Lozan Konferansı'ndan sonra tarihin en büyük göçü yaşandı

Güncelleme Tarihi:

Lozan Konferansından sonra tarihin en büyük göçü yaşandı
Oluşturulma Tarihi: Eylül 21, 2002 20:07

Bir geleneğin yerine getirilmesi

Alışkanlıklar, benim yaşamımda geniş bir alanı kaplar.

İyi alışkanlıklarımdan biri de, Yaşar Kemal'in her yeni kitabı çıktığında, onunla konuşma yapmamdır.

Yazı, televizyon programı da bunun yan unsurlarıdır.

Bir yazarla her kitabı için konuşmanın zorlukları var mıdır?

Yaşar Kemal söz konusuysa, hayır. Çünkü her yeni romanı, yazarlığında bir aşamadır ve her yeni romanının konusu farklı edeb*ı zenginlikler taşır.

Konu mu demeli yoksa tema mı? İkisi birbirine geçmiştir. Bir Ada Hikayesi ırmak romanı, eskimeyen konusuyla elbette ilgimi çekti.

Göçün sınır tanımaz özelliği, savaşan dünyada gündemin birinci maddesi olması halen geçerli.

Hiç kuşkusuz Yaşar Kemal'in göçü yazması, kendi ailesinin de yaşantısından bir bölümü yazması demektir.

Onların çektiği acıları, kahramanlarına yansıtmasıdır.

Okurlarım bu romanla ilgili soruların yanısıra, Yaşar Kemal'in, Köy Romanı ve Büyülü Gerçekçilik'le ilgili sorulara verdiği yanıtları da ilgiyle okuyacaklardır.

Yaşar Kemal'in dünyasında gene birlikte bir geziye çıktık.

Mübadeleyi eleştiriyorsunuz. Olağanüstü canlılıkta yarattığınız kahramanlarla, Lozan'ın sebep olduğu bir aksaklık mı sizce? Değiştirilebilir miydi?

- Buradan birbuçuk milyondan daha çok insan gitti, oradan bize beş yüz on bin insan geldi diye yazıyorlar. Ortada çok korkunç bir olay var. İki devletle birlikte bu karara Lozan Konferansı'ndaki tekmil Avrupalılar da katıldı. Bu karar için tarihin en büyük sürgünü diyorlar. Çünkü ne Türkiye'deki Rumlara, ne Yunanistan'daki Türklere sormuyorlar, vatandaş Türkiye'ye gitmek istiyor musun, Rumlara sormuyorlar, vatandaş sen Yunanistan'a gidecek misin? İşte tarihin en büyük sürgünü. İşte insanlığın yaşadığı en büyük acılardan bir tanesi. Sürgünlerden öğrendiğim bir söz var: İnsanı yurdundan etmek, insanın yüreğini koparmak gibi bir şeydir. Ben bunun acısını çekmiş bir kişiyim. Benim ailem bin dokuz yüz dörtte Rus ordusunun Van'ı işgalinden dolayı yurdundan kaçmış bir buçuk yıl sonra Çukurova'ya gelmiştir. Ben de Çukurova'da doğmuşum. Onların ölünceye kadar Van'ı dillerinden düşürmediklerini, Tahir amcamın durmadan yıllarca memleketi üstüne hasret türküleri söylediğini biliyorum. Bütün çocukluğum, gençliğim onların hasret türküleri, ağıtlarıyla geçti. Bu kadar acı çekenlerin içinde yaşamak o kadar kolay bir iş değil. Ben evimde ne kadar hasretlik insanları görmüşsem, o kadar da sevgiyle, dostlukla, acıyla dolup taşan insanları da gördüm. Benim temelim evimde atılmıştır.

Göçler bizim kültürümüze ne kazandırdı? Çeşitlilik diyebilir miyiz?

- Göçler bizim kültürümüze çok şey kazandırdı. Anadolu bir göçler sığıncasıdır. Dünya göçler çalkantısındadır. Göçlerin türlü sebepleri vardır, biri savaşlar, biri de doğanın insanlarca yaşanmaz biçime getirilmesidir. Bizim bildiğimiz, belki de bizi en çok ilgilendiren Asya göçleridir. Akdeniz son duraktır. Özellikle Anadolu durakların başında gelir. Savaştan kaçan, kuraklıklardan kaçanlar Akdeniz ve Anadolu duraklarında kültürler yaratmışlar, tüm kültürler de birbirlerini beslemişler. Kültürleri çağımızda sürgüne gönderilmiş Anadolu bunun da altından kalkacaktır. Anadolu kadim zamanlardan bu dünyaya saldığı ışığıyla gene de dünyayı ışıtacaktır.

Bu ırmak roman dizisi yabancı dillere çevrildiğinde, bütün göçmenlerin, sürgünlerin; mübadele, göç olgusunu yeniden sorgulayacakları kanısındayım. Evrensel bir soruna yeni bir boyut getirdiniz. Kinsiz, kavgasız ama hüzünlü.

- Birinci kitap Almanya'da çıktı. İsveç'te çevirisi bitti. Fransa'da da bitti bitecek. Hepsi çevrilince, belki de göçler üstünde daha durulacak. İnsanlığın göç olgusu daha da sürüyor. İnsanlar göçlerle, sürgünlerle daha çok uğraşmaya başladı. Dünya gene göçlerle çalkalanmaya başladı. Bu seferki göçler ekmek sorunu yüzünden. Milyarla aç var yeryüzünde. Aç it bile fırını yıkar. İnsanlık 11 Eylül'ü unutmamalı. Birçok yönüyle 11 Eylül derinlemesine araştırılmalı. Akdeniz'de çürük teknelerden denize dökülen yüzlerce insanın da üstünde durmalı dünya. Açlık acımasızdır. Dünya büyük olaylar bekliyor. Benim dünyam kinsiz kavgasız bir dünyadır. Yazdıklarım da öyledir. Büyük hikáyecimiz Sait Faik diyordu ki, benim yazılarımı okuyanlar insan öldüremesinler, barışçıl olsunlar. Benim romanlarımı da okuyanlar, insanları aşağılamasınlar, sömürmesinler, insanların onuruyla oynayamasınlar. İnsanlara zulüm edemesinler, sevgiyle dolup taşsınlar, insanlar açken onlar tok yaşayamasınlar. Mutluluk insanlarla birlikte olunca mutluluktur. Milyarlarca insanın aç kalması hiç kimseye hayretmez. Bu sorunu artık bir iyice düşünmeliyiz.

Ada hiç kuşkusuz insanlarda bir tecrit edilme, soyutlanma duygusu uyandırıyor. Romanın özelliklerinden biri. Bunu düşündünüz mü?

- Bunu sanmıyorum. Öyle olsaydı, insanlarımı o adaya sokmazdım, kendime gene Çukurova gibi bir ova bulurdum.

Hálá Girit'e döneceğini sanan, bunun için girişimlerde bulunan kahramanınız, gerçekle hayal arasında yaşıyor. Bütün mübadillerin ruh hali böyle midir? Sandıklarını bile açmazlar.

- Sandığı ölünceye kadar açamayanlarla çok karşılaştım. Bundan on gün önce de uzun yıllar evvelden tanıdığım bir dostum büyük anasını anlattı. Mübadil büyük ana geldiği günden ölünceye kadar evden çıkmamış, evdekilerden başka kimseciklerle de konuşmamış. Sandığı açmayanlardan söz eden yazılar, şiirler de okudum. Toprağını mezara kadar özlemek insanoğlunun çok şaşırtıcı bir yanı. Eskilerin topraklarını çok özlediklerini de Sovyetler Birliği'ne gittiğim yıllarda öğrenmiştim. Ne yapalım herkes doğduğu ülkeyi ölene kadar özlüyor. Bu özlem benim de başımdan geçti. Üç yıl İsveç'te, üstelik de sevdiğim arkadaşlarım arasında, özlemden ölüyordum.

Siz siyasal hareketlerde, daima Millî Mücadele uğrunda savaş vermemiş kişilerin iktidarı aldığını söylersiniz. Tanyeri Horozları'ndaki örnek de bunu gösteriyor. Gerçekten hak edenler hep unutulmuş, ihmal edilmiş midir?

- Kavlak Rezi'yi söylüyorsan eğer CHP'de olduğu gibi öteki partilerde de çooook Kavlakzadeler var.

Tanyeri Horozları'nda savaştan kaçanın psikolojisini, iç dünyasını yansıtıyorsunuz. Yaşar Kemal gerçekçiliğinin başarısı diye nitelendiriyorum bunu. Kaba gerçekçilik değil.

- Sağolasın Doğan bu sözlerine nasıl bir söz ekleyebilirim ki...

Roman coğrafyanız çok geniş. Bavyera Televizyonu'nun çekiminde bulundum, batılıların, bütün dünyanın size ilgi göstermesinin, okurunuzun çok olmasının nedenlerinden biri. Ve bu coğrafyayı anlatırken, bütün dünyadaki insanların coğrafyasını romana getiriyorsunuz. Ne dersiniz dünya yazarı olmak bu mu?

- Coğrafyamı da ben yarattım. Bütün Anadolu coğrafyasını gençliğimde gazeteci olaraktan çok gezdim, çok yaşadım. Her romanım için yeni bir coğrafya yaşamak zorundayım. Çukurova coğrafyamı yarattığım gibi.

Roman kahramanlarından hangisini daha çok seviyorsunuz? Doktorlara sempatiniz biraz fazla.

- Kahramanlarımın hepsini severim ben. Doktorlara karşı daha bir sevecen davranmış olabilirim çünkü pek çok doktor ahbabım vardır. Abdülhamid döneminde tıbbiyeden doktordan başka her şey çıkar. Sanıyorum o devrin en aydın kesimi doktorlardı. Bütün orada anlattığım doktorlar savaş yaşamış olanlar. Hepsi bir toprak özlemi içinde. Adadaki Rumlar da onlara sahip çıkıyor.

Mübadele sırasında evlerine yerleştirilen insanların hep bir tedirginliği var. Bu devlete karşı olan güvensizlikten kaynaklanıyor değil mi?

- Tabii. Devletten iyilik görmemiş ki halk, hep kötülük görmüş. Anadolu halkının, hatta bütün halkların Mustafa Kemal Paşa'yı sevmeleri, kendilerine yeni bir dünya getirdiği içindir. Halk ondan çok memnun oldu. İkinci Dünya Savaşı sırasında İsmet Paşa'dan neden nefret ettiler? Savaşa girmedi ama bütün savaşın ağırlığını Türk halkı yaşadı. Halk bir karşı devrim olmasına karşın Demokrat Parti iktidarını istedi. İsmet Paşa'yı hiç affetmediler. Menderes'i asmak da bir hataydı. Seçilmiş bir başbakanın asılmaması gerekirdi.

Çocuklara karşı da çok sevecen davranıyorsunuz, onların ayrı bir yeri var bu romanda...

- Çocuk da gerçektir hayatta, gençliğin, yaşlılığın olduğu kadar. Bir romancının ele alacağı tek şey insan psikolojisidir. Onun doğrusunu veremediği zaman hiçbir şeyi veremez.

Romanlarınızı Büyülü Gerçekçilik akımının içine sokanlar var. Ne diyorsunuz bu konuda?

- İsveçli bir gazeteci gelip bana, siz Büyülü Gerçekçilik'i getirdiniz romana, dedi. Ben de ona hayır, ne Güney Amerikalılar getirdi Büyülü Gerçekçilik'i ne de ben, dedim. Getirenler biz değil, öykünenler, taklit edenler biziz. Bunun ilk örneği Gılgamış Destanı'dır. Son örnek de Gogol'ün Palto'sudur.

Gelecek roman çalışmalarınızdan söz eder misiniz biraz?

- Sırada çok roman var. Bundan sonra dördüncü kitap var, adı da Çıplak Deniz Çıplak Ada. Ondan sonra Akçasazın Ağaları'nın üçüncüsü Anavarza. Daha da var. Yeter ki insanın ömrü olsun.

Romanın kahramanlarından Sait Rahmi

MÜBADELE EN BÜYÜK HATAMIZDI


Biliyorum korkunç bir durum. Biliyorum, mübadeleyi kabul etmek bizim en büyük hatamızdı. Yunanlılar bize, senin gibi birkaç kişi dışında, sadece okur yazar olmayan köylüleri gönderdiler. Bizim Rumlar Osmanlı'nın en okumuş insanlarıydı. Bütün Anadolu'nun zenaatleri onların ellerindeydi. Doktorların, mühendislerin, yüksek tahsil görmüşlerin birçoğu onlardı. Mimarların birçoğu onlardandı. Onlar gidince Anadolu'da duvarcı, sıvacı, demirci, ayakkabıcı, hemen hemen hiç kalmadı. İzmir'de, Trabzon'da bin sekiz yüzlerde konservatuvarlar bile açmıştı Rumlar. Bizde yetişen kıymetleri Yunanlılar aldı. Bundan sonra iddia ediyorum ki Anadolu'dan giden Rumlar Yunanistan'ı değiştirip çok ileriye götürecekler. Bu kazık bize gene İttihat ve Terakki'nin attığı bir kazıktır. Enver Paşa kazığı gibi... İlk dünya savaşını çıkaran, bunca insanı öldüren Avrupa değil mi? Adına Dünya Harbi diyorlar, insanları kandırıyorlar. Bu dünya harbi değil, yalan, tarihin gördüğü en büyük katliamdır. Biliyorsun Lozan'da mübadeleye Avrupa karar verdi. Sayfa 54

Biz bu milliyetçi bağnazlığımızla yalnız mozaik kültürü yok etmedik Türk kültürünün de belini kırdık

Anadolu toprakları çok göç görmüş geçirmiş, burada dostluklar da kurulmuş daüssıla da yaşanmş. Gene de eski toprakların özlemi yabancı topraklarda dostluklar, aşklar yaşanmasını önlememiş. Bu toprağa özgü bir davranış biçimi midir sizce?

- Anadolu toprağı birçok kültürün birbirini yarattığı yerdir. Son yıllarda bu mozaik kültürünü yadsımasaydık, onun kökünü kurutma çabasına kalkışmasaydık, bugün de dünya kültürüne katkımız epeyce olurdu. Bu toprağın köylüleri Yunus Emre'yi, Pir Sultan'ı, Karacaoğlan'ı, Dadaloğlu'nu, Abdale Zezniki'yi, Fakiye Teyran'ı yaratmıştır. Anlamayıp da ölüme terk ettiğimiz sayısız destanları. Biz, bu milliyetçi bağnazlığımızla yalnız mozaik kültürü yok etmedik, Türk kültürünün de belini kırdık. Bir kültür ne kadar yok edilmeye çalışılırsa çalışılsın, o kültür gene ergeç özüne kavuşur, yaratıcılığını biraz yitirmiş olarak da olsa. Anadolu bir gurbet, bir göç toprağıdır da. Anadolu toprağının türkülerinde, destanlarında belki de en çok geçen sözcük gurbet ve sıla sözcüğüdür. Benim adamı da sürgünler, savaş yüzünden yurdundan yuvasından edilmişler dolduruyor. Bir Ada Hikayesi bir özlem türküsü, bir gurbet acısı, bir telli turna türküsüdür belki de. Sana tuhaf gelmiyor mu bir romana belki de bir telli turna türküsüdür demem. Bu kitap belki, nereden gelirlerse gelsinler insanların sevgiyle, aşkla birbirlerine sarılmalarının romanıdır. Ben her zaman aydınlığın türkücüsüyüm, dedim. Doğayı, insanı bu kadar yaşama olanağı bulma talihine erişmiş bir kişi olarak, karanlığın türkücüsü olamam ki. Ben hep eski toprakların hasretlisi olacağım.

Köy romanı ayrımı yanlıştır sanki kasaba romanı varmış gibi

Tanyeri Horozları ile ırmak romanın üçüncüsü tamamlanmış oluyor? Buna kısaca mübadelenin ırmak romanı diyebilir miyiz?

- Bir romana şunun bunun romanı demek yanlış bence. Bu romana başladığım yıllarda, bana bu romanı birkaç cümleyle anlatabilir misin diye soruyorlardı, ben de onlara, ekosit ve jenosit hakkında diyordum. Bu iki sözcük belki romanı az da olsa anlatabilirdi. Ben romanlarımı hiçbir biçimde sınırlandırmam. İnce Memed'i bile eşkıya romanı diye nitelendirmem. Köyden gelen, köy asıllı yazarlara ‘‘Köy romancıları’’ dendi. Birçok roman köyden söz ediyor diye köy romanı oldu. Birçok romancı da köylü romancı oldu. Oysa dünya romanında böyle bir ayrım yoktu. Kasabayı yazanlara kasaba romancıları, büyük şehirleri yazanlara büyük şehir romancıları demiyorlardı. Bizde böyle bir ayrım yaparak köyden gelen yazarları küçümseme yolunu tuttular. Oysa Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mahmut Makal Türkçe'ye yeni olanaklar getirmişler, Türkçe'yi zenginleştirmişlerdi. Onlara kadar Türkçe zayıf bir dildi. Köy kökenli yazarlar için yıllar süren öyle bir kampanya açıldı ki, çok satan Fakir Baykurt gibi bir yazarın romanları bile satılmaz oldu. Ne yazık ki köy romanı adını verdikleri romanları köylülerden daha çok küçümsediler. Benim inancım, köylü romancıları dedikleri romancıların romanları, bu kötü kampanya unutulunca eski görkemine gene kavuşacaktır.

Romanda anlattığım Enver Paşa bir zulmün fotoğrafıdır

Romanlarınızda, eleştirmenlere, araştırmacılara malzeme olacak çok önemli olaylar, yorumlar var, siyasal roman ya da tarihi roman yargısı sizin eserleriniz hakkında verilebilir mi? Bütün roman anlayışınızı kapsamasa da bu ülkenin tarihi, insanlarının tarihi çok önemlidir sizin romanlarınızda.

- Yıllar önce, Bir Yedek Subayın Anıları'nın redaksiyonunu yapmıştım. Ondan sonra Sarıkamış üstüne yazılmış ne kadar kitap bulmuşsam okudum. Bir gün gelip yazmak için değil, salt merak ettiğim için. Enver Paşa, elbette tek başına değil, kendi gibi birtakım subayla birlikte bir halkın kökünü kurutmak için elinden geleni yapmıştı. Onlar için insan değeri diye bir değer yoktu. Salt savaşta ölecekler, öldürecekler vardı. Enver Paşa'nın yüreğinde öyle bir şey olsa, o donanımsız askeri ayak yalın baş kabak karnı aç Allahüekber dağının karlarının, sıfırın altında kırk elli derece buzlarının üstüne sürer miydi? Bütün Şark Cephesi'ni yazanların hepsi Enver Paşa'nın sonsuz zulmünü, kırımını yazıyorlar. Benim Türkmenlerimin ağıtları da bu korkunç kırımı... Enver Paşa'yı böyle anlatmak bir romancının insafsızlığı değil, yazının böylesine yumuşak olması belki de bir yazarın beceriksizliğidir. Benim aklım, böyle bir deliliği, böyle bir zulmü, ne için olursa olsun almıyor. Benim için böyle karanlığı, kırımı yazmak hiç de kolay değil. Böyle bir deliliği, böyle bir zulmü yazmak o kadar zor ki, ancak bu acıyı ben bilirim. Yazarlık yaşamımda böyle gayri insani durumları yazamadığım, ıska geçmek zorunda kaldığım çok oldu. Özellikle Kimsecik üçlüsünde Yezidi Kırımı'nı anlatırken. O zulümleri anlatırken birçok zulmü ne kadar istedimse de bir türlü anlatamadım. Ben zulüm yaratamam ancak zulümlerin fotoğrafını çekebilirim. Enver Paşa'nınki de bir fotoğraf.

Acaba ölümlü olduğumuz için mi bu düşmanlık

İnsanoğlu niçin bu kadar kendine düşman, dünyadaki bütün güzelliklere, kayan yıldızlara, tepeden tırnağa çiçek açan güzelim dünyanın her şeyine, menekşenin kokusuna, güllerin rengine, kuşların ötüşüne, cerenlerin sıçrayışlarına, her gün binlercesini, milyonlarcasını gördüğümüz ışığa niçin bu kadar düşman şu insanoğlu, acaba ölümlü olduğunu bildiğinden mi?

Sayfa 332
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!