnisitenin kendi okulunu açıp yönetmesini isteyen aklıevveller var.

ALİ SÜAVİ, NAMIK KEMAL

Ali Süavi 1870’te şöyle yazıyor: “Yazık ki İstanbul’da eğitim alanında toplumlar arasında birlik yok. Her toplum kendi dilini ve kendi yolunu tutmuş ilerliyor.” (s. 5)
Namık Kemal 1872’de şöyle söylemektedir: “Her cins ve mezhepten çocukların bir arada bulunduğu okullar yapmalıyız. Vatan çocukları bu tür okullardan çıkınca aralarına bölücülük sokmak mümkün olmaz.” (s. 5)
“Cumhuriyetin fikir önderlerinden biri olan Ziya Gökalp de Medreseler, Tanzimat okulları ve yabancı okullar şeklinde ayrışan okulların üç farklı insan tipi yetiştirdiğine işaret ederek bu problemin toplumdaki ayrışmaya yol açtığını ileri sürmüştür.” (s. 5)
Bu nedenle, Cumhuriyet’in cumhurbaşkanları, başbakanları, bakanları, milletvekilleri, bütün memurları, bütün aydınları Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu korumak ve savunmak zorundadır.

Ama ne yazık ki, bu ülkede imam hatipleri egemen kılmak isteyenler, barış(!) için anadilde eğitimi savunanlar var. Oysa 1870’li yıllarda bunların sakıncalarını söyleyenler vardı.
Yazının Devamını Oku

Hasan Âli Yücel Sempozyumu

27 Şubat 2011
CUMHURİYET Devrimi devam etseydi Hasan Âli Yücel’den sonra Milli Eğitim Bakanı olmak son derece zor bir iş olurdu, ama karşı devrim sürecinde ondan sonra gelenlerin işi çok kolay oldu: Onun kurduğunu bozdular, onun yaptığını yıktılar. Tamı tamına 65 yıldır bozup yıkıyorlar. Hâlâ temellere kadar inemediler. 1 Mayıs 2009 tarihinde bakan olan Nimet Çubukçu da yıkmak ve bozmak zorunda. Elhak bunu çok iyi yapmakta.
* * *
4 Mayıs 1920 ile 27 Şubat 2011 tarihleri arasında, 91 yıl içinde, tamı tamına 73 Milli Eğitim Bakanı. Ama Milli Eğitim Bakanı denince akla sadece Hasan Âli Yücel’in bakanlığı (28.12.1938-05.08.1846) geliyor. H. Â. Yücel’den önce bakan olanlar arasında da değerli insanlar var ama bunlardan dördü (Hüseyin Vasıf Çınar, Mustafa Necati Uğural, Reşit Galip, Saffet Arıkan) çok önemli.
Yirminci Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’den görevi Reşat Şemsettin Sirer aldı ve karşı devrim başladı. Geriye kalan 53 bakan içinde sadece Fehmi Yavuz, Bedrettin Tuncel, Mustafa Üstündağ belki yıkıma katılmamıştır. Ötekilerin hepsi yıkıcı sayılabilir. En azından amacından saptırılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu gerçek eksen ve yönüne oturtmayı denemedikleri için...
* * *
Hasan Âli Yücel’in adı Köy Enstitüleri ile bitişik durur. Köy Enstitüleri’nin amacı dünyayı ve hayatı bilim, özgürlük ve demokrasi yönünde değiştirmek idi. Köy Enstitüleri’ne toprak reformu eşlik edecek ve toplum çağdaşlaşarak demokrasiyi aşağıdan yukarıya doğru kuracaktı. Feodal yapı ve mütegallibe buna izin vermedi.
Muammer Erten 13 Şubat yazımda sözünü ettiğim kitapta (s. 271) İnönü’ye Köy Enstitüsü’nü neden kapattığını sorar. İnönü, açık tutmaya gücünün yetmediğini söyler: “Kurultaylarda Enstitüler aleyhine bir cereyan başladı. Ben bunların doğru olmadığını yerine giderek tesbit ettim, ama bu o kadar yoğunlaştı ki grubu etkiledi. Grubun büyük bir çoğunluğu Köy Enstitüleri’nin aleyhine döndü. Bakanlar içinde Köy Enstitüleri’ne karşı vaziyet alanlar çoğaldı. En çok da bu konuda Köy Enstitüleri’nden şikâyet edilenlerin başında Milli Eğitim Bakanı Yücel’le, Genel Müdür Tonguç hedef alınıyordu. O sırada ordudan, rahmetli Mareşal Fevzi Çakmak’tan (1876-1950), o Genelkurmay Başkanlığı’ndan ayrılmadan önce, yoğun şikâyetler başladı. Mareşal ‘Bu komünist yuvalarını ne zaman kapatacaksın?’ diye soruyordu. Mareşal bunu adeta bir mesele haline getirmişti.”
Demokrat Parti 1951 Tevkifatı’nda ülkede ancak 187 komünist bulabildi.
* * *
İzmir Balçova Belediye Başkanlığı ile Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği’nin 25-26 Şubat 2011 tarihinde Balçova’da düzenlediği sempozyum adeta, ölümünden 50 yıl sonra, Hasan Âli Yücel’den özür dilemeyi amaçlıyor. Akademisyen, yazar, düşünür, gazeteci, politikacı 90 katılımcının konuşma metinlerinden oluşan 768 sayfalık görkemli kitap Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği tarafından yayınlandı. Mutlaka okunması, incelenmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir kitap. Özellikle iktidara hazırlanan CHP okumalı.
Bana Cumhuriyet devrimlerinin simgesini soracak olursanız, laiklik ve Köy Enstitüleri’dir derim. Karşı devrim ise laik cumhuriyet karşıtlığı ve imam hatip okullarıdır.
Yazının Devamını Oku