Doğan Hızlan

Doğan Hızlan

dhizlan@hurriyet.com.tr

Gazeteciler Cemiyeti’nde bir ödül töreni gecesi

9 Kasım 2005
TÜRKİYE Gazeteciler Cemiyeti Burhan Felek Basın Hizmet Ödülleri pazartesi akşamı Cağaloğlu’ndaki Gazeteciler Cemiyeti Burhan Felek Salonu’nda verildi. Cemiyet’in 1983 yılından beri verdiği ödülün en önemli şartı, ‘basında 50 yıldan fazla çalışmış ve 70 yaşını aşmış olmak’.

Adına ödül düzenlenen Burhan Felek, 1889’da İstanbul’da dünyaya geldi, 4 Kasım 1982’de öldü.

26 yıl Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin başkanlığını yaptı.

Bu tür ödüllerin önemli bir işlevi vardır. Unutulmamak, hatırlanmak, genç kuşak gazetecileri de ustalara gösterilen bu saygıyla mesleğe özendirmek.

Kimler aldı ödülleri?

Kayhan Küreman, Etem Çalışkan, Veli Sezai Balcı, Faruk Geç, Erdoğan Arıpınar, Oktay Ekşi, Hasan Pulur, Abdülkadir Yücelman, Eser Tutel, Erdoğan Tokmakçıoğlu.

Elbet aynı meslekten olanlar, hele gazetecilik gibi renkli, meşakkatli bir uğraşın temsilcilerinin birbirine anlatacakları çok şey vardır. O gece küçük gruplardan yükselen kahkahalar, anıların yılların ötesinden gelen sesiydi.

Ödül alanların çoğu bugün hálá görevlerinin başında, gazeteci olarak çalışıyorlar.

* * *

ORHAN AYHAN’ın sunduğu gecede, anılar ağırlıktaydı.

Hasan Pulur, cemiyete girmek için müracaat ettiklerinde, balotaj heyetinin iki kez onları reddettiğini söyledi.

Sonunda Rakım Çalapala, ‘Burası akademidir, herkes giremez,’ demiş.

Hasan Pulur’un da cevabı şu:

‘O zaman hemen siz de ayrılın.’

Kayhan Küreman (1926), Türkiye Gazeteciler Cemiyeti
’nin yayınladığı günlük Bizim Gazete’nin yazı işleri müdürlüğünü yapıyor. Etem Çalışkan (1928), el yazması albümleriyle modern hat sanatının başarılı örneklerini veriyor. Veli Sezai Balcı (1931), 24 yıldır Yenidevir gazetesinin yazı işleri müdürlüğünü yürütüyor. Faruk Geç (1931) yazıp resimlediği Gerçek Yaşam Öyküleri ile bir türün klasiği oldu. Erdoğan Arıpınar (1932), gazetecilik dünyasında sporun önemli bir kalemi. Oktay Ekşi (1932), Hürriyet Gazetesi’nde her gün başyazısını yazıyor, Dünya Basın Konseyleri Birliği Başkanlığı’nı yürütüyor. Hasan Pulur, renkli kalemiyle her gün Milliyet Gazetesi’nde okurlarının ilgisini aynı yüksek düzeyde tutuyor. Abdülkadir Yücelman, 50 yıldır Cumhuriyet Gazetesi’nde spor denince akla ilk gelen ad. Eser Tutel (1933), İstanbul’a dair kitaplarıyla doğduğu, yaşadığı şehri anlatıyor. Erdoğan Tokmakçıoğlu, edebiyatçılık ile gazetecilik arasındaki denge unsurunu ömür boyu ustalıkla kullanmış bir yazar.

* * *

ÖDÜL alanlara nice yıllar diliyorum. İşlerinin başında.
Yazının Devamını Oku

İkinci sonbahar

8 Kasım 2005
SULHİ DÖLEK, iyi bir mizah ve dizi yazarıydı.<BR><BR>Ölümünden sonra yayınlanan haberde, başarılı televizyon dizilerinin adı kitaplarının önüne geçti. Süper Baba, İkinci Bahar, Unutma Beni, Yabancı Damat.

Bir edebiyatçının dizi yazmasının, televizyona kalite getirdiğini, edebiyatın tadının o dizilerde hissedildiğini, onun yazdıklarında görmüşsünüzdür. O bir mizah yazarı değil de sadece senarist olsaydı, dizilerin bu kadar başarı kazanacağını sanmıyorum. Edebiyatın gücü, her alanda kendini kanıtlar.

Mizahın modern anlayışını, popüler yanını, kitlelere dönük yönünü kitaplarına yansıtmıştı.

Romanlarında, öykülerinde mizahın ince eleştirisi, toplumsal yergi öne çıktı. Çoğunlukla kara mizaha dönüşen öyküleri, onun edebi özelliğinin anılması gereken yönleri.

Kişilerini; günlük yaşamın içinden, değişik sınıflardan seçerek, toplumumuzun zengin bir panoramasını çizdi.

Hüzün ile kahkaha çoğunlukla onun eserlerinde bir arada varoldu.

KİTAPLARINDA NE ANLATMIŞTI?

KÜÇÜK Günahlar Sokağı
’nda; çoğumuzun tanık olduğu bir sokakta, masum tutkular, küçük günahlar, sıcak, içten ilişkiler vardı. Her biri çok seveceğimiz, günahlarını bağışlayacağımız insanlar.

Aynalar, 1994 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü aldı. Aynaya baktığımızda ne görürüz? Kendimizi demek yeterli mi? Sorduğunuz soruların her zaman yanıtını alamıyorsunuz...

Habis’in Serüvenleri’nde, bir habisin günümüzün kötüleri/kötülükleri yanında hiç kaldığını görüyorsunuz. Kahramanı için şöyle deniyor: ‘Kötülüğün şiirini yazıyor.’

Truva Atı
’nı bilirsiniz ama romanında Sulhi Dölek, Truva Katırı’nı anlatıyor. Bir bürokratın itiraflarını, dürüstlerin yok edilmesini hem gülerek hem hüzünlenerek okuyacağınız kitabı.

Geç Başlayan Yargılama; toplumsal durumlarla aramızdaki bireysel kavgayı, ilişkileri nasıl düzenlerizin romanı.

Teslim Ol Küçük için Necati Güngör şöyle yazıyor:

‘Tarihsel bir kesit çerçevesinde, yok olan eski yerine hiçbir şey konulamayan, geleceğin karanlıkta kaldığı yeniyi anlatmayı amaçlıyor yazar. Savrulan bir toplum, tükenen değerler, yarınsız insanlar, anlamı çözüme kavuşmamış bir yaşam... Ayrıntılar inandırıcı. Dil ustalığı kendini duyumsatıyor.’

Benim de sevdiğim romanlarından Korugan için Selim İleri’nin yazdıklarına katılıyorum:

‘Korugan, son yıllarda pek yaygınlaşan ‘Türkiye kurtarıcısı’ romanlardan değil. Alabildiğine alçakgönüllü, alabildiğine esnek bakışlı. Ama gerçek bir edebiyat ürününün taşıması gereken her şeyi, aynı alçakgönüllülük içinde sergiliyor.’

* * *

ARTIK
o da kitaplarında yaşayacak. Bizi gülümsetecek, hüzünlendirecek. Meğer bu sonbahar onun ikinci baharı değil, sonuncu sonbaharıymış. Ama baharları yaşamayı bize kitaplarında bıraktı.
Yazının Devamını Oku

Bir defada sadece 17 kişi

7 Kasım 2005
NAZİRE KALKAN’ın Bunlar da Picasso Kriterleri yazısını (Tempo Dergisi, 1 Kasım 2005) hepimiz okumalıyız. Özellikle saray eşyasını bütün dünyada dolaştıran bizler acaba bu konuda ne oranda özen gösteriyoruz, hangi tür anlaşmalar yapıyoruz, ne gibi koşullar öne sürüyoruz?

Sakıp Sabancı Müzesi’nde 24 Kasım’da açılacak sergiye gelecek eserler için belirlenen özel şartları görünce, bir sanat eserine, bir sanatçıya gösterilen saygı bu olmalı, dedim.

Tempo Dergisi’nde, Picasso’nun eserlerinin küçük fotoğraflarını görünce, neden bu kadar küçük sorusunu sorabilirsiniz, Kalkan’ın yazısında bunun yanıtını bulabilirsiniz:

‘Picasso’ya ait tabloları ancak bu boyutlarda yayımlayabiliyoruz, çünkü Picasso Vakfı basına özel kriterler belirledi.’

Serginin halkla ilişkilerini üstlenen şirket de basın için de bazı koşulları, kuralları basına iletti.

Aşağıda birkaçı var:

* * *

SERGİ hakkında basında yayımlanacak fotoğraf ve görüntü için eserin sahibi kurumdan izin alınacak, gerekli bilgiler verilecek, sayfanın 1/4’ünden daha büyük kullanıldığında telif ödenecek, fotoğraf ve görüntüler için özel izin alınacak.

Müze’ye ileri sürülen koşullardan biri de, müzenin duvar boyalarının değiştirilmesi, su bazlı, yanmaz boya kullanılmasıydı. Boyama işlemi bir ay önceden bitirilerek, kuruma ve havalandırma için salonlar boş bırakıldı.

Şimdi gelelim diğer koşullara:

Sergiyi gezenler Vandalizm tehlikesine karşı uçağa biner gibi aranacak.

Sergi alanını gezen gruplar 17 kişiden kalabalık olmayacak.

Sandıklar müzeye geldikten 48 saat sonra açılacak.

Böyle bir sergi için her şeye katlanılabilir.

Güler Sabancı, ‘Bu amcam Sakıp Sabancı’nın hayaliydi. Kendisi, ‘Öyle bir müze yapın ki Picasso’lar sergilenebilsin’ derdi’ diyor.

Müze Müdürü Nazan Ölçer’in serginin gerçekleşmesinin öyküsünü anlattığı röportajda söyledikleri, bizde büyük uluslararası sergi yapmanın zorunluluğunu bir kez daha ortaya koyuyor.

Bizim Topkapı Sarayı’ndan giden eşyanın, başka müzelerimizden gönderilen değerli parçaların bu sıkı kurallarla gönderilip gönderilmediğini doğrusu çok merak ettim. Hele Nazan Ölçer’in sigorta konusunda söylediklerini okuduktan sonra.

Sanırım bir gün bir yetkili bu konuda bizi aydınlatır.

* * *

MÜZELERİMİZİN bu tür sergileri gerçekleştirmesinin, Türkiye’de yaşayanların görsel birikimlerini artıracağı kanısındayım.
Yazının Devamını Oku

12 Mart’ta Jean-Paul Sartre yüzünden emniyette sorgulandım

6 Kasım 2005
BİZİM kuşağın düşünsel ve edebi dağarcığında mutlaka Jean-Paul Sartre’dan satırlar vardır. Sartre’ın doğumunun üzerinden 100 yıl geçmiş. (21 Haziran 2005)

Varlık Dergisi’nin (Kasım 2005) kapağında Postmodern Dönemde Sartre 100 Yaşında yazısını görünce, okuma anılarım tazelendi. Dergi özel bir bölüm hazırlamış. Yücel Kayıran, Cem Deveci, Robert Bernasconi, Zeynep Direk, Serdar Rifat Kırkoğlu, Önay Sözer, İsmail H. Demirdöven, Mehmet Rifat, Yaşar Güneş’in yazıları, soruşturma yanıtları yer alıyor özel bölümde.

Varoluşçuluk, hayatımızın sihirli bir sözcüğüydü.

a dergisi, Varoluşçuluk Özel Sayısı yayınlamıştı. Hepimizin bu sayıya katkısı oldu, Varoluşçuluk sayısı hazırlanırken, ben de Nietzsche, Varoluşçuluk üzerine kitapları olan felsefe profesörü Walter Kaufman ile epey süre mektuplaşmıştım.

Dostoyevski’den Sartre’a (From Dostoyevsky to Sartre) kitabından bir bölümü de çevirmiştik.

O sırada Iris Murdoch’un Romantik Rasyonalist Sartre kitabını okuyordum.

Bugün Sartre ne kadar okunuyor?

Bizde bazı kitapları satıyor, hiç kuşkusuz eskisi gibi değil.

Yalnız bizde mi?

Yücel Kayıran’ın yazısından öğrendim. Taner Timur’un verdiği bilgiye göre, Fransa’da bugün etkin olan filozoflar anketinde Sartre yer almamış. Felsefeciler, onun felsefeci değil romancı olarak yaşama şansının daha yüksek olduğu kanaatindeler.

Birçok düşünürün, yazarın başına gelen unutulmaktan o da kurtulamamış! ‘Tarihsel düzlemden arşivsel düzleme çekilmiş.’

KISA KES SARTRE!

MEHMET RİFAT
’ın Okumadan Hayran Olmak ya da Okumadan Kara Çalmak yazısındaki bazı notlar, kuşaktan kuşağa okunurluğun, tapınan düşünürlerin nasıl değiştiğini göstermesi bakımından ilgimi çekti.

Kısa Kes Sartre!: 1968 yılından hemen sonra Fransız gençliğinin ona karşı tavrını belirleyen söz. 1960’ların sonunda yirmi yaşında olanlar onu değil, Althusser’i, Lacan’ı ve Foucault’yu okurlardı: Modernlik!

Altın Kitaplar Yayınevi’nin yönetmeniyken, 12 Mart’tan sonra bir gün yayınevine haber bırakmışlar, yayınevi yöneticilerini emniyet müdürlüğüne çağırmışlar.

Ertesi günü sorgulanmaya gittiğimde karşıma Sartre’ın kitabı çıktı:

Sartre’ın Özgürlük Yollarında üçlemesinden birinin adı Uyanış’tı.

Sorgu sırasında öğrendim ki, Uyanış adında Erzurum’da yayınlanan Kürtçe bir dergiyle karıştırılmış.

Seláhattin Hiláv’ın da bir Sartre anısı vardı.

Hiláv, ‘Edebiyat Nedir?’ kitabını çeviriyor, yanlış hatırlamıyorsam uzun bir bölümü Türk Dili dergisinde yayımlanacak. Çeviriyi alıp Ankara’ya götürüyor.

Lokantada yemeğini yiyip çıkarken, vestiyere bıraktığı çeviriyi bulamıyor. Şimdi ‘Edebiyat Nedir?’, Bertan Onaran’ın çevirisiyle vitrinlerde.

* * *

MEHMET RİFAT
’ın yazısının sonuna koyduğu Sartre’ın sözleri bence her düşünür, her yazar için geçerlidir.

‘İşte kitaplar, bir adam bunları yazmış. Ne anlama geliyor bütün bunlar? Kim bu adam? Nedir bütün bu kitaplar?’

Bu soruların yanıtını istemek her kitap sahibinin hakkı.
Yazının Devamını Oku

Tutunamayanların En Uzun Gece’si

5 Kasım 2005
Ahmet Altan’ın yeni kitabı En Uzun Gece, çalkantılı, tutkulu, saplantılı bir aşkın romanı. Yelda ile Selim, iyi bir eğitim görmüş, ama toplumsal yerlerini bulmamış, bireysel durulmalarını bir türlü sağlayamamış iki aşık. İkisi de dışarıda okumuş, ikisi de insanlarda aradıkları özellikleri bulmakla bulmamak arasında sürekli bir gel-git yaşıyorlar.

Yelda, töre cinayetleri konusunda bir araştırma ekibinde çalışmak amacıyla İstanbul’dan Güneydoğu’ya giden/kaçan biri. Selim, İstanbul’da üniversitede tarih bölümünde öğretim üyesi.

Yelda’nın helikopterden indikten sonra, yaşadıklarını okurken birden Mussorgski’nin Çıplak Dağda Bir Gece’sinin notaları kulaklarımda yankılandı.

Üstelik son günlerde bu ünlü parçayı Leopold Stokowski’nin orkestra transkripsiyonunu yaptığı icradan dinlediğim için bu beste bir türlü kulaklarımdan gitmiyor.

Ahmet Altan, Güneydoğu üzerine fetva vermiyor; bir makalede, denemede yer alacak bilgileri, yorum tarzını romandan uzak tuttuğu için En Uzun Gece başarıya ulaşmış. Bir tez sunma derdinde değil.

Yabancıların da bulunduğu bu ekibin bireylerini, sadece birer idealist olarak gösterseydi, roman okunmayacak derece yavanlaşırdı. Oysa, bunların seçiminde hem bir istek, hem de bir kaçış var.

Kahramanlardan biri ne diyor: ‘Bu tür misyonlara gelenlerin çoğunun kederli bir hikayesi, kaçtığı bir acısı vardır. Böyle yerler Fransız lejyonu gibidir, dedi Jacques gülerek; kural, anlatmadıkça, kimseye soru sormamaktır.’

Bıçak sırtında yazılmış bir roman, okuru korkutuyor ama ben korktuğuma uğramadım. Melodram uçurumun kenarına kadar okuru getiriyor ve onu dozunda kullanarak, okuru istismar etmiyor.

Bazı konular tehlikelidir: Sözgelimi bu romanda olduğu gibi.

Güneydoğu, değişik ülkelerden gelenler, bir aşk ve töre cinayeti.

Didaktik bir üsluba düşmeden, bunlar arasında denge kurduğunuzda roman iyi roman oluyor.

Kahramanları çok boyutlu, prizmatik yorumlayabilirsiniz. Bu yaklaşım metne zenginlik katacaktır.

İstanbul’daki kişilikleriyle, insanları algılamalarıyla, buradaki tavırları arasındaki farklar, gerçekten bir değişimin ton ton romana yansımasıdır.

Aşk, kadın-erkek ilişkileri konusundaki tasvirler elbette Ahmet Altan’a özgü, ustalığını gösterecek arena.

Ancak, bu romandaki tasvirlerde dikkatinizi çekmek isterim, söz sanatlarının abartıcılığına yüz vermeden, edebiyyat değil edebiyat yapmış.

Tarih romancıyı her zaman ilgilendirmiştir, İsyan Günlerinde Aşk, bunun altı en koyu çizilmiş örneğidir.

*

Tarihçi Selim de tarih/tarihimiz üzerine düşüncelerini iletiyor okurlara. Bir gün bir tarih yazdığında bütün yalanların doğrusuna insanlar nasıl tahammül edecek.

Arif Ağa’yı çok sevdim. İstanbul görmüş bir ağanın, yerel konukseverlik ve usullerle romana renk kattığı, birçok kahramanın yerine töre cinayeti konusunda aydınlattığı kanısındayım.

Yelda ve Selim. Başlarından aşk ve evlilik deneyimleri geçmiş; cehennemi, birbirlerinde cenneti bulma arzusuyla yaşatan, günlük düşünceleriyle onu aşan tutkuları arasında dengeyi kuramayan, bence gerçek iki aşık.

Roman mekanlarının uygunluğu, tutarlılığı da beni ilgilendirir. Niçin Güneydoğu sorusuna yanıtı, ‘Elbette Güneydoğu’ diye veremezsem, roman orada bir dekor gibi kalır. En Uzun Gece’de böyle değil.

Gelenlerin hepsinin birbirinden öğrenecekleri hususlar, neden buraya geldiklerinin de açıklaması. Gerçekten tutunamayanlar bir araya geldiğinde, yalnızlar arasındaki görünmez, kanıtlanmaz bağ hissediliyor. Elbette soyutlanmış bir toprakta -böyle denilebilir mi bilmem- sorunlar, yalnızlıklar, yenilgiler daha çıplak biçimde ortaya çıkıyor ama insanın kendini ve başkasını, yanındaki yargılama ölçütleri daha insancıl bir kimlik kazanıyor.

Çelişkiler, roman kahramanını daha inandırıcı kılar.

Amerika’da okumuş bir Yelda, Oxford’da öğrenim görmüş bir Selim.

Romancı, Güneydoğu gerçeğiyle karşılaştıklarındaki tavırlarını bu özellikleriyle daha çarpıcı hale getirdiklerini biliyor.

Acaba bu kahramanlar, biraz teselli buluyorlar mı? Ya da şairin dediği gibi, kederleri, sorunları, yıkımları onları burada da izliyor mu?

Gerçeklerle ütopyalar, çoğunlukla birbirinin içindedir, En Uzun Gece’de buna rastlayacaksınız.

Ahmet Altan, bir aşkın hüznünü anlatıyor bize. Elbette hüzünlü topraklar yakışırdı buna. Her aşkın içinde saklı olan hüzün de romanın sonuna saklı.

KİTAPTAN

NEREDEYİM BEN?

Dar ve pis yolları, çarpık duvarları, küçücük karanlık pencereleriyle bu köy ona asla içinden kurtulamayacağı bir tuzak gibi gözüküyor, yerinden kımıldayamıyordu. Tanıdığı kimse yoktu. Onu buraya getiren helikoptere mutsuz bir insan olarak binmişti, şimdi ise kendine tümüyle yabancı gözüken bu köyün kenarında o mutsuzluk bile anlamını yitirmişti, ölü balıklarla dolu bir havuza girmiş gibi anlatılması zor bir korku ve tiksinti doldurmuştu içini. Buraya niye geldiği, amacı, hatta mutsuzluğu bile umurunda değildi o anda, buradan hemen gitmek istiyordu. ‘Yarın gelen ilk helikopterle giderim’ diye düşündü. Bu düşünce onu canlandırdı biraz.

ÖLÜM KORKUSU GELECEĞİ MERAK ETMEKTİR

- Yanılıyorsun... Şimdi burada oturuyorum, yalnızca bu anı hissediyorum, yarın yok benim için şu anda, öbürsü gün yok, bu an var, geleceği merak etmiyorum, onun için ölümden de korkmuyorum. Ölüm korkusu geleceği merak etmektir. Ölüm geleceğin içinde saklı. Şu anda buradayım, toprağı, sırtımı dayadığım duvarı hissediyorum, geleceğe bakmıyorum, şu anda yaşıyorum, mutluyum, şu anda ölüm yok işte, acı yok, kıçımın altındaki toprak var, gökyüzü var, ben toprakla gökyüzü arasında bir bağım.

ASKERLİĞİ SEVİYORUM

- Peki sen niye geldin buralara baban amiralse... Niye daha iyi bir yere tayin olmadın.

Teğmen gene o dalgacı haliyle gülerek, ‘Birincisi, bizim orduda torpil yoktur,’ dedikten sonra devam etti: ‘İkincisi, benim babam gerçekten iyi askerdir, öldürsen oğlu için torpil istemez ki annem onu bu yüzden öldürüyordur şu anda bence... Üçüncüsü, ben buraya gelmek için gönüllü oldum... İnsanların senin düşündüğün gibi düşünmesini istemedim çünkü.

- Niye subay oldun peki? Böyle katı disiplin içine girecek birine benzemiyorsun.

Teğmen şakağını kaşıyarak düşündü.

- Seviyorum askerliği.

- İnsan öldürmeyi seviyorsun yani.

- İnsanlar için ölebileceğimi, onlar için hayatımı feda edebileceğimi düşünmeyi seviyorum bence...

İLİŞKİDE KARŞILARINDAKİNİN HATALARI ÖNEMLİYDİ

İki insanın davranışlarından örülmüş o ilişkiye baktıklarında, iki renkli bir kordona bakan renk körleri gibi yalnızca bir rengi, yalnızca karşılarındakinin yaptıklarını görebiliyorlar, kendi yaptıkları her şeyi haklı bulup, onları neredeyse hafızalarından siliyorlardı. Eğer birisi onlara ‘ilişkinizi anlatın’ deseydi, onlar ilişki diye yalnızca diğerinin yaptığını anlatır, kendi yaptığı hatırlatılıp ‘ama senin yaptığın’ dendiğinde, buna türlü türlü haklı mazeretler bulurdu.

KENDİ ACILARINDAN KURTULAMAYANLAR BAŞKASINI KURTARMAKTA ÇARE ARARLAR

Çektikleri büyük acılardan kurtulamayan insanlar bazen çareyi bir başkasını kurtarmakta, bir başkasının acısını dindirmekte bulurlar, bunu bir dindarın adanmışlığıyla yaparlar, Yelda’nın büyük bir adamın kederini taşıyan bu çocuğa bağlanmasının nedeni bu muydu bilinmez ama çok kısa zamanda bağlanmıştı Heja’ya, onun geleceği için hayaller kurarken yakalıyordu bazen kendisini, onun iyi okullara gitmesini istiyordu.

DOĞAN HIZLAN'IN SEÇTİKLERİ

Tarihçilerin Kutbu Söyleşi: Emine Çaykara İş Bankası

Zemberekkuşu’nun Güncesi Murakami Haruki Doğan Kitap

Altona Mahpusları Jean-Paul Sartre İthaki

Ortadoğu’da Su Abdullah Kıran Kitap

Türkiye’de Karikatür Tarihi Orhan Koloğlu Bileşim Yayınları
Yazının Devamını Oku

Nesin Vakfı’nın yeni başkanı Tarık Akan

4 Kasım 2005
MALATYA’DAKİ yurtta olanları gazetelerde hepimiz içimiz burkularak okuduk. Kaçımız ben/biz ne yapabiliriz diye düşündük? Yoksa haberle aramıza bir mesafe koyarak unutup gittik mi? Ali Nesin’den Nesin Vakfı ile yeni bilgiler taşıyan e-postayı alınca, bu tür vakıfların ne kadar gerekli olduğunu hepimizin düşünmesini istedim.

Onun için de yazıdan bazı bölümleri sizinle paylaşmaya karar verdim.

Bayram gününde, her çocuğun sevinebilmesi için, yapabileceklerimiz konusunda düşünmeye çağırıyorum okurlarımı.

Nesin Vakfı’nın yeni yönetim kurulu başkanı Tarık Akan.

Sanatçı kişiliğine sevgim sonsuzdur, bunun yanında insan olarak çok sevdiğim, güvendiğim bir addır.

Onun Názım Hikmet Vakfı’ndaki çalışmalarını bilirim. Bir sanatçının toplumsal sorumluluğunu, işlevini hiçbir zaman unutmamıştır.

Başkanlık görevini de olağanüstü özveriyle yürüteceğinden, vakfı geliştireceğinden kuşkum yok.

Ersin Salman da yönetim kurulu üyesi olmuş. Onun da yazar ve aydın olarak bu işi örnek bir çalışma gücüyle yerine getireceğine inanıyorum.

Başka yeni yönetim kurulu üyelerini de tanıtayım:

Kázım Ünal, Serpil Gür, İTÜ’de öğretim üyesi ve karikatürcü Tayfun Akgül.

* * *

VAKIF’TAN yeni haberler beni çok mutlu eder.

Sevincin yeni kaynağı, ikizler, iki yaşında.

On iki yaşında vakfa gelen Ulaş, Bilgi Üniversitesi Matematik Bölümü’nü bitirmiş.

Dilek, Kocaeli Fizik’i bitirmiş.

Emine, dramatürjiden mezun olduktan sonra Almanya’ya gitmiş.

Yeni bir yayınevi kuruldu: Nesin Yayıncılık. 100 dolayında kitabından 36 tanesi bu yayınevinden çıktı.

Sipariş vermek isterseniz, size e-posta adresini de vereyim:

www.nesinyayinevi.com

1955-1995 arasındaki gazete koleksiyonları da ciltlenmiş, böylece Aziz Nesin’in koleksiyonuna halel gelmemiş.

Vakıf’ın içinde bir başka mutlu yenilik de var.

Dört çocuğu ile bir anneyi vakıf arazisindeki bir eve taşımışlar. Bu birimleri artıracaklar, projeyi Tan Oral çiziyor.

Çiftlikteki yaşam üzerine verilen bilgiler, sevgiyle, eski deyişle sabırla koruğun helva olacağını gösteriyor.

Çocuklar büyüdükçe, okullarını bitirdikçe, orada yaşayanların kendilerine güvenleri artıyor, biz de böyle olacağız diyebilme gücünü kazanıyorlar.

Nesin Vakfı’na bağışlarınızı artık internetten de yapabilirsiniz, yeni mutlu kuşakların yetişmesi için klavyenize bir dokunuş yeter:

www.nesinvakfi.org

TARIK AKAN’ı yeni görevinde yürekten destekliyorum.

* * *

BAYRAMINIZI kutlarım.

Başkalarıyla sevinci paylaşma oranımız arttıkça, yaşamımız bayrama döner.
Yazının Devamını Oku

ARA’dan Yetmiş Yedi Yıl Geçti

3 Kasım 2005
ARA GÜLER’in 77. yaş gününde Galatasaray’daki Fotoğrafevi’nde, 16 Ağustos 2005’te onun fotoğraflarından seçmeler sergilenmişti. Sergiyi gezdim, yazımın başlığı Ara Güler Klásikleri idi.

Sergi kataloğunun çıkacağını da yazımda belirtmiştim.

Sonunda beklediğim katalog geldi.

Ara Güler üzerine epeyce yazdım, her yazışımda da onun, portrelerinin bir yanını, ayrıntısı daha keşfederim.

ARA’dan Yetmiş Yedi Yıl Geçti adlı kataloğun başında Hasan Şenyüksel’in Yayıncının Notu’ndan bir bölümü alacağım yazıma:

‘Ara Güler’e başkaları, ‘Sen sanatçısın’ derken, o ‘Hayır ben foto muhabiriyim’ der. Bu bir alçakgönüllük müdür? Bence değildir.

Basın fotoğrafçıları içinde farklı kılan ve özel yapan nedir? İlk kez karşılaştığımız bir fotoğrafı için ‘Bu bir Ara Güler fotoğrafıdır’ diyorsak, bu gizli imza nereye ve nasıl atılmıştır?

Böyle düşünmemizin nedeni, Ara Güler’in karşısındaki sahnenin özünü derinlemesine kavrayan bir duyarlıkla fotoğrafa dönüştürmedeki ustalığıdır.’

* * *

BEST of Ara Güler
kataloğunda; İstanbul’u, Türkiye’yi, dünyayı ve en önemlisi insanı buluyorsunuz.

L. Fritz Gruber’in onun için söylediği bir cümleye bütün kalbimle katılırım, çok doğru, isabetli bir Ara Güler teşhisidir:

‘Gerçi Ara Güler, fotoğraf hasadını dünyanın dört bir yanından derlerdi ama, yüreği hep doğduğu kentte, Boğaziçi’ndeki o düş kentinde çarptı.

Ve zannederim onun eserine güç ve sıcaklık katan da budur.’

Ara Güler’
in objektifinden baktım, çoğu zaman İstanbul’a. Evsizlere, işçilere baktığımda, kenar semtlerin roman kahramanı ilhamı verecek donuk yüzlere dalar giderim.

Eski İstanbul Anıları’nı seyredince -ben iyi fotoğrafları seyrederim- gerçekten bu şehri, onun kadar tarihi içinde, değişimiyle veren başka kimi bulabilirim?

İstanbul’un parlak, göstermelik yaşamının geçici fotoğrafları onda yoktur. Kalıcı insan özelliklerini çeken birinde onlar ne arasın.

Fotoğraflardan örneklere geçmeden önce, Ara Güler’in fotoğraf üzerine söylediklerini mutlaka okuyun.

Onun deklanşörünün yüreğine bağlı olduğunu ilk cümlede hemen fark edersiniz.

İnsan çektiğini sevmezse, bence o hemen o fotoğrafa yansır.

Fotoğrafın sadece bir teknik bilgi olmadığını, sadece fotoğrafa ait şeyleri öğrenmenin yetersiz olduğunu, onun fotoğrafları ispatlamıştır. Çektiği sanatçıları tanır, onların sanatını bilir, hangi anda onun en karakteristik pozunu yakalayacağını bildiği için, gördüğümüz portrelere de bunu yansıtır.

Genç kuşak fotografçıları için önemli sözlerdir bunlar, herkes için. Çünkü bu bilgilerle amatörce de olsa nasıl fotoğraf çekeceğinizi, fotoğrafa nasıl bakacağınızı bu sözler öğretir:

‘İnsan sevgisi kaybedilmişse hiçbir şeyin önemi yoktur aslında. En mühim şey insan sevgisidir. Her şey buna bağlıdır. İnsan sevgisi oldukça fotoğraf da gelişecektir.

Çünkü her şey, fotoğraf da, insan içindir.

Sevgisiz insan, insansız da fotoğraf olmaz.’

* * *

ARA GÜLER’
in fotoğraflarına bir kez daha bakın. Bir kez daha insanı keşfedin.
Yazının Devamını Oku

Bu dizeleri biliyor musunuz?

2 Kasım 2005
BİR şair arkadaşım güzel sanatlar eğitimi verilen bir fakültede edebiyat dersi veriyor. Günlerden bir gün Melih Cevdet Anday’ın hemen hemen bütün antolojilerde yer alan ünlü Anı şiirini okuyor.

Bu dizeler kimin, şeklindeki sorusuna, yüz elli beş kişilik sınıf bir bellek yitimine uğramışçasına sessizlikle karşılık vermiş ve Melih Cevdet Anday’ın adını hatırlayamamış.

İlk dörtlüğü yazıma almak zorunda kaldım, belki iyi bir şairi bilmeyenler okuma gereği duyabilirler:

‘Bir çift güvercin havalansa

Yanık yanık koksa karanfil

Değil bu anılacak şey değil

Apansız geliyor aklıma’

Şiir, Ethel ve Julius Rosenberg Çifti’nin elektrikli sandalyede idamı üzerine yazılmıştı, yanık karanfil kokusu da bu infaz sırasında çıkan kokuydu.

(Rosenbergler konusunda bilgi vermeyeceğim, meraklı okurlar çaba harcasınlar, kim olduklarını bir zahmet ansiklopedilerden, pardon Google’dan öğrensinler!)

BİR VUKUAT DAHA

ÜNLÜ
bir romancı arkadaşımız da gene üniversitede verdiği bir ders sırasında, Melih Cevdet Anday’dan söz etmiş, kim olduğunu anlatmama gerek yok, hepinizin bildiği ünlü bir edebiyatçı demiş, arkasından da sormuş kimdir diye?

Adını bilen tek kişi çıkmamış.

İki örnek de, üniversiteden ve iyi bir şairi bilmeyenler de üniversite öğrencileri.

Yurtdışındaki bir üniversitede, edebiyat tarihine geçmiş tanınmış şairleri bilmeyen öğrenciler olduğunu sanmıyorum.

Sadece Melih Cevdet Anday’ın başına gelen toplumsal bir unutkanlık değil.

Birçok ünlü şairin durumu da böyle. Oysa şiiri bilmeyen bir toplumun, kaba saba, sevecenlikten uzak, insanı insan yapan öğeleri tanımayan kuru bir kalabalık olduğunu anımsatalım mı bu genç arkadaşlara.

HAK BELLEDİĞİN YOLDA YALNIZ GİDECEKSİN

AKATLAR KÜLTÜR MERKEZİ
’nde pazartesi günü sezonun ilk Ustalara Saygı Gecesi’nde, Melih Cevdet Anday’ı tanıyanlar, sevenler, bilenler, Türk edebiyatındaki önemini algılayanlar, onun şiiri üzerine konuştular, kişiliğini anlattılar, şiirlerinden örnekler verdiler.

Faruk Şüyün’ün yönettiği geceye konuşmacı olarak eşi Suna Anday’ın yanı sıra, Arif Damar, İlhan Selçuk, Zeliha Berksoy, Zeynep Oral, Refik Durbaş, Orhan Káhyaoğlu, Turgay Fişekçi, Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Özen Yula, Atillá Şendil ve ben katıldım.

* * *

ANMA toplantılarının, saygı gecelerinin bir işlevi daha var bence. O edebiyatçıya okur ilgisini yöneltmek.

Bunu başarabildikse ne mutlu bize.
Yazının Devamını Oku