Taklit ve ötesi karanlık

Güncelleme Tarihi:

Taklit ve ötesi karanlık
Oluşturulma Tarihi: Ocak 04, 1999 00:00



Haberin Devamı

Kur'an, insanı, hürriyetle kucaklamış imanın onur borcuna çıkardığı bir varlık olarak görür. İmanın, insanı beklenen yüceliğe erdirmesi için körlük ve karanlıktan uzak olması gerekir. Kur'an burada şu ilkeyi getirmektedir: 'Öleniniz beyyine üzerine ölsün, yaşayanınız da beyyine üzerine yaşasın.' (Enfal suresi, 42) Beyyine açıklık, delil, netlik, kesinlik, aydınlık gibi anlamlar taşır. Eğer iman, beyyineden uzaklaşmaya sebep oluyorsa Kur'an ona iman demez. Çünkü Kur'an'a göre imansızlık bir körlüktür, karanlıktır. İman ise karanlık bir kaostan kurtulmuş olmalıdır. Karanlık ve kaosa bu dünyada yenik düşenler, ahiret aleminde de körlüğe mahkum olacaklardır.(İsra, 72)

İman adı altında körlük ve karanlığa mahkum yaşamak, yine Kur'an'ın açık beyanlarına göre, mevcut kabulleri putlaştırmaktır. Bunun bir adı da gelenekleri ilahlaştırmak ve ecdadperestliktir. İlahi kitap, elliye yakın ayetinde doğrudan veya dolaylı olarak, bu illete çatmakta ve gelenekleri ilahlaştırmayı putperestliğin bir niteliği olarak göstermektedir.

Gelenekleri ilahlaştırmanın görünümünü şu şekilde vermektedir Kur'an:’Onlara Allah'ın indirdiğine uyun dendiğinde onlar şöyle konuşurlar: 'Hayır! Biz atamlarımızı hangi hal üzre bulmuşsak o hali izler, ona uyarız. Peki ya ataları gerçeği yakalayamamış, doğruya akıl erdirememişlerse.’ (Bakara 170)

Demek oluyor ki, geleneklerin, mevcut kabullerin izlenebilirliği gerçeğe, evrensel insanlık ilkelerine uygun olduğunda mümkündür. Aksi halde, geleneklerin tutsağı olan kuşaklar tekamül edemez; Yozlaşıp çürür ve hayat sahnesinde perişan olurlar.Bunun içindir ki bütün İslam bilginleri peyganberlik kurumunun belirgin vasıflarından biri olarak geleneklerle mücadeleyi ve bunları insan hayatından kovmayı göstermişlerdir.

Bu Kur'ansal perspektif bizi şu noktaya getirmektedir: Mevcut kabuller ve gelenekler, hergün yeniden gözden geçirilmeli ve bunların zaman ve tekamul tarafından işlemez hale getirilenleri insan hayatından kovulmalıdır. Aksi taktirde, insan kendini ve hayatı inkar gibi bir felaketin kucağına düşer. Çünkü hayat, bizim subjektif fantezilerimizin prim çıkarmaya asla tenezzül etmez ve bunu bekleyenler hiç acımadan yere serer.


Kötülüğü en güzel tavırla savın

‘‘Güzellikle çirkinlik / iyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel tavırla sav.O zaman görürsün ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sımsıcak bir dost gibi oluvermiştir. Böyle bir tavra, büyük nasip bir tavra, sabredenlerden başkası ulaştırılamaz.Böyle bir tavra büyük nasip sahiplerinden başkası ulaştırılamaz.’’ (Fussılet, 34-35; ayrıca bk. Nahl, 125; Müminnun, 96)

İyiliğe iyilik her kişinin, iyiliğe kötülük şer kişinin, kötülüğe iyilik ise er kişinin işidir.Kur'ankendi bağlılarının er kişi olmalarını istiyor.

Kötülüğe iyilikle karşılık verme, insanları dize getirmenin en akıllı yolu olduğu gibi, kötülüğün ortadan kalkmasında da en etkili yoldur. Sabır ve basiret isteyen bir yoldur. Zor bir yoldur ama sonunda kesin hayırla biten bir yoldur. Bu yolun, dünya edebiyatında en güzel anlatımlarından biri Fransız düşünürü Victor Hugo'nun ünlü romanı ‘‘Sefiller’’de verilmiştir. Bilindiği gibi, olayda rahibin misafir ettiği adam, ‘‘kötü adam’’ çıkmış, ev sahibinin antika şamdanlarını çalmış, sonra yakalanmıştı. Şamdanların rahibe ait olduğunu anlayan polis, mal sahibini çağırmış, şamdanlarının bulunduğunu suçlunun cezalandırılacağını, davacı olup olmadığı sormuştu. Kötü adam zor durumdaydı. Kendisini evinde konuk eden birine yaptığı kötülüğün vicdan azabı yanında, ağır bir ceza ile de yüz yüzeydi. Tam bu anda rahip, ‘‘er kişilik’’ yaparak polise şöyle demişti: ‘‘Bu adam, şamdanları çalmadı, benim misafirimdi, şamdanları kendisine ben hediye ettim.’’

İşte, bu er kişiliğin arkasından hayır ve güzellik gelmişti. Azılı bir hırsız olan kötü adam, bu bağışlayıcılık ve güzel davranış karşısında adeta erimiş, içten bir tövbe ile ondan sonraki hayatını iyiliğe ve iyilere adayacağına söz vermiş ve gerçekten de sonraki hayatını rahibin hizmetinde geçirmişti. Er kişilik, çamurdan mücevher çıkarma başarısını göstermişti...

MAHMUD CELÁLEDDİN:

1829'da ölen ve Şeyh Murad Türbesi'ne defnedilen Mahmud Celâleddin, Dağıstanlıydı. Meşketmek için gittiği Yamakzade Salih ve Ebubekir Raşid Efendiler, Mahmud Celâleddin'in sert tabiatlı olması dolayısıyla Mahmud Celâleddin'e ders vermeyi reddetmişler, o da evine kapanarak hattı eski üstadların yazılarını tek başına inceleyerek ve kendi kendine öğrenmişti. Türk hattında ayrı bir ekol kuran Mahmud Celâleddin'in sert tabiatının izleri yazılarında da hemen belli olmaktadır.


Soru: Tabiat kanınları ile kader kavramının ilişkisi var mı?

Cevap: Elbette. Tabiat kanunları da kader cümlesindendir. Su 100 derecede kaynar. Bu kaderdir.İnsan suyu 60 derecede kaynatamaz. Güneş sisteminin seyrini, mevsimlerin oluşumunu değiştiremez. Bunlar kaderdir. Sünnetullahicabı her şey, kader denen ölçüye göre seyreder. Kur'an: Allah katında herşey bir ölçü iledir.' (Ra'd, 8) diyor. Burada ölçü anlamında kullanılan 'miktar' kelimesi kaderle aynı kökten geliyor.

Suyu 60 derecede kaynatamayan insan, ondan, sayısız imkanları kullanarak çeşitli sonuçlar elde edebilir.

Bize, kaynama noktasını belirleme yetkisi verilmemiştir; ama o noktayı bilerek ve irademizi kullanarak, istediğimiz sonucu elde etmemize imkan tanınmıştır.

Ne yazık ki, insanoğlu, sudan yararlanmanın mutluluğunu yaşamak yerine, kaynama derecesini aşağı yukarı çekebilmek konusunu tartışır. Artık öğrenmeliyiz ki, Allah, Allahlığını kimseye vermez. Fakat, onun dışında bize verdikleri hiç de az değildir. O'nunkini ona bırakalım, biz bizimkilerle yükselelim, mutlu olalım.

Kısacası, kader meselesinin bir ucu Allah'a, bir ucu insana bağlıdır. Bize düşen, kulluğa bağlı ucun gereklerini yere getirmektir. Tanrılığa bağlı uçta zaten yapabileceğimiz bir şey yoktur.

Kader konusunda bu polarite, en büyük insanın eşsiz sözlerinden birinden ölümsüz bir formüle bağlanmıştır: 'Deveni önce bağla, sonra Allah'a tevekkül et.' Bütün sır işte burada...Deveyi bağlamak iki kutuplu kaderin kulluk ucundaki görev. Bağlanan deveyi koruma altına almaksa uluhuyet kutpuna ilişkin iradenin tecellisi. Kullukla tanrılığın mutlu kucaklaşması ise birinci kutuptaki görevin ikinci kutuptaki iradeyle uyuşmasına bağlı. Biz bağladığımız devenin korunmasını istersek, O da bağladığımız deveyi korumaızsa aksama ortaya çıkar.



Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!