Faruk Duman: Bizim kaynaklarımız çok zengin, buna dikkat çekmek istedim

Güncelleme Tarihi:

Faruk Duman: Bizim kaynaklarımız çok zengin, buna dikkat çekmek istedim
Oluşturulma Tarihi: Mart 23, 2023 13:50

Yeni itabı ‘Kargasabunu’nda etkilendiği Anadolu masallarını öyküleştiren Faruk Duman, “Büyük bir tasarı yapmıştım. Anadolu masal geleneğinin kaynaklarını ortaya koyabilmek için gerekirse bin sayfa yazı yazıp bütün bu gerçekten çok etkilendiğim masalları öyküleştirmek... Fakat araya ‘Sus Barbatus!’ girdi ve beni çok yordu, yedi yılımı aldı ve bu süre içinde bu tasarımın heyecanı yavaş yavaş azaldı. Benim enerjim de azaldı bununla ilgili. Ama benim bu başlattığım bir şey yazı yazanlara, sizin gibi öykücülere yol olur, öneri olur, belki başkaları devam eder. Şunu vurgulamak istedim. Bir kere başlamıştım bir yerden bu on öyküyü özellikle seçip yazmadım. On tane olmuştu, ben de bu kadarını yayınlamaya karar verdim. Bizim kaynaklarımız çok zengin, çok kıymetli. Buna dikkat çekmek istedim” diyor.

Haberin Devamı

Ben kitabın ismiyle başlamak istiyorum. Hem çok hoşuma gitti hem de çok merak ettim. Neden “Kargasabunu”?
‘Sus Barbatus!’u yazarken duymuştum kargasabunu bitkisini. Bunun salgılı türlerinin temizleyici özellikleri var, duyunca çok sevmiştim. Sus Barbatus!’un bazı sahnelerine sokmuştum üçüncü ciltte. Mustafa öğretmen gidip kargasabunlarını toplar ve Gülşen’e gösterir, “Gel bak sana ne göstereceğim, çok ilginç bir şey buldum,” der. Böyle Kars’taki bir çeşmede ellerini yıkarlar onunla. Neden yani kargasabunu? Kargalar yıkandığı için mi? Neden? Gerçekten, bunları çok merak etmedim ama çok hoşuma giden bir sözcük, bir isim. Burada masallar var ve bu masallara çok yakışıyor bana sorarsan.

“İlk başta 100 masal yazacaktım, önce 40’a düştü, sonra 10’a düştü,” dediniz. Bu on masalı neye göre seçtiniz? Geleceğe aktarılması için çok önemli, devamı gelecek mi?

Faruk Duman: Bizim kaynaklarımız çok zengin, buna dikkat çekmek istedim

Büyük bir tasarı yapmıştım. Anadolu masal geleneğinin kaynaklarını ortaya koyabilmek için gerekirse bin sayfa yazı yazıp bütün bu gerçekten çok etkilendiğim masalları öyküleştirmek. Böyle bir projem vardı. Fakat araya ‘Sus Barbatus!’ girdi ve beni çok yordu, yedi yılımı aldı ve bu süre içinde bu tasarımın heyecanı yavaş yavaş azaldı. Benim enerjim de azaldı bununla ilgili. Ama benim bu başlattığım bir şey yazı yazanlara, sizin gibi öykücülere yol olur, öneri olur, belki başkaları devam eder. Şunu vurgulamak istedim. Bir kere başlamıştım bir yerden bu on öyküyü özellikle seçip yazmadım. On tane olmuştu, ben de bu kadarını yayınlamaya karar verdim. Bizim kaynaklarımız çok zengin, çok kıymetli. Buna dikkat çekmek istedim.

Haberin Devamı

Bir kitabı okuduğumuzda, üzerinde isminiz yazmasa bile artık sizin kitabınız olduğunuzu tahmin edebiliyoruz. Faruk Duman’ın çok belirgin, kendine özgü bir üslubu var. Ormanı anlattığınızda sanki oradaymışız, yağmuru anlattığınızda yağmur altında kalmışız gibi hissediyoruz. Örneğin Köpekler İçin Gece Müziği’nde bir sahneden çok etkilenmiştim. Sel geliyor ve kulübe yıkılıyordu. Sanki gerçekten kulübenin içindeydim ve sel ile sürüklendiğimi hissettim. Burada, Kargasabunu’nda ise kitabı okumaktan ziyade dinliyor gibiydim. Sanki oturmuşuz, kışın, gaz lambasını açtık, soba çıtırtısı üzerinde kestaneler. Siz bize bu hikâyeleri anlatıyorsunuz. Buradaki dil yoğunluğunuz İncir Tarihi’ne ya da Sus Barbatus’a göre çok daha fazla. Bu yoğunluğun, daha sözel dil kullanmanızın sebebini merak ediyorum.
Buradaki öyküleri çok uzun bir süreçte yazdım. 2015’ten beri. Yavaş yavaş yazıp bir kenara koyduğum öyküler bunlar. Dolayısıyla zaten özellikle bu masalları çok uzun yıllardır okuyorum. Ve bu masallardan üslup devşiriyorum. Yazmaya ilk başladığımdan beri masal ve halk hikâyelerine yaslanıyor bu dil. Oradan besleniyor, oranın çeşitliliğinden, zenginliğinden. Dolayısıyla bunları yazarken gerçekten de o hikâyeleri anlatan, o masalları anlatan halktan biri olduğunu bildiğimiz, yani bir anlamda sözlü edebiyatın bir temsilcisi olduğunu bildiğimiz anlatıcının kılığına bürünüyorum. Bu bir hedef değil, kendiliğinden gerçekleşen bir şey. Çok sevdiğim, çok benimsediğim için. Galiba gün geçtikçe daha çok bu hesapsız, sözlü anlatıcıya yaklaşıyorum. Eğer oluyorsa ne mutlu bana. Ama bir yandan da, edebiyatın yanında, benim zevkim ve günlük hayatta konuşma tarzım da bu. Belki nedeni budur. Bir anlamda benim okurkenki coşkumun, sevgimin yansıması. Bunu bizim edebiyatımız ve dünya edebiyatından öğrendiklerimle buluşturmaya çalışıyorum.

Böylece bizim edebiyatımıza çok önemli bir katkı sağlıyorsunuz. Kendi kültürümüzdeki çok eski masalları, artık neredeyse bilinmiyor birçoğu, çağdaşlaştırarak öğrenilmesine ve geleceğe bırakılmasına vesile oluyorsunuz. Örneğin, Grimm Masalları’ndaki kadınlara göre sizin bu öykülerinizdeki kadınları daha güçlü ve kıymetli görüyoruz. Canlanma öyküsünde Kadı’nın kararına uymayan, kendi yaşamının nasıl devam edeceğine karar veren bir kadın var. Sizin bu öykülerinizde de kadının ne kadar değerli olduğunu görüyoruz. Anadolu kültüründe kadının önemli olması hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Burada beni ilgilendiren şey şuydu: Bu masalları seçtim, çoğu çok belirsiz, dolayısıyla yorumlanabilecek durumdaydı. Çok ilginç ve farklıydılar. Çok az kişinin bildiği ve çok küçük alanlarda kalmış masal örnekleri, yarım masallar ve halk ağzından derlenirken derleme sayfalarından kalmış örnekler... Fakat benim işim akademisyenlik olmadığı için ben bu masalları kaynaklardaki gibi birebir okura aktaramazdım. Onları bir kaynak olarak kullanıp yeni, bugüne ait öyküler yazabilirdim. Zaten o yüzden bu bir öykü kitabı. Önsözde de belirttiğim gibi. Fakat burada kimi öykülerde olay örgüsüyle ve kadının yeri ile ilgili yorumlamalar yaptım. Ama özellikle kadın kahramanlarla ilgili olarak, özgün masalların bir bölümünün bakışının son derece aydınlık olduğunu söyleyebilirim. Bunları, çok eski toplum yapımızın bir yansıması olarak görebiliriz. Benim yaptığım, o geleneği çağdaş biçimde yazınsal anlamda sürdürmek oldu.
Örneğin, “adam yiyen kız” masalı. Oradaki kadınlardan biri o köydeki hayvanların ve insanların ölmesine neden olur. Ve hepsini her şeyi yer bu masalda. Fakat buna bir bakış açısı getirmek ve hikâyeye onun gözünden bakmak gerekir. Diye düşündüm. Ve o şekilde yorumladım. Bu bana kalırsa bugünden bakılırsa nasıl üretilir, nasıl yaklaşılır konusunun bir örneği aslında. Kitaptaki o “Canlanma” masalı da bunlardan biri. Binbir Gece Masalları’nda da bulunur. Okuyanlara tanıdık gelecektir. Dolayısıyla oradaki kahramanların “ürettiği” kadının da gözünden anlatma gereği duydum.

Haberin Devamı

Sus Barbatus! yedi senenizi almış ve yorulmuşsunuz. “Canlanma” öyküsünde de “Sanatla ilgilenenler bilir. Eser tamamlandığı zaman insanın üzerine bir yorgunluk çöker,” diyorsunuz. Siz böyle yorgunluk yaşıyor musunuz? Tekrar yaratım sürecine nasıl giriyorsunuz?
Beni motive eden şu: Gerçekten her kitabımda daha önce yapmadığım yeni bir şeyler olmasını istiyorum. Hem fikir hem düşünce hem dil anlamında. Yazı yazmaya yeniden başlıyormuşum gibi bir heyecan duyarsam başlayabiliyorum. Bu şu demek; gerçekten daha önce denemediğim bir fikrimin olmasını istiyorum. Örneğin Sus Barbatus!’ta hiç daha önce yapmadığım şeyler vardı hem konu hem dil ve kurgu anlamında. Köpekler İçin Gece Müziği de o zamana kadar hiç yapmadığım, bir anlamda gotik bir çalışmaydı. Ve beni o motive etmişti. Ve Bir Pars Hüzünle Kaybolur, bizim doğamızla ilgili, Türkiye’nin doğal yaşamıyla ilgili, bir anlamda yarı belgesel bir çalışmaydı. Bana bu heyecan vermişti. Yani çok şey geliyor aklıma, yazılabilir çok fikir, çok not var, çok defterlerim var ama başlayabilmek için ihtiyaç duyduğum şey, önceki kitaplarıma göre yeni bir şeyler bulmak. Ben kendi okuruma şunu söylemeliyim: Bunu benden daha önce okumadın. Bunu söyleyebiliyorsam, o zaman yazma gücüm de enerjim de yeniden toparlanıyor ve bu bana yeniden çalışma gücü veriyor.

Haberin Devamı

Sizin okuma yazma rutininiz nedir? Yazmak isteyenlere tavsiyeleriniz nelerdir? Şu an yazdığınız bir şeyler var mı?
Edebiyatımıza bir katkısı olacağını düşündüğümüz, bizi bu anlamda çeken heyecanlandıran şeyleri yazmalıyız. Ve bunun için emek harcamalıyız. Yani bu, şu demek aslında; bir konunun, bir tarzın, bir fikrin edebiyatımız için katkı ve yenilik olacağını düşünmek, edebiyatımızı iyi biliyor olmamız anlamına gelir. Bu da şudur: Biz edebiyatımızı iyi öğreneceğiz iyi bileceğiz ve o edebiyata yakışan bir fikrimiz varsa ona tutunacağız ve onun için çok çalışacağız. Dolayısıyla yazma rutini benim açımdan bir memuriyet değil, her gün 8-5 arası çalışamam. Ancak bu söylediğim anlamda beni çok heyecanlandıran bir fikrim varsa o zaman da tüm aklım fikrim onda olur. Somut olarak yazı yazmıyor bile olsam tüm aklım fikrim ondadır. Çünkü o tür durumlarda günlük hayatta pek çok şeyi unuttuğum pek çok şeyi es geçtiğim ya da ihmal ettiğim görülebilir çünkü bütün aklım ondadır. Dolayısıyla o da bir çalışma. Ama gerçekten o fikrin bana inandırıcı ve heyecanlı gelmesi gerekir.

Haberin Devamı

“Meşe Adamları” bana buz tutturan bir öyküydü. Çok etkilendim. İnsanın hükmedebildiği her şeyi yok etme arzusu çok acı. Öyküyü sizden dinlemek isterim.
Bizim memlekette bir rivayet. Konuşulan bir şey. Şunu vurgulamak gerekir. TDK’nin derlemeleri çok önemli, genç arkadaşlara öneriyorum. Çok büyük devasa bir kaynak, hem sözlü edebiyatımızla hem de masal dünyamızla ilgili. Aynı zamanda, halkımızın imgelemine tanık olabileceğimiz inanılmaz bir çalışma. Çoğu orada geçen parçalar. “Meşe Adamları” da onlardan biri. Beni de çok etkiledi. Hayal gücü çok yüksek bir rivayet bu. Ormandaki ağaçların, meşelerin, hüzünleriyle ilgili bir hikâye. Çevre duyarlılığıyla ilgili çok şeyi söyledi. Ağacın savunmasızlığı hareketsizliği ve çevresine benzeme eğilimi, çevresindeki olan bitenleri taklit edebilme eğilimi gerçekten doğanın ve ağaçların bir özelliği. O iklime, renklere, kokulara, coğrafyaya uyum sağlama eğilimi doğanın bir refleksi ve hareket gücünden yoksunluğu da aynı zamanda onun hüznü. Neticede siz yakarsanız yanar, korursanız yaşar. Bu masaldaki ağaç bunu çok güçlü şekilde imgeliyor; ben bundan çok etkilendiğim için bunu yazmak ve duyurmak istedim.

Haberin Devamı

“Meşe Adamları”na “Kişneme” öyküsünde de rastlıyoruz. “Meşe Adamları”na inanan bir çift görüyoruz orada. Aslında yoklukta, soğukta kalmışlar. Öyle çaresizler ki kardeşini yaşatmak için bacağını kesmek zorunda kalıyor.
Sözünü ettiğim “Adam Yiyen Kız” öyküsünün yorumlanmış hali. Ben yorumladım. O yörelerden gelen öykülerden birisi. Çünkü aslında onun oradaki yalnızlığı, köşeye sıkışmışlığı, açlık yoksulluk ve aslında masalı bir anlamda toplumsal bir öyküye dönüştürmeye çalıştım. O dönemin kıtlık zamanlarının bir öyküsü. O da aynı şekilde “Meşe Adamları”nda olduğu gibi beni çok etkilemişti. Ve onun da yine o tür motifin de çok bilindiğini zannetmiyorum.

Bence de bilinmiyor. Tanıdık motiflerden bir tanesi “Eğil Çınarım Eğil”di. Benim aklıma “Hansel ve Gretel” ile “Rapunzel”i getirdi. Ayak izlerinde birikmiş su, geyik, Rapunzel’deki gibi çaresiz kuleye hapsedilmiş değil aksine kendi kendine ağaca çıkan, istediğinde oradan inen, kuvvetli kadın imgesini burada da görüyoruz. Bu beni o bakımdan daha etkiledi. Sizden dinlemek isterim.
Evet, burada yine bilinmeyen bir geyik masalı motifi var. Bir erkek ve kız kardeş var. Ve onların da özellikle o ortamdaki hikâyeleri o ormanın durumu o zaman benim çok ilgimi çekmişti. Özellikle şunu anlatmaya çalıştım; geyik boynuzlarıyla ağaç dalları ve yine bir yoksulluk ve bir toplumsal arka plan görmeye çalışmıştım. Özellikle hem iktidar, hem kardeşlik, eşitlik, temaları… Yine onlardan bir tanesiydi. Bu masallar içinde, özellikle doğa parçalarının anlatılması konusunda, yani betimlemeler, kesik ve sonradan tamamlanan cümleler. Bazı noktalarda ben hemen yakalıyorum, o süreçte Sus Barbatus!’a başlamışım. Yazdıklarıma tarih koymayınca, karışıyor. Fakat bu çok özgün bir geyik öyküsüdür. Ama kaynaklarda bir iki paragraf ya geçer ya geçmez. Çoğu benim yorumumdur. “Hansel ve Gretel” gibi başlaması da öyle.

“Tılsımlı Yorgan” öyküsü çok naifti. Sonunda hiç kimse bu adamın yalancı olduğunu yüzüne vurmuyor ve bir şey de yapmıyorlar. Baba İhsan ise yaptıklarını kimsenin yüzüne vurmamasıyla mahcup oluyor ve ders alıyor. Biz burada aslında o çok eski Anadolu bilgeliğini görüyoruz. Sizce hâlâ böyle bir bilgelik var mı?
Bunlar aslında çoğu eski dönemde kalmış şeyler gibi gözükse de depremde insanların birbirine nasıl yardım ettiğini gördük. Bu Anadolu bilgeliği de eski masallar ve halk hikâyelerinden biliyoruz. Yani o masallara inandığımız için biliyoruz yoksa tanık olduğumuzdan değil. Ama Anadolu kültürünü eski hikâyelerden okuduğumuz zaman, ta Dede Korkut’tan başlayarak, bu halk hikâyelerinin aracılığıyla takip ettiğimiz zaman, âşıklar ve meddahlar yoluyla takip ettiğimiz zaman, kafamızda bir imaj oluşuyor. Yani Dede Korkut’u düşünün, Köroğlu’nu düşünün, halk ozanlarını düşünün, Pir Sultan Abdal’ı, Dadaloğlu’nu, Karacaoğlan’ı düşünün, onların aktardığı bir Anadolu manzarası ve kimliği var dolayısıyla. Eski tarih anlatılarının ve eski sözlü edebiyatın oluşturduğu bir bütünden söz ediyoruz Anadolu bilgeliği sözünü kullandığımız zaman. Dolayısıyla elimizdeki manzaralar bunlar ve bunlara inanmak zorundayız. Fakat ben buraların büyük oranda doğru bilgiler verdiğini düşünüyorum. Onu nereden çıkarıyorum? Bizim de gençliğimize denk düşen, tanık olduğumuz bu Anadolu kültürünün son temsilcilerini biliyoruz; yani Aşık Veysel’i biliyoruz, Neşet Ertaş’ı biliyoruz ve başka halk ozanlarını biliyoruz ve bunların tanığıyız. Bizim kuşağımız bunların tanığı. Dolayısıyla çok eskiden geldiğini ve son temsilcilerini yakın geçmişte gördüğümüzü biliyoruz. Bu bakımdan halk ozanlarına, bizim ulu ozanlarımıza Karacaoğlan, Yunus Emre, Dadaloğlu, Pir Sultan gibi ozanlarımıza inanıyoruz. Ve o kültürü bugüne taşıdıklarını biliyoruz. Anadolu bilgeliği o anlamda o sözel kültüre, o sözel inanca dayalı, dürüstçe inanmış ve oradan bir yaşam tarzı çıkarmış bir bilgeliktir. Bu sözlü kültürün sözlü edebiyatın derinliğini gösterir. Biz bugün pek çok şeyi okuyarak biliyoruz ama onlar birbirlerine aktararak biliyorlar. Ve bir inanç geliştirmişlerdi. Ve o inanç onları yönetiyordu. Dolayısıyla bunun zamanla, modern kültürle beraber yok olacağı belliydi ama bugün tanımlayabiliyoruz, yerine, koyabiliyoruz. Dolayısıyla buradaki masalların tüm anlatıcıları o kültürden gelmektedir. Ben modern bir yazar olarak, doğru kavradı ve anlattıysam. “Tılsımlı Yorgan” öyküsü de oradan geliyor hepsi gibi.

Bizim bildiğimiz Nuh hikâyesinin aksine, öyle bir öykü ki Nuh söz veriyor ve sözünde durmuyor hem de haksızlık yapıyor. Bir Fransız seyyahın kitabında rastladığınızı belirtmişsiniz. Nasıl ilginizi çekti?
Evet, bir Fransız seyyahından okuduğum bir masal. O aktarıyor. Bana Türkiye’de böyle bir hikâye anlattılar diye. Benim de çok ilgimi çekti. Özellikle eski kültürlerden bazı inançların kaynakları ile ilgili anekdotlar ilgimi çekiyor. Bizim edebiyatımıza ait eğlenceli, orijinal şeyler bulduğum zaman bunları yazmaktan çekinmiyorum. Biliyorsun, Sus Barbatus!’ta bunlardan yüzlercesini kullandım hikâye başlığı atarak, bunun bir tür yorum, bir tür kaynak derlemesi olduğunu vurgulamak istedim. Nuh, yılana bir söz veriyor ama sözünde durmuyor. Zavallı yılan, yolculuk boyunca geminin deliğini tıkayarak su almalarını engellemiş. Ama tabii yılanda iblis imgesi var. O da insanın başına pireleri musallat ediyor.

Kitabın başında kötülük yapan, doğayı yok eden, ayrışan ve ayrıştıran ‘insan’dan sona doğru geldikçe daha çok birleşen, birleştiren bir mesaj görüyoruz. Birlik kavramı sizin için ne demek?
Eski kültürdeki, inanca yönelik dil benim hoşuma gidiyor. Çünkü çok güçlü şekilde anlatıyorlar ve ben bunu folklor olarak görüyorum. Ve iyi anladığımı düşünüyorum ve seviyorum da böyle ifadeleri. Birlik şu aslında, ben bunu bütün öykülerimde romanlarımda bu bakış açısıyla yazdım. Doğa ve dünya insanıyla hayvanıyla ağacıyla bir bütün, tek bir organizma. Bu anlamda birtakım varlıkların ötekileştirilmesi yani doğanın hayvanın ya da kadının ötekileştirilmesi eşyanın tabiatına aykırı. Çünkü aslında hepsi bir. Ayrıştırma, mümkün olmayan bir şeyin zorlanması demek. Dünyaya uzaktan baktığınızda bir toz parçası görürsünüz. Dolayısıyla o tek bir şeydir. Onun içindeki her şey birbirine bağlıdır. Bizim yaşamlarımız birbirine bağlıdır. Bugün mesela ben örümceklerle ilgili bir kitap okudum. 1800’lerde yazılmış bir kitap. Şunu anlatıyor. Diyor ki bir üzüm bağına gidin bir üzüm üzüm tanesi koparın. Onun üzerinde sizin çıplak gözle göremeyeceğiniz örümcek ağları bulunur ve siz onu fark etmez ve yersiniz. O örümcek ağlarını, o örümcek yumurtalarını yersiniz. Ama esasında o örümcek, o üzüm tanesini zararlı böceklerden korumak ve sizin yemeniz için oradadır. Ve yeseniz bile size zarar vermez. Dolayısıyla varlığın böyle bir bütünselliği var. Doğanın böyle bir döngüsü var. Bunu ilk öykülerde kavramaya başladığım ve çok da hoşuma gittiği için ben bütün yazdıklarımda bu görüş açısını yansıtmaya çalıştım. Aslında masallarda da olan şey bu. “Maymunlar” öyküsünden “Meşe Adamları”na “Canlanma”ya kadar hepsinde bütüncül bakış açısı var. Bu benim yorumum da sayılabilir. Ben böyle görüyorum insanlığı, doğayı, bitkileri. Böyle tek bir parçanın organları gibi görüyorum ve öyle anlatmaya çalışıyorum. Buna yönelik bir dil kurmaya çalışıyorum. Esasında benim yapmaya çalıştığım öteden beri, doğrudan doğruya doğaya ait, doğadan çıkan bir dil yaratmak, edebiyat dili yaratmak, bütün uğraşım bu.

 

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!