Cüneyt Ülsever

Kendisi himmete muhtaç dede/nerde kaldı gayriye himmet ede...

6 Ocak 2011
DIŞİŞLERİ Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Ankara’da önceki gün başlayan “Üçüncü Büyükelçiler Konferansı”nda yaptığı açılış konuşmasını dinleyen Semih İdiz’in (Milliyet-5 Ocak 2011) izlenimleri şöyle: “Davutoğlu’na göre, dünyada yeni bir düzen kurulurken Türkiye, o düzenin ‘temel taşını atan ülkelerin başında gelecek’. Bu hedefe ulaşılması halinde Türkiye’nin dünya dinamikleri açısından sadece tepki gösteren değil, oyun kuran ve dünya dengelerini etkileyen bir ülke konumuna yükseleceği aşikâr.”
Bu satırları okuyunca gözümün önüne yıllar önce Taksim’de rast geldiğim bir mili piyango bileti satıcısı geldi. Adamın üstü başı dökülüyor, soğuktan tir tir titriyor ama bas bas bağırıyordu:
“Milyar veriyorum, milyar veriyorum!”
* * *
Netice odaklı dış politikaya çıplak gözle bakınca gözükenler kabaca şöyle sıralanabilir:
Ermenistan ile Azerbaycan arasına sıkışmış, ABD Kongresi’nde “Ermeni Tasarısı”nı bir kez daha püskürtünce zafer kazandığını zanneden, İsrail ile arayı o kadar açmış ki Suriye-İsrail görüşmelerinde adı bile geçmeyen, İran’a yaklaşması Suudi Arabistan’ı, Mısır’ı, Körfez ülkelerini ürküten, AB içinde Schengen hakkını hepten kaybedeceğini düşünmeden Müslüman dünyada Schengen kurmaya soyunan, Batı gözü ile bakılınca İran ve Hamas’ın avukatlığına soyunmuş, 2010 yılında AB yolunda ilaç niyetine bir adet yeni fasıl açamayan, Sudan kasabını baş tacı eden bir Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti...
İçeri bakarsak:
Katilleri, canileri, hırsızları, arsızları salıveren ama gazeteciler, akademisyenler, eline silah almamış kişiler için tutukluluk süresini 10 yıla çıkardığı için AİHM önünde rezil olmaya hazırlanan bir devlet. Başbakan’a en ufak tepki verdiğinde öğrencilerini sille tokta döven güvenlik güçleri...
* * *
Ahmet Davutoğlu ülke dengeleri açısından bile ne içeride, ne dışarıda oyun kuramayan, kendi dengelerini bile bulamayan bir hükümetin üyesi olduğunu bilmiyor mu?
2 yıldır “Kürt Açılımı” diye tutturan hükümetin hiçbir hazırlığı olmadığı, daha ötesi kendi tabanından korktuğu için ilaç niyetine açılımın içine bir tek çakıl taşı bile koyamadığını da bilmez mi?
Hükümetin Kuzey Irak’ta ABD’ye yardımcı olmak karşılığı ABD’den PKK’yı bölgeden temizlemesini umduğu için “Kuzey Irak açılımı”nı “Kürt açılımı” diye yutturmaya kalktığını bir tek Davutoğlu mu bilmiyor?
ABD PKK’yı temizleme konusunda parmak oynatmayınca “Kürt açılımı”nın hükümetin elinde boş bir çuval olarak elinde kaldığını Fırat’taki sağır çoban bile öğrenmedi mi? 
“Çuval” boş kalınca içini Apo’nun doldurmaya başladığını yedi düvel duymadı mı?
Hükümetin Apo’yu muhatap aldığını ama denetleyemediğinin farkında değil miyiz?
Halihazırda; kendi Kürt vatandaşına ne vereceği, ne vermeyeceği belli olmayan bir hükümetimiz yok mu?
Kuzey Irak’ta söz verildiği gibi, ABD’ye yardımcı olma durumuna gelinirse; Hükümet’in mecburen TSK ile işbirliği yapması gerektiğini, emir-komuta tamam ama gönlü kırık bir TSK ile hükümetin böyle “yardıma” nasıl koşacağı tartışılmayacak mı?
* * *
Kendi vatandaşı ile sulh olmak için bir başka ülkeden (ABD) medet uman, kendi meselesi için bile kendi kendine hiçbir adım atamayan bir ülkenin dünyada yeni bir düzen kurulurken, o düzenin temel taşını atan ülkelerin başında geleceğine Ahmet Davutoğlu’nu dinleyen büyükelçiler inandılar mı?
Çok merak ediyorum. 
Yazının Devamını Oku

Hayalle gerçek arasında: Dış politika

5 Ocak 2011
KOMŞUMUZ Yunanistan’ın sınırımıza duvar ördüğü haberi bana nedense anında Ahmet Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” hedefini hatırlattı. Duvar galiba hayal ile gerçek arasındaki arafı çok güzel sembolleştiriyor.
* * *                                       
Geniş tarih bilgisine, bir romancıyı kıskandıracak hayal zenginliğine hayran olduğum Ahmet Davutoğlu ile aramızdaki anlaşmazlık, bakan olduğu günden beri onun “çok merkezli dış politika” iddiasına karşı benim ortaya attığım “netice odaklı dış politika” kavramları ile ifade ediliyor.
Benim aldığım eğitim bana elde edilen somut neticeleri önemsemeyi öğrettiği için ben Davutoğlu’ndan bugüne dek elde ettiği başarılı neticeleri (gerçek) sıralamasını bekliyorum. O ısrarla genel hedeflerden (hayal) bahsediyor.
Hatta bazen onun da zihninin gerçek ile hayali karıştırdığı duygusuna kapılıyorum.
* * *
Örneğin, Davutoğlu WikiLeaks belgelerinin yayınlanmasının ardından ABD Dış İşleri Bakanı Clinton’un kendisinden özür dilediğini söyledi. “Özür dilemedi, üzüntülerini bildirdi” diye ısrar edenlere de “Ben Dışişleri Bakanıyım” diye bir cevap verdi. Sonunda ABD Dışişleri Sözcüsü “özür dilenmediğini, üzüntü bildirildiğini” bir kez daha açıkladı. Davutoğlu’nun, gafları nedeniyle adlarına özür dilendiğini iddia ettiği eski Ankara Büyükelçilerini ise öve öve bitiremedi!
* * *
Hayal ile gerçek arasındaki bir gezinti de “Yeni Osmancılık” sözü etrafında yaşanıyor.
Mehmet Ali Birand’ın bildirdiğine (Posta, 28 Aralık 2010) göre Ahmet Davutoğlu ile arasında şöyle bir konuşma geçiyor:
“Bunun (Dış Politikada 4. Restorasyon dönemi) Yeni Osmanlıcılık olmadığının altını ısrarla çizdi. Doğrusu, bakanın bu konudaki duyarlılığını ve Yeni Osmanlıcılık nitelemelerine karşı böylesine direnç göstermesini anlayamamıştım.
‘Neden bu kadar tepkilisiniz?’ diye sordum.
‘Bu söylentileri yayarak, Ortadoğu ve Balkanlarda yakınlaşmaya çalıştığımız, oysa Osmanlı döneminden acı anıları olan ülkeleri, bakın Osmanlılılar geri dönüyor diyerek korkutuyorlar. Ben bunun için tepki gösteriyorum’ yanıtını verdi.”
* * *
Halbuki Jackson Diehl’in Ahmet Davutoğlu ile yaptığı söyleşiye (Washington Post, 5 Aralık 2010) dayanarak yazdığına göre Ahmet Davutoğlu diyor ki:
“Tıpkı Britanya’nın eski kolonileri ile yaptığı gibi Türkiye de bir milletler birliğine dönüşebilir.”
(“Turkey could become a union of nations just like Britain’s union with its former colonies.”)
Ayrıca Diehl şöyle yazıyor:
“Bana hatırlattı ki Britanya eski kolonileri ile bir ortak refah bölgesine sahip. Neden Türkiye liderliğini Balkanlardaki eski Osmanlı topraklarında, Ortadoğu’da ve Orta Asya’da yeniden inşa etmesin?”
(“Britain has a commonwealth’ with its former colonies, he reminded me. Why shouldn’t Turkey rebuild its leadership in former Ottoman lands in the Balkans, Middle East and Central Asia?”)
Allah aşkına; bu hayal Türkiye’nin liderliğine dayanan ve Osmanlı’nın eski kolonileri üzerinde inşa edilecek bir milletler topluluğu (Yeni Osmanlı) özlemi değil de nedir?
* * *
Denilebilir ki, Jackson Diehl Davutoğlu’nun sözlerini yanlış anladı, hatta yalan söyledi. O zaman neden Davutoğlu 5 Aralık ile 28 Aralık arasında Washington Post gibi etkin bir gazetede yayınlanan söyleşiyi bizzat gazeteye tepki vererek tekzip etmedi?
* * *
Hazır bütün büyükelçilerimiz bir araya gelmişken onlara sormak istiyorum:
Netice odaklı dış politika açısından 2010’un somut kazançları ve somut kayıpları nelerdir?
Yazının Devamını Oku

Kürt meselesi

4 Ocak 2011
TÜRKİYE’de siyasilerin, aydınların, akademisyenlerin kıvırtması âdettendir.

Kimsenin sözlerine sahip çıkmadığı konu:

Ancak, siyasilerin, aydınların, akademisyenlerin kıvırtmada rekor kırdıkları alan Kürt meselesidir!

AKP, BDP, Hükümet’e destek veren sözüm ona aydınlar ve akademisyenler iş Kürt meselesine gelince, ne şiş yansın ne kebap şiarı ile, belki de kimileri korkuyu yüreklerinde hissettikleri için bol bol kıvırıyorlar.

AKP nerede ise 2 yıl önce “Kürt Açılımı” sözünü ortaya attı ama kendi muhafazakâr-milliyetçi tabanını ürkütmemek için açılımın içine bugüne dek ilaç niyetine bir âdet çakıl taşı bile koymadı.

Yazının Devamını Oku

Bir Türk bir Kürt’ü severse!

2 Ocak 2011
GEÇEN hafta sürekli iki dillilik üzerine yazdım. Büyük tesadüf, aynı anda Filiz Aygündüz’ün “Kaç Zil Kaldı Örtmenim?” (Doğan Kitap-Aralık 2010) adlı sıcacık anı-romanını da okudum. Aygündüz’ün romanı sanki “İki ayrı dilde eğitim bizi birbirimizden tamamen koparır” tezimin yaşanmış doğrulanmasıydı.
Filiz Aygündüz 23 yaşında, 1995’te bir öğretmen olarak Diyarbakır-Silvan’da yaşadıklarını romanlaştırmış.
Anılarını saygı uyandıran bir samimiyet içinde ve çok lezzetli bir dille ama en önemlisi başarılı bir roman kurgusu içinde anlatmış.
Anılar sıralanmış anlatımlar değil, neden-sonuç bağlantısı içinde bir bütün hikâye oluşturuyorlar.
Onun için bu kitap bir roman.
* * *
Gencecik bir İstanbullu öğretmen, temel öğretisi ile Silvan’da yaşadıkları birbirine hiç uymayan bir insan; öte yanda terör, dünyanın en güzel yaratıkları çocuklar ve duçar olunan (istemeden içine düşülen) bir aşk!
Filiz’in maşuku Mehmet Hoca Silvan’da bir bilge adam, bir güven kaynağı, sırtını dayayacağı koskoca bir kaya.
Mehmet Hoca dev gibi bir adam, mini minnacık Filiz’i seviyor.
Bu sevgi Filiz’i uçuruyor.
Ancak, birliktelikleri İstanbul’a taşındığında dev gibi adam küçülüyor, İstanbul’un altında yok oluyor.
Saf ve temiz kız İstanbul buluşmasının ardından sormadan edemiyor:
“Ben mini minnacık bir adamı mı sevdim?”
* * *
Mehmet Hoca aydın bir Kürt olarak Türkçeyi de Kürtçeyi de biliyor ama galiba Filiz’le bir türlü ortak dertleri/kaygıları/korkuları paylaşamıyorlar.
İkisi de esasında devamlı korkuyor ama farklı şeylerden korkuyorlar.
Mehmet Hoca’nın zihin haritası Silvan’a göre inşa edilmiş, aynı haritanın İstanbul’u çözmesi mümkün değil.
Tıpkı üniversiteyi İstanbul’da okuduğu halde; uzun yıllar süren taşra hayatından sonra İstanbul kendisine çok büyük gelen rahmetli dayım gibi!
* * *
Filiz Örtmen öğrencileri ile de doğru dürüst diyalog kuramıyor. Minicik yavrular ya Türkçeyi hiç bilmiyorlar ya da yarım yamalak konuşuyorlar.
Ama, yürekleri Filiz Örtmen’e sığınmaya apaçık, ona güvenmeyi çok istiyorlar, keşke o da bir gün bırakıp gitmese...
Filiz Örtmen kendisine yüreğini açan çocukları terk etmemek için benliğinde çok uğraşıyor ama o da, diğer örtmenler gibi, bir gün çekip gidiyor.
Zira, nasıl ki Mehmet Hoca İstanbul’a ait değil, zihin kodlarında İstanbul’la baş etme çözümleri yok, Filiz Örtmen de Silvan’a ait değil, zihin kodlarına Silvan’la baş etme yöntemleri kazınmamış.
“Kaç zil kaldı örtmenim?”
Çocuklar da, Filiz Örtmen de, Mehmet Hoca da biliyorlar ki, bu maceranın bir son zili var, o çalınca herkes ait olduğu yere gidecek.
Mehmet Hoca kendi deliğine, Filiz Örtmen ana kucağına, çocuklar dağa!
Çocuklardan tek tük yırtanlar olursa, onlar da kâr hanesine yazılacak!
* * *
Filiz Aygündüz bana 210 sayfalık romanında değme filoloji, sosyoloji, kültür araştırmaları kitabının öğrettiğinden çok şeyler öğretti. Zira, o yaşanmışı anlatıyor.
Hayatın bizzat doğrulamadığı hiçbir kanaat bilgi değildir!
Milliyet Gazetesi kültür-sanat servisi müdürü, Milliyet Sanat ve Milliyet Kitap’ın genel yayın yönetmeni Filiz Aygündüz sadece edebi eserleri değerlendiren/tanıtan bir yönetici değil, meğerse kendisi bir romancı imiş!
Romancılığa devam et Filiz!
Yazının Devamını Oku

Anadil eğitimi/anadilde eğitim (III)

30 Aralık 2010
İKİ gündür yazıyorum. Anadil eğitimi (anadili formal eğitim içinde öğrenmek) ile anadilde eğitim (tüm eğitimi anadilde yapmak) getireceği sonuçlar açısından çok farklı kavramlar. Anadilde eğitimin Türk ve Kürt halklarını nasıl birbirinden koparacağını iki yazımda madde madde sıraladım.
Bunun içindir ki Demokratik Toplum Kongresi’nin geçen hafta düzenlediği “Demokratik Özerklik Çalıştayı” sonunda ortaya çıkan taslakta yer alan:
“Kürtçenin kamusal alanda kullanımı önündeki engeller kaldırılarak, anaokulundan üniversiteye kadar eğitim dili haline getirilmesi sağlanmalıdır. Demokratik Özerk Kürdistan’da resmi dil Türkçe ve Kürtçe olmalıdır. Hizmet dili Kürtçe olmalıdır...” cümleleri, dil üzerine cehaleti yansıtmıyorsa, ülke insanını bölmek için en güçlü silahtır.
Ancak, öte yanda anadili öğrenmek ve kullanmak temel insan hakkı!
O halde nasıl bir düzenleme yapmalı?
Benim somut önerilerim şöyle:
* * *
1) Üniversite öncesi eğitimde eğitim dili Türkçedir. Yeteri kadar talebin oluştuğu yerlerde özel ve devlet okulları seçmeli ders olarak anadil öğretimi (Örn: Kürtçe) yapabilirler.
2) İsteyen istediği dilde özel televizyon kurmak, kurs açmakta özgürdür.
3) Sinema filmlerinin, talep oluşan yerlerde, anadile çevrilerek gösterilmesi serbesttir.
* * *
4) Üniversiteler anadilde mesleki eğitim vermek için talep oluşursa bu talebi karşılamakta hürdür. Ancak, sadece anadilde eğitim veren üniversite oluşturulamaz. Örneğin, Türk dilinde ekonomi eğitimi veren bir fakültede yeteri kadar talep oluşur ve bu talebi karşılayabilecek kapasitede öğretim elemanı bulunursa, Türkçe verilen bir ekonomi dersi ayrıca Kürtçe de okutulabilir.
5) Üniversiteler anadiller üzerine istedikleri gibi filoloji eğitimi verebilirler, anadil ve etnisite kültürü üzerine araştırma enstitüleri kurabilirler.
* * *
6) Adları sonradan değiştirilen şehirler resmi olarak iki dilde de adlandırılabilir.
7) Şehir, sokak, meydan vb. konulan tabelalar ihtiyaç dahilinde resmi dil dışında anadilde de adlandırma ve yönlendirme yapabilir.
8) TBMM’nin resmi dili Türkçedir. Milletvekilleri kürsüde sadece Türkçe konuşmak zorundadırlar.
9) Belediyeler, valilikler, resmi dairelerde resmi yazışma dili Türkçedir. Ancak, ihtiyaca göre, daireler, bölümler, yönlendirici tabelalar, açıklamalar, formlar vb. daha genel bir söyleyişle vatandaşı bilgilendiren/ilgilendiren malzeme Türkçe dışında anadilde de yazılabilir.
* * *
10) Türkçe bilmeyen vatandaş için resmi daireler Türkçe-Kürtçe (veya herhangi bir anadil) bilen tercüman bulundurmak zorundadır.
11) Mahkemelerde vatandaşlar kendilerini daha rahat hissettikleri dilde ifade vermek hakkına sahiptirler. Bu ifadelerin anında Türkçeye çevrilmesi için devlet adalet kurumlarında tercüman çalıştırmak zorundadır.
12) Özel sektör tanıtım gereken alanlarda (örneğin lokanta mönüleri, mağaza, dükkân, pazar etiketleri) istediği dili kullanmakta serbesttir.
* * *
Benim hazırladığım liste muhakkak ki eksik dolu. Ancak amacı:
1) Anadilin öğrenme ve kullanma hakkına ve
2) Devletin tek resmi dilinin Türkçe olduğu gerçeğine aynı anda sahip çıkmak,
3) Tek devlet çatısı altında buluşan vatandaşların beraber yaşamanın temel harcı olan tek dil (Türkçe) ile eğitilerek hal-i hamur olmalarını sağlamaktır.
Yazının Devamını Oku

Anadil eğitimi anadilde eğitim (II)

29 Aralık 2010
DÜN yazdım:

“...anadil eğitimi (anadili formal eğitim içinde öğrenmek) ile anadilde eğitim (tüm eğitimi anadilde yapmak) kelimelerin benzerliği açısından çok farklı gözükmüyor ama anadilde eğitim (örneğin Kürtçe) yapan bir okulda ikinci dil olarak Türkçe öğretilse bile birbirini tanımayan iki nesil yetişecektir.
Zira eğitim sadece dilin doğru öğrenilmesi, bazı bilgilerin kazanılması değildir. Eğitim aynı zamanda ortak kültürün, değerlerin, örflerin, inançların, ülkülerin, tasaların; kısacası bir toplumu bir arada tutan tüm öğelerin tartışıldığı ve hazmedildiği süreçtir.”
* * *
Dil sadece tarafların birbiri ile anlaşma vasıtası değil; değerlerin, tasaların ortaklaşa paylaşılması için bir araçtır. Türkçe “bayrak” kelimesinin İngilizce karşılığı “flag”dır ama bir Amerikalı’ya “flag” dediğinizde o “bayrağı” kastettiğinizi anlar ama bir Amerikalı ile Türk’ün bayrağa atfettikleri anlam kümesi çok farklıdır.
Türkiye’de “Bayrağımızı yakıyorlar” diye bağırdığınızda kıyamet kopar ama ABD’de bir üniversitede “Bir grup nümayişçi bayrağınızı yakıyorlar!” dediğinizde “Ne var, alt tarafı bir bez parçasını yakıyorlar!” cevabını alabilirsiniz. (Bizzat yaşanmış bir tecrübedir.)
* * *
Daha ötesi, dil insanların düşünce sürecini ve düşünme kapasitesini de belirler.

Yazının Devamını Oku

Anadil eğitimi/anadilde eğitim

28 Aralık 2010
DEMOKRATİK Toplum Kongresi’nin geçen hafta düzenlediği “Demokratik Özerklik Çalıştayı” sırasında tartışmaya açılan taslakta yer alan bir sürü radikal madde arasında beni en çok ilgilendiren dil meselesi oldu. Bence milletleri millet yapan, milletleri bir arada tutan birinci ve en önemli öğe dil!
Taslakta şöyle bir ifade var:
“Kürtçenin kamusal alanda kullanımı önündeki engeller kaldırılarak, anaokulundan üniversiteye kadar eğitim dili haline getirilmesi sağlanmalıdır. Demokratik Özerk Kürdistan’da resmi dil Türkçe ve Kürtçe olmalıdır. Hizmet dili Kürtçe olmalıdır...”
Talep anadil eğitimi değil, anadilde eğitim!
Taslağı yazanlar veya Kongre üyelerinin eline tutuşturanlar belli ki ne filoloji, ne de sosyolojiden zerre kadar feyiz almışlar.
Bence taslakta yer alan belki en dikkat çekici değil ama en hassas konu “anadil”!
* * *
Anadil eğitimi ile anadilde eğitim tartışmasında ilk uyarımı 23 Eylül 2010 tarihinde yine Hürriyet’te yapmıştım. Özetle demiştim ki:
“Demokratik bir ülkede, eğer anadili resmi dilden farklı ise, anadilini öğrenmek herkesin hakkıdır... Bunun için, yeteri kadar talebin oluştuğu okullarda anadili öğreten seçmeli dersleri okutmak devletin görevi, özel okulların hakkı olmalıdır. Ancak, anadilde eğitim müfredatta okutulan tüm derslerin (tarih, edebiyat, matematik vb.) anadilde okutulması anlamına gelir. İşte bu talep bölünmenin bizzat kendisidir.
Zira, eğitim sadece dilin doğru öğrenilmesi, bazı bilgilerin kazanılması değildir.
Eğitim aynı zamanda ortak kültürün, değerlerin, örflerin, inançların, ülkülerin, tasaların; kısacası bir toplumu bir arada tutan tüm öğelerin tartışıldığı ve hazmedildiği süreçtir.
Eğer, hep birlikte Türkiye Cumhuriyeti şemsiyesi altında yaşayacaksak bu öğelere ortak sahip olmamız gerekir! Çocuklarımız ayrı okullarda, ayrı dillerde eğitim alırsa sadece birbirinin dilini değil, birbirinin kültürünü, değerlerini, örflerini, inançlarını, ülkülerini, tasalarını vb. tanımayan nesiller yetiştiririz.
Artık onları kimse ortak paydada bir arada tutamaz. Süreç içinde ayrılık kendiliğinden ve doğal olarak gelişir.”
* * *
Hemen hiç kimse, belki de kasıtlı olarak, bu ayrımı yapmıyor ama anadil eğitimi (anadili formal eğitim içinde öğrenmek) ile anadilde eğitim (tüm eğitimi anadilde yapmak) kelimelerin benzerliği açısından çok farklı gözükmüyor ama anadilde eğitim (örneğin Kürtçe) yapan bir okulda ikinci dil olarak Türkçe öğretilse bile birbirini tanımayan iki nesil yetişecektir.
Zira, tekrar ediyorum, eğitim sadece dilin doğru öğrenilmesi, bazı bilgilerin kazanılması değildir. Eğitim aynı zamanda ortak kültürün, değerlerin, örflerin, inançların, ülkülerin, tasaların; kısacası bir toplumu bir arada tutan tüm öğelerin tartışıldığı ve hazmedildiği süreçtir.
Dil sadece tarafların birbiri ile anlaşma vasıtası değil, değerlerin, tasaların ortaklaşa paylaşılması için bir araçtır.
Yarın devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku

Bir mübadele romanı: Çalı Harmanı

26 Aralık 2010
POSTADAN Samsunlu mübadil genç dostum Akın Üner’in “Çalı Harmanı” adlı romanı çıkınca çok şaşırdım. 1971 doğumlu genç dostumun mübadelenin tarihine merak duyduğunu biliyordum ama romancı yönünü bilmiyordum. Zaten “Çalı Harmanı” Akın Üner’in ilk romanı. Üner, Samsun Mübadele ve Balkan Türk Kültürü Araştırmaları Derneği’ni 2003 tarihinde 22 Rumeli sevdalısı ile birlikte Samsun’da kurdu. 2006’ya dek başkanlığını yaptı. Kendisi esasen Elektronik Mühendisi. Yüksek lisans çalışması da var.
Telefonda “Neden roman yazma ihtiyacı duydun?” diye sorduğumda “Çocukluğumda evimde, sonra mahallemde, en son da Dernek’teki sözel ve yazılı araştırmalar sayesinde büyüklerimden sürüsü ile mübadele acıları -bir yerden koparılıp apar topar başka bir yere savrulmak- dinledim” diye cevap verdi. “Acıyı çekenlerin en büyük derdi başlarına gelenleri başkalarına, hatta torunlarına anlatamamak” diye de ilave etti.
“Onların nasıl savrulduklarını, neler çektiklerini yeni nesiller bilmiyor!”
* * *
O, Rumeli’den-Balkanlar’dan Anadolu’ya-Trakya’ya savrulmuş insanların tragedyasını o insanların kızanlarına anlatıyor.
Ancak, bunu yaparken ortaya öyle bir insanlık tragedyası çıkıyor ki, romanın içinde her türlü insanın kendi hikâyesi var.
Üstelik, o kadar tarafsız davranmış ki romanda sadece Sarışaban’dan Samsun’a mübadele edilen Türklerin acılarını değil, ters yönde mübadele edilen Rumların aynı seviyede göz yaşartan destanını da okuyorsunuz.
Romanda olaylar gerçek ama kahramanlar hayal ürünü. Ben 48. sayfada köyüm Kurudere ile karşılaşınca romanın kahramanlarını kendi dedelerim, nenelerim olarak algılamaya başladım.
Benim büyüklerim zamanın Kavala Vilayeti’nin Sarışaban (Hrisoupoli) Nahiyesi’nin artık var olmayan Kurudere (Xerias) köyündenler. Akın Üner’in büyükleri ise yine aynı nahiyenin Muratlı (Skopas) köyünden mübadil olmuşlar.
Dedem romanda yer alan çeteci Debreli Hasan ile akraba olduğumuzu iddia ederdi. Yine romanda yer alan Hasan’ın yardımcısı Gara (Kara) Kedi “yavur”un (gâvur) belalısı olarak menkıbelerde hep yer alırdı.
Dedem “Bre Hristo ile bir gecede nasıl düşman olduk, anlamadım gitti!” diye sora sora öldü.
Eminim, Hristo Dede de aynı soruya cevap araya araya Sarışaban’da göçtü gitti.
* * *
Maalesef, bu romanı Akın Üner kendi imkânları ile bastırmış. 1922-1924 arasında yaşanan mübadeleyi muhteşem bir kurgu ve dille anlatan romana ulaşmak için önce Akın Üner’e (0532-376 99 67 veya akinüner@hotmail.com) ulaşmak gerekiyor.
* * *
Ben bu güzel romanı tabii ki ivedilikle Rumeli ve Balkan Mübadillerine tavsiye ediyorum.
Ancak, gönlüm Kürt dostlarımın da romanı okumasını istiyor.
Bu topraklarda yaşayan ne kadar insan türü varsa, nerede ise o kadar tragedya var. Bazı Kürtler son zamanlarda sadece kendilerinin tragedya yaşadığını zannetmeye başladılar. Adeta, diğer insanları unutmaya yüz tuttular.
Roman mübadillerin de “Yetti gari be!” diye haykırma hakkını nasıl kazandıklarını anlatıyor.
Ama onlar “Yetti gari be!” yerine “Gel sarılalım be gardaşlık!” demeyi tercih ettiler.
Zira, onlar artık geri dönecek bir yer kalmadığını biliyorlardı!
Yazının Devamını Oku