GeriSeyahat Serin rüzgarın peşinde Trabzon’dan Rize yaylalarına
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Serin rüzgarın peşinde Trabzon’dan Rize yaylalarına

Serin rüzgarın peşinde Trabzon’dan Rize yaylalarına

İstanbul sıcaktan kavrulurken ben soluğu Karadeniz’in yemyeşil yollarında aldım. Sürmene’nin bıçağı, Çayeli’nde kuru fasulyesi, Fırtına Deresi’nin uğultusu, Ayder’in sessiz geceleri derken Kaçkarlar’ın eteklerinde yazın üşümenin keyfini çıkarttım.

Anlaşıldı ki bana bu yaz dur durak yok... Lanet olası leylek. Onu uçarken gördüğümde bol bol gezeceğim diye sevinmiştim. Ama bu kadarını da beklemiyordum. Birinin yorgunluğunu atamadan bir diğeri başlıyor. Kuzey’de Norveç, Balkanlar’da Arnavutluk, Kosova ardından Karadeniz derken yine yol göründü. Bu sefer rotamda Karadeniz’in serin köşeleri vardı. Uçakla geldiğim Trabzon’dan kiraladığım otomobille Rize’ye doğru yola çıktığımda, radyoda spiker İstanbul’un alev alev yandığını söylüyordu. Bu geziyi bir kaçış olarak kabul ettim. Yemyeşil yaylaların düşüncesi bile beni heyecanlandırdı.
Sahil yolundan ilk olarak Sürmene’de çıktım. Sonrasında belleğimdeki görüntüleri güncelleyerek kıyı kıyı Rize’ye doğru ilerledim. Bulutlar Gürcistan’a doğru kovalamaca oynuyordu. Bu yüzden Karadeniz’in rengi alacalı bulacalıydı. Kah mavi, kah lacivert, kah duman grisi... Of’tan sapıp, Çaykara üstünden Uzungöl’e tırmanmaya başladım.

DAĞLAR BULUTLARIN ARDINA SAKLANDI

Çaykara’dan sonra yol ıssızlaştı. Köpük köpük akan derenin sesi tüm lüzumsuz gürültüleri bastırıyordu. Yeşilin tonları belirginleşti, kırık dökük köprüler, varageleler görüntüye girdi. Zirveleri, beyaz minareler, çay terasları, tahtaları kararmış konaklar süsledi. Yani gerçek Karadeniz kendini gösterdi.
Uzungöle doğru yağmur çiselemeye başladı. Yağmuru özlediğimi fark ettim. Gölü görünce birden 10 yıl öncesine gittim. Bayburt’tan, Soğanlı Dağları’nı aşarak geldiğim Uzungöl’de, gece karanlığında yıldızları saydığımı anımsadım. Tam 10 yıl sonra aynı gün yine aynı yerdeydim. Gölü kuşbakışı görmek için dağa tırmanırken, yağmur damlaları büyüdü.
Uzungöl’ü arkada bırakıp, Soğanlı Dağları’na tırmanan bozuk yolda ilerlemeye başladım. Zirveye doğru çıkarken, uçsuz bucaksız uçurumları, çiçeklerle bezenmiş yaylaları tekrar göreceğim için heyecanlanıyordum. Ama olmadı. Bulutlar dağa indi. Her tarafı beyaz bir perde örttü. Uçuruma teğet giden yol görünmez oldu. Dağ sanki yaylalarını göstermek istemiyordu. Daracık yolda güç bela manevra yapıp, gerisin geriye döndüm.

HÜSREV’İN FASULYESİ

Of’tan tekrar sahil yoluna çıktım. Vakit öğleyi geçmişti. İyidere’yi, Derepazarı’nı, Rize’yi geride bırakıp Çayeli’ne vardım. Niyetim Lale’de veya Hüsrev’de dünyanın en lezzetli kuru fasulyesiyle kendime bir ziyafet çekmekti. Ama hangisinde yiyeceğime bir türülü karar veremiyordum. Yazı tura attım, Hüsrev kazandı. Fahri Hüsrev, bu işe 45 yıl önce, sokakta mangal üstünde tencere karıştırarak başlamıştı. Lezzetin sırrını şöyle sıraladı: İspir’in şeker fasulyesi, Vakfıkebir’in nefis tereyağı. Tepeleme bir tabak yedikten sonra ikincisini yememek için epey zorlandım.
Pazar’ı geçip, Ardeşen’den tekrar sahili terk ettim. Geceyi geçireceğim Ayder Yaylası’na doğru gidiyordum. Solumda kavisler çizerek akan Fırtına Deresi’nin suları, geçen yılki kadar öfkeli değildi. Bir yandan dolu bir mide diğer yandan sıcak bastırınca, dere kıyısında bir kahve molası vermeye karar verdim. Bir gölgeye sığınıp kahveleri ısmarladım. O sırada kulağıma neşeli kahkahalar çalındı. Köyün çocukları, derenin üstüne gerdikleri ipte sallanıp, kendilerini akıntının kucağına atıyordu. Yanıma mayo almadığıma pişman oldum. Serin suların beyaz köpüklerine dalıp çıkmanın keyfinden mahrum kaldığıma üzüldüm.

KAÇKAR’IN DERELERİ GECE NİNNİ GİBİ

“Yolcu yolunde gerektir” deyip tekrar direksiyon başına geçtim. Çamlıhemşin’i geçip Ayder’e doğru kıvrıldım. Ormanlık yolda, bulutlarla oynaşan ağaçları seyrede seyrede yaylaya vardım. Bina sayısı o kadar çoktu ki hayal kırıklığına uğradığımı itiraf etmeliyim.
Çimenlerin üstüne uzandım, Fırtına Deresi’nin sesini dinleyip, zirvelerden süzülüp gelen şelalere bakarak hayaller ürettim... Gece, beyaz bulutların, yeşil tepelerin arasından rengarenk geldi. Yıldızlar gökyüzündeki yerini aldı. Derenin sesini ninni yapıp, derin bir uykuya daldım.
Ertesi gün erkenden Kaçkar Dağı’na doğru yola çıktım. Ama yolun başında böyle meşakkatli rotalara alışık olmayan otomobilim su kaynattı. Onu bir kenara çekip, beni zirveye taşıyacak aracı beklemeye koyuldum. Çok geçmeden Ayder ile yaylalar arasında sefer yapan minübüs sökün etti. Fişek ve kurşun kutularının, kavun karpuzun arasına yerleşip yola devam ettim. Uçurumlara baktıkça betim benzim attı. Ha uçtuk, ha uçacağız derken ilk yaylayla birlikte Kaçkarlar göründü.
Meydanlık bir yerde yolcular indi, çocuklar aracın etrafını sardı, ihtiyarlar el salladı.
Şoför korna çalıp geride kalanlarla vedalaştı, direksiyonu son durak olan Ceymakçur Yaylası’na doğru çevirdi. Bu adın ne anlama geldiğini sordum, birisi biraz tereddütlü “tatlı su” olduğunu söyledi. Hangi dilden geldiğini, kökünü, kökenini kimse bilemedi. Önce inek sürüleri, sonra tek tük evler derken Kaçkarlar tüm haşmetiyle karşıma çıkıverdi. Yayla, dağın eteğini mekan edinmişti.

TABANCALAR FORA
 
Yayla görününce minibüs durdu. Şoför dahil üç kişi aşağıya indi. Bellerden tabancalar çekildi. Dağa doğru kurşun sıkılmaya başlandı. Onlar bir atıyorsa dağ beş sesle karşılık veriyordu. Biri susunca diğeri tetiği çekiyordu. Sonra bir genç otomatik av tüfeğinden ardı ardına beş fişek sıktı. Dağ 25 sesle yanıt verdi. Karşı tepelerden de silahını ateşleyip, “hoş geldiniz” diyenler oldu. Silahlar susunca kulağım bir süre çın çın öttü. Zirveden kopup gelen soğuk rüzgarın uğultusunu ancak dakikalar sonra duyabildim.
Nefesim yettiği kadar Kaçkar’ın eteklerinde dolaştım. Sivri zirveleri, çiçekli tepeleri, otlayan hayvanları, oynayan çocukları, taşı, toprağı, yalnızlığı fotoğraf makineme hapsettim. Sonra bir kenara oturup Fırtına Deresi’ni seyrettim. Onun ne kadar aç gözlü olduğunu gördüm. Yüzlerce dereyi, bir o kadar şelaleyi yutuyor, yine de doymuyordu. O, dağ sularını denize kavuşturan bir aracıydı. Uçsuz bucaksız deryalarla buluşmak özlemiyle yanan cılız dereler, sabırsızlıkla, paldır küldür dağlardan yuvarlanıp, Fırtına’nın köpüklerine karışıyordu.
Hava kararmaya yüz tutunca, yaylanın yakınında, bir dere kenarında kampı kurdum. Meydan ateşini yaktım. Sucukları dilimleyip, çubuklara geçirdim. Ayder’den aldığım peynirleri dilimledim, kan kırmızısı domatesleri dörde böldüm. O sırada bir çocuk, sıcak bir mısır ekmeğiyle geldi. Ateşimi gören babası göndermiş. Her şey hazır olunca, derenin buz gibi sularına sakladığım rakıdan bir kadeh doldurdum.
Etrafta ateşin çıtırtısından başka ses yoktu. Bir avizeyi andıran yıldızlara baktım, karanlığı seyrettim. Uyku tulumunun fermuarını çekerken, dünyanın hiçbir otelinde böylesine keyifli bir gece geçirmediğimi düşündüm.
Ertesi gün otomobili bıraktığım yere doğru inerken, kendimi zirveye koşa koşa tırmanacak kadar zinde hissediyordum. Karadeniz’in yeşil yollarında yaptığım üç günlük kısa yolculuk, yaşam akümün şarj olmasına yetip artmıştı bile.
Eğer yaz aylarında üşüyerek, sakin bir tatil düşlüyorsanız bu rotayı size de öneririm.

AYDIN USTA ÇELİĞİ HAMSİ YAĞIYLA YUMUŞATIYOR

Sürmene’den geçerken meşhur bıçaklarını hatırladım. Yıllar önce aldığım mutfak bıçakları, hâlâ ustura gibi keskindi. Yenilerini almak için Aydın Şatıroğlu’nun çakı imalathanesine uğradım. Aydın Usta bıçakçılığın Sürmene’de 100 yıllık bir gelenek olduğunu, geçen zaman içinde ustaların azaldığını, bugün 5-6 kişinin bu işle uğraştığını anlattı.
Bu sohbet sırasında hamsinin bir başka kullanım alanını da öğrendim. Aydın Usta çakının çeliğini yumuşatma işlemini, su yerine hamsi yağıyla gerçekleştiriyordu. Belki de Sürmene bıçaklarının sırrı buydu.

False