Füsun Saka

Menopoz Bir Hastalık Değil, Hayatın Bir Evresidir…

19 Ekim 2019
İstanbul Kent Üniversitesi Rektörü, Kadın Hastalıkları, Doğum ve Perinatoloji Uzmanı Prof Dr. Zehra Neşe Kavak ’18 Ekim Dünya Menopoz Günü’ dolayısıyla yaptığı açıklamada menopoz döneminin önemini ve menopoz dönemini sağlıklı, kaliteli geçirmenin yollarını anlattı.

Prof. Dr. Zehra Neşe Kavak menopozun tanımını, ‘Menopoz aslında geniş bir kavram ancak sözlük anlamı olarak son kez adet görmek anlamına geliyor, tıbbi tanım olarak bir sene içerisinde hiç adet görmemek.‘ olarak yaptı.

Bu süreci menopoz öncesi ve menopoz sonrası olmak üzere iki gruba ayırdıklarını ve menopoz sonrası dönemde kadınların adetten kesildiğini, hormonal durumda total bir değişiklik olduğunu söyleyen Dr. Kavak menopoz sonrası dönemde kadınlık hormonu olan östrojen hormonunun vücutta düşmesine dikkat çekti ve şöyle devam etti:

‘Biz menopoz sürecini menopoz öncesi (premenopoz) ve menopoz sonrası (postmenopoz) olmak üzere iki gruba ayırıyoruz. Menopoz sonrası dönemde kadınlar adetten kesiliyor. Ve hormonal durumda total bir değişiklik oluyor. Hormonal değişikliğin en önemli etkisi östrojenin vücutta düşmesi. Çünkü östrojen hormonu kadına gençlik veren en önemli hormon. Östrojen seviyesinin menopozla beraber düşmesiyle bazı bulgular kendini göstermeye başlıyor. Bu bulgulardan en önemlileri; durup dururken özellikle yüz bölgesinde kızarma ile birlikte sıcak basması, durup dururken terleme nöbetleri, gece uykuda terlemeler, depresyona eğilim, mod değişiklikleri, çabuk sinirlenme, çevreye uyumda kontrolü kaybetme, sıcak basması, fenalık hissi, kendini huzursuz hissetme gibi şikayetlerdir. Tabi bunun yanında bazen adet düzensizlikleri de görülebilir. Adetlerde hafif hafif aksamaların başlaması, miktarının azalması, bir olup bir olmama durumunun yaşanması gibi şikayetler görüyoruz. Bazen de pat diye adetten kesilen bir hasta grubu da var.  Bu şikayetlerin çok şiddetli seyrettiği kadınlarda seçici olarak hormon tedavisi verilebilir. Hormon tedavisi meme kanseri riski olmayan, sigara içmeyen kadınlarda, kontrollü olarak belirli bir süre verilebilir. Duruma göre 1-1.5 yıl kadar… Ancak hasta 35-40 gibi çok erken yaşta menopoza girdiyse o zaman vereceksiniz. Hastanın gençlik halini, kemik yapısını korumak, kolesterolünü düşük tutmak için senede bir kez mamografisini çektirerek kontrollü bir şekilde hormon tedavisi verilmelidir. Bu dönemde östrojenin kemikler üzerindeki koruyucu etkisi ortadan kalktığı için kemik yoğunluğu da hızla azalmaya başlar. Bazı hasta gruplarında bu şikayetler çok belirgin olabilirken bazı hasta grubu da bu süreci hiç bir şikayeti olmadan çok rahat geçirilebiliyor. Bu gibi bir durumda hormon tedavisini gerekli görmüyoruz. Genellikle bu tür durumlarda çevresel faktörler çok önemli. Dış dünyaya açık, konuşkan, sıcak, işi gücü olan hanımlarda bu şikayetleri daha az görüyoruz ama daha içine kapanık, kendi halinde, her şeyi içine atan hanım grubunda bu menopoz şikayetlerinin çok daha ciddi seyrettiğini ve bu hasta grubununda daha çok tedaviye ihtiyaç duyduğunu belirtmek isterim.’

Menopozda genetik yatkınlığın altını çizen Dr. Kavak, ‘Şaşırtıcı bir biçimde 30-35 yaşlarında menopoza girmiş bir hasta kitlesi de var. Eğer anneniz, anneanneniz, teyzeniz erken menopoza girmişse sizinde erken menopoza girme şansınız daha yüksek ama onlarda geç menopoz varsa sizde geç menopoza gireceksiniz gibi bir genetik yatkınlık söz konusu. Menopoz anne ve anne tarafı geçişli olarak etki gösteriyor’ ifadelerini kullandı. 

Menopozun bir hastalık olmadığını, hayatın bir evresi olduğunu ve  olumsuz etkilerini hormonla bertaraf etmenin zararlarının görüldüğünü belirten Prof. Dr. Kavak, menopoz sürecini sorunsuz ve kaliteli geçirmek isteyenlere düzenli egzersiz ve terlemeyi, su içmeyi, 14 saatlik açlıkları, proteinden zengin beslenmeyi ve sıcak basmalarına karşı da arı polenini önerdi. Menopoz süresini ileriye atabilmek, hiç olmazsa olması gereken yaşta olmasını sağlayabilmek içinde bazı sağlık ve çevresel faktörlerde dikkatli davranılması gerektiğini söylerken kadınları sigara içmemeleri, çok ağır spor yapmamaları, dengeli ve çevresel faktörleri dikkate alarak beslenme programı izlemeleri konusunda uyaran Prof. Dr. Kavak kendi yaşam tarzından örnekler vererek menopoz dönemini genç ve zinde geçirmek için beslenme ve egzersiz önerilerinde de bulundu. Bu önerileri şu sözleriyle ifade etti: ‘’ Menopoza girdik, yaşlanacağız, ölüm yaklaşıyor’ travmaları yaratmamalı. Menopozdan sonra koca bir ömür var önümüzde… Erken yaşlanmamak için düzenli egzersiz ve sağlıklı beslenme şart. Haftada 2-3 gün yoga, pilates, diğer günlerde de 1-1.5 saat tempolu yürüyüş hem kalp, hem damar hem ruh sağlığı hem de kemikler için çok önemli. Egzersiz ile formunu, postürünü koruyorsun, terlediğin için cildini koruyorsun. Yanı sıra günde en az 2.5 litre su içilmeli. Yaşlanmanın yüzde 80’i su  ve egzersizdir. Bunun haricinde proteini yeterince aldığımız bir diyete önem vereceğiz. Akşam 6’dan sonra yemek yememeli. Ertesi gün de kahvaltı 9-10 gibi yapılırsa 12-14 saatlik açlıklar gerçekten metabolizma ve kilo kontrolü için çok önemli. Menopozla birlikte kilo alma süreci de hızlanıyor. Aldığınız her lokma 7 çarpanla bünyeye giriyor. Ancak eğer diyetinizde protein almazsanız kastan kaybediyorsunuz, bademden ne kadar protein alabiliriz ki? Kası korumak için günde 2 kilo badem yemek gerekir! Kendi adıma yağsız peynir ve yumurtamı hiç eksik etmem. Öğlenleri etimi yerim. Kemik suyumu ihmal etmem. Kuzu kalça kemiği ve dana kalça kemiğini bir tencere su içerisinde kısık ateşte 6-8 saat kaynatıp içerisine az miktarda sirke ilave edin. Kemik suyunuzu haftalık yapıp her gün bir çay bardağı içebilirsiniz. Kemik suyu tam bir kollajen deposudur ve faydası saymakla bitmeyecek kadar çok. Kollajen için yapay tabletler satılıyor. Onları almak yerine bu şekilde doğal tüketmek çok daha faydalı. Cilt, kemik, kıkırdağın etken maddesi, yaşla beraber doğal süreçle azalıyor ve cilt tonunu kaybediyor. Bu nedenle kollajen takviyesi çok önemli. Ben kemik suyunun yanı sıra her gün yeşil içecek içiyorum. 10-15 yaprak ıspanak, 10-15 adet dereotu, 10-15 adet maydanoz, bir yeşil elma , iki salatalık, ceviz büyüklüğünde kök zencefil ve taze zerdeçal ve limon kabukları soyulduktan sonra 45 dakika kadar sirkeli suda bekletiyor daha sonra katı meyve sıkacağında sıkıp her gün içiyorum. Diğer içeceğim ise bir çorba kaşığı rendelenmiş taze zerdeçal, bir çorba kaşığı kök zencefil rendesi, 4-5 limon dilimi ve yarım limon suyu bir bardak kaynar suya katarak sıcak şekilde içiyorum. Bu iki içecek özellikle bağışıklık sistemi ve vücudu alkali yapıyor. Çünkü çoğunlukla hastalıklar asidik vücut yapısında oluşur. Vücudumuzu alkali tutmaya özen göstermeliyiz. Ek olarak günde 2.5 litre alkali , cam şişede su içmeli.’ 

Menopoz yaşına ve uzayan insan ömrüne de dikkat çeken Prof. Dr. Kavak sözlerini şöyle tamamladı:

‘Menopoz artık çok önemli bir kavram olmaya başladı. Çünkü insan ömrü uzadı. Eskiden bundan yüz yıl önce dünyada ortalama ömür 55 - 60’ dı. Bu nedenle menopoz döneminden sonra yaşanacak uzun yıllar yoktu. Şimdi istatistiklere baktığımız zaman Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre dünyada ortalama ömür kadınlarda 85 erkeklerde 80 gibi. Türkiye’de de aşağı yukarı aynı erkenlerde 78 kadınlarda 82 gibi. Belki bundan 100 yıl sonra ortalama ömür 90- 95 olacak. İnsan ömrü uzadıkça dönemlerinde önemi ortaya çıkıyor yani menopoz sonraki dönemin önemi ortaya çıkıyor. 50 yaşındaki bir kadın zamanında çocuğuna baktığı gibi kendisine bakacak, işi gücü kendisi olacak. 50’den sonra yediği şeylere ilaç muamelesi yapacak. Öyle abur cubur yemekler, sağlıksız kaçamaklar olmamalı. 50 yaşından sonra düzenli check-up da çok önemli. Bu nedenle senede bir kez jinekolojik muayene, smear testi, jinekolojik ultrasonografi, iki yılda bir de mutlaka Mamografi yaptırılmalı. Menopoz sonrası daha geçirilecek 30- 35 yıl var diyebiliriz. Bundan 100 yıl önce bu anlam ifade etmiyordu. Çünkü menopoza giren kadın ölüyordu neredeyse ama şimdi menopoza giren bir kadın ortalama ömüre bakacak olursak bir 30 yıl daha yaşayacak demek. Böyle bir gerçek önümüzde dururken bu devirde mümkün olduğu kadar daha dinç daha dinamik daha sağlıklı daha aktif nasıl geçirebilir hanımlar diye tıbbın bir derdi var. Bunun üzerinde bu yüzden eğiliniyor bu yüzden menopoz gün geçtikçe daha popüler oluyor. Bu yüzden menopozdaki tedavi yöntemleri ya da beslenme yöntemleri daha fazla gündemde kalıyor. Yani bu 30 yılın nasıl geçirileceği ile ilgili bir olay bu. Menopoz için ortalama yaş 49.5- 50 . Ama bu menopoz yaşını öne çekmek ya da biraz ertelemek bizim elimizde. Mesela yoğun sigara kullanımı menopoz yaşını öne çekiyor. Aynı şekilde kemoterapi, radyoterapi gibi bazı tedavi yöntemleri yine erken menopozu tetikliyor. Ani stresler, büyük üzüntüler de menopozu öne çeken diğer faktörler arasında sayılıyor. Çevresel faktörlerle kirlenmiş beslenme yöntemleri ile de menopozun çok daha erken başladığını görüyoruz. Menopoz dönemini daha ileriye atabilmek için bazı sağlıkla ilgili ve çevresel faktörlerde dikkatli davranmakta yarar var.’

Yazının Devamını Oku

NLP İle Zihinsel Detoks

12 Temmuz 2019
Duyular, duygular, kullanılan dil ve davranışlar arasındaki bağlantıları inceleyen NLP, yani beynin dilinin yeniden kurgulanması hayatınızdaki pek çok soruna farklı bir açıdan, hatta karşıdan bakmanızı sağlıyor.

Uzun yıllardır NLP Uzmanı ve Eğitmeni olan Cengiz Eren, NLP teknikleri ve değişim süreçleri hakkında bilgi verirken, “NLP İle Zihinsel Detoks değişim sürecinizi kendi kararlarınızla organize etmenizi ve hayatınızı yönetmeye başlamanızı kolaylıkla sağlayabilir” diyor. Peki hangi durumlarda NLP ile tanışmanızda fayda var? Eren’e göre; ”Kaza geçirdiyseniz, ameliyat olduysanız, bir yakınınızı kaybettiyseniz, doğum yaptıysanız, donup kaldıysanız, nedenini bilmeden ağlamaya başlıyorsanız, kendi saçlarınızı veya kaşınızı koparıyorsanız, sınavlarda bildiğiniz soruları cevaplayamıyorsanız, başkalarının ne yaptığını sürekli olarak sosyal medyadan takip ediyorsanız, iş ve özel hayatınızdan istediğiniz sonuçlara ulaşamıyorsanız, aşırı kilo alıp veremiyorsanız,karar veremiyor ve harekete geçemiyorsanız, sürekli sinirlenip patlamalar yaşıyorsanız, cinsellik yaşadıktan sonra gözyaşı döküyorsanız, uçak, deprem, panik atak benzeri korkularınız ve bunlardan sadece biri bile var ise. mutlaka bu yöntemle tanışmanız size yarar sağlayabilir.

Kaynaklarınızı yeniden kullanın

Zihinsel Detoks kişinin kendi kaynaklarını kullanabilmesi, farkında olmadan yaratılan sınırların ötelenebilmesi ve yaratıcılığın kullanılabilmesi amacı ile uygulanıyor. Bu şekilde kişi yeniden kaynaklarını kullanabilir hale geleceği gibi, panik atak, uçak korkusu, sınav stresi, deprem korkusu, depresyon benzeri durumlardan da kolaylıkla kurtulabiliyor. Bu değişim bu kadar kolay gerçekleşebilir mi? diye sorguluyorsanız, farkında olmadan gösterdiğiniz değişime direncin farkına varmanız gerekiyor.

Eren süreci özetlerken şunları söylüyor: “Beynimize aktarılan sayısız bilgi ve yaşadıktan sonra anlamlandırdığımız binlerce tecrübe var. Bu tecrübelerden bazılarını iyi bazılarını da kötü olarak hatırlıyor ve hatırladığımızda da geçmişte yaşadığımız duyguları yeniden ve yeniden artarak hissediyoruz. Bir de hiç farkında olmadığımız hayatımızı, yaşadığımız modeli etkileyen stratejilerin arka plandaki etkileri kişinin istenen sonuçlara ulaşmasını da engellediğinde durum biraz daha karışık gibi görünüyor olabilir. Ancak fark edilmesi gereken zihinsel sistemin mükemmel ve mantıksız çalıştığı. Sistem yaşadıklarımıza ait duyguları ve oluşan stratejileri kullandığı için benzer sonuçları almaya devam ediyoruz. Yaşanan tecrübelerin duygusal etkileri ortadan kalktığında ise sistem mükemmel çalışacağı için kişi kaynaklarına uygun ve istenen sonuçlara kolaylıkla ulaşabilecektir.”

NLP ile Zihinsel Detoks Sonuçları

Yazının Devamını Oku

Hayatımızın İlk Altı Ayı Bugünkü Psikolojik Durumumuzu Belirliyor

28 Haziran 2019
Yetişkinlikte yaşadığımız bağımlılıkla ilgili olumsuz sorunların temellerinin, hayatımızın ilk altı ayında atıldığını biliyor muydunuz?

Bağımlı anne çocukları

Kimi zaman çevremizde gördüğümüz bağımlılık sorunu yaşayan insanlar aslında bağımlı annelerin yetişkin çocuklarından başkaları değil. Sevdiği insanları kaybetmektense ölmeyi bile tercih edecek olan bu insanlar, psikiyatrinin acil vakaları olarak da adlandırılıyor çünkü çektikleri acı fiziksel acılardan bile fazla olabiliyor ve bu acılarını dindirebilmek için intiharı deneyebiliyorlar.

Terapistler, doğduklarında çevreleriyle hiçbir ilişkisi olmayan bebeklerin ikinci aydan itibaren çevresindeki diğer şeyleri fark etmeye başladıklarını ve özellikle de kendisine bakım veren birinci kişiyi tanıdıklarını belirtiyor. psikiyatrlara göre; ilk 6 ay bebeğin hayatındaki en önemli dönem. Bu dönemde bebeklerin kendilerine yönelik bir duyguları da (sevinmek, gülmek gibi) olmuyor ve kendisine kim bakıyorsa, o bakan kişinin duygularını ayna gibi yansıtıyor. Sonrasında bebek, kendi getirdiği özellikler ve yansıttığı duyguları karıştırarak kendine ilişkin bir ruhsal sistem yaratıyor. İşte bu noktada bebekle anne arasında kurulan ilişki, annenin bebeğin dilinden anlaması çok önemli. Çünkü bebekler kendisine bakan kişinin onun dilinden anlayıp anlamadığını fark ediyor.

Bağlanma sorunu

Anne yoksunluğunun bebekte, bebeklik depresyonu yarattığı pek çok araştırma ile kanıtlanmış. Bu bebekler yetişkin olduklarında davranış bozuklukları sergileyebilir, ilişki kurma sorunları olabilir, sosyal ilişki kurmada sıkıntı yaşar, başkalarının onları anlamadığını düşünür, kendileri de diğer insanları pek anlamaz ve temel güven duygusunu alamadıkları için kendileri dahil kimseye güvenmezler. Ve temel güven duygunuz yoksa, depresyon başta olmak üzere her türlü ruhsal soruna kapı açılıyor. İçe kapanma, çevreden kopma, yanlış ilişkiler kurma gibi sorunlar başlıyor. Kendini yetersiz, beceriksiz görme gibi durumlar gelişiyor. Bu kişiler her türlü yönlendirmeye açık oluyor.

Aslında bu çocuklar büyüdüklerinde iki temel farklı eğilim gösteriyor. Bir kısmı ilişki kuramayıp tamamen kendine dönük oluyor, selamı bile zor veren insanlar haline geliyor. Bir kısmı da çok fazla insanla ve sorgulamadan ilişki kuruyor.

FÜSUN SAKA

Yazının Devamını Oku

Hamilelikte Annenin Psikolojisi Bebeği Etkiler mi?

7 Haziran 2019
Doğum; sadece bir bebeğin dünyaya gelmesi değil, çiftin anneliğe ve babalığa da doğuşudur aynı zamanda ve insanoğlunun hikayesi doğduğu anda değil anne - babanın zihnine düştüğü anda ve atalarından gelen aktarımlarla şekillenir. Uzman Klinik Psikolog Merve Kırna anlattı.

Rahim bebeğin ilk dünyasıdır

İnsan dünyanın şekillenmesinde gerek doğum öncesi, gerek doğum sonrasında bir çok etken bir araya gelerek kişilik oluşumunu etkilemektedir. Yaşanan tek bir olay kişiliği oluşturmaz, örüntüsünü oluşturur. Cenin görebilen, duyabilen, tat alabilen ve yetişkin gibi olmasa da hissedebilen bir varlıktır. Nasıl ki hamileliği boyunca bir annenin sigara, alkol, bazı ilaçları almasının anne karnındaki bebeğe olumsuz etkileri varsa aynı şekilde annenin duygu ve düşüncelerinin de bebeğe olumlu/olumsuz etkileri olabilmektedir. Bebeğin anne karnında hissettikleri ve algıladıkları kendisiyle ilgili beklenti ve davranışlarını da şekillendirmeye olanak tanır, ayrıca doğduktan sonra çocuğun kendini nasıl gördüğü sonucunda oluşan davranış paternleri, bağlanma şekli kısmi olarak anne karnında aldığı mesajlarla temellenmektedir. Rahim bebeğe bir yuva olduğu gibi onun hayattan beklentilerini de oluşturur. Eğer sıcak ve sevgi dolu bir yer olduysa bebek için rahim, çocuk doğduktan sonra dış dünyanın da böyle olmasını bekleyecek ve güven duygusu gelişiminde, dışa dönük olmada ve kendine, başkalarına güven konusunda yatkınlıklarını belirleyecektir. Bunun aksi olduğunda rahim bebek için zor bir ortam olduğunda doğduktan sonra bebek dış dünyadan aynı şeyleri bekleyecek içe kapanık, şüpheci, kendine ve başkalarına güvensizlik eğilimlerini oluşturacaktır.

Dünyada prenatal (doğum öncesi) ve perinatal (doğum anı) psikolojisi olarak bilinen bu alanlar hamile annenin psikolojisi ve doğmamış bebeğin psikolojisini incelemektedir. Fetüsün anne karnında neler öğrenebildiği, nelerin onu etkilediği ve bunun yanı sıra neleri kayıt ettiğine dair araştırmalar yapılmaktadır.

Yapılan araştırmalar göstermiştir ki; hamileliğinde aşırı strese maruz kalan anne adaylarının sadece kendisi etkilenmekle kalmıyor yaşadığı stresten anne karnındaki bebeği de etkileniyor. Bunun başlıca nedeni olarak yaşanan stres, korku, kaygı durumunda kortizol ve adrenalin hormonlarının plasenta aracılığıyla bebeğe geçebilmesidir. Sürekli stres altında geçirilen hamileliklerde bebeklerin; erken doğması, doğum kilosunun düşük olması, gelişiminin olumsuz etkilenmesi, doğum komplikasyonlarının artması, ileriki yaşlarında daha kaygılı bir yapıya sahip olabileceği saptanmıştır. Dr Stott 1300 çocuk ve ailesiyle yapılan bir araştırma sonucuna göre iyi gitmeyen bir evliliğin, rahimde oluşabilecek fizyolojik ya da duygusal zararı önemli etken olarak görmektedir. Yapılan çalışma sonucunda; zor bir evlilik yaşayan kadınların duygusal ya da fiziksel olarak zarar görmüş çocuk doğurma oranlarının güvenli, huzurlu, iyi ilişkileri olan kadınlara göre % 237 daha yüksek olduğu bulmuş ve araştırmanın bulgularına göre iyi gitmeyen ilişkiden doğan bebeklerin, huzurlu evlilikten doğan bebeklere göre 5 kat daha gergin ve korkak olduğu, 4,5 yaşlarında ise bu çocukların yaşıtlarına göre daha ürkek ve duygusal olarak anneye bağımlı olduklarını göstermiştir. Bu bağlamda gebelik sürecinde psikososyal desteğin düzeyi, ruh sağlığı ve fetüsün sağlığı açısından oldukça önemlidir.

Hamile ve doğum psikoloğunun önemi

Hamilelik süreci çok özel bir andır. Sadece fizyolojik değil, zihinsel ve psikolojik etmenleri de barındırır içinde. Hamilelik süresinde anne ve baba adayı kendi ebeveynlik ile ilgili süreçlerini, geçmiş ailevi deneyimleri ile birlikte düşlemlemeye başlar. Bebek ile ilgili düşlemler, hormonların etkisi, hamileliğin getirdiği fizyolojik, psikolojik değişimler ile birlikte anne adayında; bebeği ile ilgili kaygı, doğum ile ilgili korku ya da farklı kaygı ve korkular gelişebilir.

Yazının Devamını Oku

Adrenalin İsteği ile Aldatma Arasında Bir İlişki Var mı?

23 Mayıs 2019
Aşktan bahsedince hemen arkasında duran ve aşıklara sinsice göz kırpan bir gerçek olan aldatma, neredeyse her ilişkinin sonunu belirleyen bir kader gibi. Hemen itiraz etmeyin. İstisnaları bunun dışında tutuyoruz. Ama, insanların hayatlarını karartan aldatma nerede başlıyor, nerede bitiyor? Bir kadının ya da bir erkeğin bir başkasıyla beraber olması mı, yoksa bunu istemesi mi aldatma? Sınırları kim çizebilir?

Aldatma üzerine araştırmalar

İngiltere’de yapılan bir araştırmaya göre; kadınlar ‘aşık oldukları için’, erkekler ise karşı cinsin cazibesine kapıldıkları için’ aldatıyor. Erkeklerin yüzde 44’ü karşı cinsin fiziksel cazibesine kapılıyor.

Kadınlarda ise ‘aldatma sebebi’, yüzde 50’ye yakın oranla ‘aşk’.

Kadınların diğer ağırlıklı ‘aldatma sebepleri’ de evliliklerinde yaşadıkları mutsuzluk. Aldatma, ‘sevgililer’ arasında daha çok yaşanıyor. Evli çiftlerde aldatma oranı yüzde 21. Beraber yaşayan sevgililerde yüzde 51.

Mutsuzluk, hayal kırıklıkları tabii ki aldatmayı tetikliyor ama, çiftlerin birbirine sadakatsiz olmasında genetik faktörlerin etkili olduğunu ileri süren bilim insanları, sadakatsizliğe tek bir genin değil, üç ayrı kromozomda yer alan birçok genin neden olduğunu tespit etmiş. Ayrıca insanlarda adrenalinin yükselmesini arzulatan genlerin aynı zamanda aldatma eylemini de tetiklediği düşünülüyor. Yani beynimizde daha hızlı motosiklet kullandıran genle, sadakatsizlik yaptıran gen aynı.

Psikiyatr Armağan Samancı belli kişilik yapılarının aldatmaya daha eğilimli olduğunu belirtiyor. Samancı, “Bir grup insanın ilişkilerinde daha süreksiz olduğu, farklı ilişkilere kaydığı görülüyor ve yine bir grup insanın cinsel çekiciliğe çabuk kapıldığı da biliniyor. İnsanların kişilik özellikleri genler ve sosyal çevre tarafından belirleniyor. O nedenle aldatmayı belirleyen genetik özelliklerin olma ihtimali yüksek fakat bunun bir gene bağlanması doğru olmaz. Tek bir geni aldatmayı açıklama ihtimali düşük. Biliyoruz ki hem psikiyatrik rahatsızlıklar hem kişilik özellikleri çoğul genlerin fonksiyonu olarak ortaya çıkıyor” diyor.

Kadını duygusal, erkeği cinsel aldatma acıtıyor

Yazının Devamını Oku

Fobinizi Karşınıza Alıp İzleyin

15 Mayıs 2019
Fobilerin erkeklerde görülme oranı yüzde 7, kadınlarda ise yüzde 9 ve genetik faktör oldukça etkili. Fobi yaşayanların, birinci dereceden akrabalarında fobilerin herhangi biri mutlaka görülüyor.

Şartlanmayla ilgili fobiler, özellikle çocukluk çağlarında yaşanan travmalardan kaynaklanabiliyor. Çoğunlukla realitede karşılığı olmayan fobilerin kimileri ise deprem gibi gerçek nedenlerden kaynaklanabiliyor. Psikiyatr Dr. Serdar Serdaroğlu “Hayatımız boyunca pek çok şeyden korktuğumuzu ancak, korkularımız ruh sağlığımızı ve hayatımızın dengesini bozmaya başlarsa ve korktuğumuz nesneleri, durumları hatırladığımızda bile kendimizi kötü hissediyorsak artık fobilerimiz ortaya çıkmış ve bizi yönlendiriyor demektir” diyor.

Yüzleşmek çok önemli

Fobiler hayatımızı kimi zaman kabusa döndürse de kurtulmak için kolay uygulanabilir yöntemler de var. Mesela fobilerimize konu olan, fobilerimizi yaratan olgularla yüzleşmek gibi. Psikiyatr Dr. Serdar Serdaroğlu, yüzleştirme yönteminin, öğrenilmiş fobilerde çok işe yaradığını belirtiyor. Yüzleşmeyi, bir duruma maruz kalmakla açıklayan Serdaroğlu, bu yönteme ilişkin olarak şunları söylüyor. “Kişi öncelikle, kendisini rahatsız eden bir nesneyi hayal ederek işe başlamalı. Buna imajinasyon diyoruz. Bunu yapmak gerekiyor çünkü kaygı duyulacak nesne görülmeden evvel, onu düşününce bile kaygının tüm belirtileri başlıyor. Bazen de panik atak bile yaşanıyor. Fobileri olan ve onlardan kurtulmak isteyenler, öncelikle kendisinin bu işi alt edemediğinin bilincine varmalı. ‘Bu korku nedeniyle, bu duyguları yaşıyorum’ diyebilmeli. Mesela örümcekten korkan biri aslında örümcek fikrinin yarattığı kaygıdan dolayı fobi yaşadığının ve o fikir aklına gelince heyecan duyduğunun farkına varırsa, kaygı sırasında olumsuz duyguların canlandığını bilir. Kişi bunu kavrandıktan sonra fobisine kaynak olan nesneleri, hayalinde en uzaktan en yakına doğru getirerek canlandırmalı. Sadece böceğe fobisi varsa hayalinde o böceği canlandırarak bu hayal sırasında duyduğu heyecanı sıfırlayana kadar buna devam etmeli. Sonrasında bir fotoğrafta o böcekle karşılaşarak ve fotoğrafı da uzaktan, yakına doğru getirerek heyecanının azaldığı noktaya kadar bunu yapmalı. Önce hayal ederek, hissedilen korku ve endişe sıfırlanıncaya kadar yaşanan bir aşama var. Sonra fotoğrafa bakabilmek aşaması geliyor. Yani önce soyut bir tedavi, sonra somut tedaviye geçmek gerekiyor. Fobiyle yüzleşme sırasında, hayal edilen ve sonra fotoğrafına bakılan böceğin kendisini, belki ölü olarak görmek ve ona dokunabilmek gerekiyor. Korkunun sıfıra indiği noktada dokunabilmek mümkün oluyor zaten. Ölü böceği de tabii ki yine uzaktan başlayarak yakına kadar getirmek sonra dokunmak lazım. Bazı fobik kişiler terapisiz olarak bu yöntemi kendilerine uygulayabilir ama kimi zaman terapistler de yardımcı olur. Bazen serotonin dengesini korumak için ilaçlar verilmesi gerekiyor çünkü beynin serotonin sistemindeki bozukluk, strese ve fobiye alt yapı hazırlıyor” diyor.

Fobilerin tipleri

Psikiyatr Serdaroğlu’nun iş yaşamı boyunca karşılaştığı fobilerin en çoğunun açık alan fobisi olduğunu söylüyor.

Açık alan fobisini, araba kullanırken tünelden, köprüden geçme fobisi, kapalı alan fobisi izliyor. Kapalı alan fobileri daha çok asansör ve uçakta ortaya çıkıyor. Kişi artık bu araçları kullanamaz hale geliyor. Bazıları ise bu araçlara biniyor ama diğerler insanlara göre aşırı heyecan yaşıyor. Uçak fobisinde en büyük sorun kapıların kapandığı an başlıyor, yani orada kapalı kalma duygusu onları korkutuyor.

Dünyada fobilerle ilgili yapılan araştırmaların sonuçlarından ortaya çıkan bir gerçek ise en çok görülen fobilerin basit fobiler olduğu yönünde. Genellikle bir nesneye; böcek, kedi, fare, köpek, gibi belirli bir objeye ve özel duruma bağlı fobiler bunlar. Listenin ikincisi ise sosyal fobi ki bu daha kompleks bir fobi ve küçük yaşlarda çekingenlik ile başlıyor. Bu çocuklar çekingen sanılıyor ama bir süre sonra toplumdan uzak, içine kapanık oluyorlar. İnsanlar bu kişileri, soğuk kendini beğenmiş sanıyor ama onlar topluma girmekte zorlanıyorlar.

Yazının Devamını Oku

İlişkide Tanıdık Olanı Seçerek Kaybediyoruz

8 Mayıs 2019
Her ilişkinin dinamiği farklıdır. Kiminde partnerine dünyayı zindan edecek kadar kıskanç bir sevgili, kiminde ilişkinin içinde kalmayı beceremeyen ergen davranışlı bir adam ya da kadın ve sonunda kaçınılmaz olarak gelen ayrılıklar… İlişi terapisti Mine Eren ile aşkı konuştuk…

Daha çok kadınların verici davrandığı erkeklerin ise umurunda olmayan ilişkiler var. Bu problemi oluşturan nedir?

Kadının ve erkeğin ilişkide olma hallerinden bahsedersek; her ilişki kendi içinde farklı bir dinamiğe sahip ama burada bir tiplemeden, kendini feda eden insandan söz ediyoruz. Kadın tarafından bakınca insan niye fedakar olur? Bunun iki açıklaması var. İlişkiye devam edebilmek için hoşgörülü olmayı seçen biri ile acizlikten ilişki içinde kalan biri farklıdır. Hoşgörülü sadakat farkındalıkla yapılır ama bunu hiç istemesek de başka seçeneğimiz olmadığı yani çaresizlikten böyle yaptığımız bir durum da var. Ve çaresizlikten yapmakla bilerek yapmak arasında çok büyük fark var.

Razı gelmek ayrı rıza göstermek ayrı. Rıza bilinçli yapılır. Rızanın içinde kabul vardır. İlişkinin içinde kalmak istediği için, insan fedakarlık yapabilir bu ayrı. Kişi neden fedakarlık gösteriyor öncelikle bunun farkına varması lazım. Ben yeterince güçlü olsam bu fedakarlığı yapar mıyım? diye sormalı. Bunun içinse insanın kendine saygısının yüksek olması gerekiyor. Eğer benlik algım pozitifse duruşumla kendimden eminim demektir. Benlik değerinin düşüklüğünde ise bir başkasının beni yükseltmesini isterim ve onay ararım. İlişkilerde tercih yapabilmek için benlik değerimizi artırmamız lazım.

Sonu gelmeyecek ilişkiler hangileri?

Bizlerin mevcut beni, olmayı arzuladığı beni, bir de insanların bizi gözlediği benimiz var. İlişkilerin ilk zamanlarında mevcut beni geriye çekiyoruz. Bu çok kötü değil ama sonra ilişkiyi yaşandıkça ilk şaşkınlıklar başlıyor. Biz olmayan ve görülmeyen taraflarıyla ilk hayal kırıklıkları başlıyor. Biz aslında partnerimizi seçerken çok tanıdık birini seçiyoruz, bu kişiler aslında annemiz ve babamız. Sonra tanıdık olduğu seçilen kişide anne ve babamızda yaşadığımız hayal kırıklıklarını görünce tolere. O parçayı değiştirmeye çalışıyoruz ve konrtrol etmeye başlayınca ilk çatışmalar da doğuyor. Onda gördüğüm parçayı tolere edebilsem ilişki devam eder ama karşı tarafı değiştirmeye çalışınca ilişki dağılıyor. Ya da bu ilişkiye neden devam ediyoruz bu çatışmalara rağmen? bitmeyiş aslında kendi içimizdeki alt parçayı tolere edip iyileştirmediğimiz için bitmiyor, orada çözemediklerimizle sürdürüyoruz. İlişkilerdeki problemler kendi alt kimliklerimizden kaynaklanıyor.

Bağımlı bir kişilik örüntüsü var mesela. Bağımlıysam zaten yapışıyorum, terk edilmemek için her şeyi yapıyorum. Bağımlı bir kişi narsistik özelliklere sahip biriyle karşılaşırsa ilişki acı bir şekilde ama uzun sürüyor. Burada terk edilme korkusu olan taraf terapi alırsa ayrılabiliyor. Bizim ebeveynlerle kurduğumuz ilişki ileride ilişkimizi de belirliyor.

Mutluluk için döngüleri kırmak gerekiyor

Yazının Devamını Oku

Çocuklarınızı İlişkinizden Uzak Tutun

2 Mayıs 2019
Bir evlilik başlıyor ve kimi zaman başladığı gibi sürmüyor. Kimi zaman çocuklar da evliliğin sürmesine katkıda bulunamıyor ve her şeye rağmen birliktelik boşanma ile sonuçlanıyor. Peki iyi niyetle ve aşkla başlayan bu birlikteliğin bitiminden en çok kim zarar görüyor sizce? Tabii ki dünyaya getirirken aileye büyük mutluluk veren ve maalesef hiç suçu olmayan çocuklar…

Uzmanlar, boşanan ama bir türlü boşanmayı beceremeyen tarafların bu durumu öncelikle kendi içlerinde sindirmeleri gerektiğini aksi halde kendileri de dahil olmak üzere çocuklarına ciddi zararlar verebileceklerini belirtiyor.

İlişki terapistleri, boşanma sürecinin bireysel, toplumsal sonuçları olan bir olgu olarak ele alınması gerektiğine dikkat çekiyor ve “eşlerden biri için evliliğin devam şartları (duygusal,cinsel vb...) ortadan kalksa bile diğeri değişik sebeplerle ‘biçimsel olarak’ evliliği sürdürmeyi tercih edebilir. Sosyal açıdan boşanmış bir birey olmanın getireceği güçlükler, ekonomik bağımsızlığın olmaması gibi etkenler, toplumuzda daha çok kadınlar açısından, boşanmanın önündeki engelleri oluşturuyor. Bazen aşırı bağımlı kişilik yapıları da sorunlu evlilikleri bitirmeye engel olabilir” diyorlar.

Ancak, boşanma sürecinde eşler kadar çocuklar da yaşanan olumsuzluklardan etkileniyor. Kimi zaman eşlerin, çocukları bir ’şantaj aracı’ olarak kullandıkları ya da onlara ’hakem rolü’ vermeye çalıştıkları da görülebiliyor. Bu tip yaklaşımlar sonunda çocuk kendisini yalnız ve güvensiz hissetmeye başlıyor...

Çocuk eşleri yakınlaştırmaz

Kimi sorunlu evliliklerde doğacak çocuğun, eşleri duygusal açıdan birbirine daha çok yaklaştıracağı, çatışmaları ortadan kaldıracağına inanılabiliyor. Oysa eşlerin beraber planlamadığı bir doğum, çoğu zaman sorunları daha karmaşık bir hale getiriyor.

Boşanma sürecinin ortaya çıktığı yaşa bağlı olarak çocuklarda çevre ile uyum sorunları, okul başarısında düşme, aile dışında sosyal guruplara yönelme, evden kaçma, alkol-madde kullanımı, alt ıslatma, konuşma güçlüğü, anksiyete ve depresyon gibi ruhsal ve davranışsal sorunlar ortaya çıkabiliyor.

Bu durumda, anne-babaların yaşadıkları bireysel sorunları kontrol etmeleri ve bunu çocuklara yansıtmamaya çalışmaları, çocukları ailesel çatışmalardan uzak tutmaya gayret etmeleri yararlı olabilir. Buna rağmen sorunlar devam ediyorsa bir uzman yardımı almak doğru bir yaklaşım olacaktır.

Yazının Devamını Oku