Hac kafileleri kayıklarla dolu bir denizi andırırdı

Güncelleme Tarihi:

Hac kafileleri kayıklarla dolu bir denizi andırırdı
Oluşturulma Tarihi: Ağustos 09, 2011 00:00

Güvenlik nedeniyle hacca gitmeyen hükümdarlar, Hac Emirleri yoluyla hacda temsil ediliyordu. Eşraf ve zenginler de benzer bir yol buldu. Bu sayede Mekke’ye gelemeyenlerin yerini almak kazançlı bir meslek haline gelmişti.

Haberin Devamı

İSLAM Tarihçisi Aly Mazaheri, “Ortaçağda Mescitler, Ramazan ve Hac” adlı makalesinde, İbn Cubeyr’den şu alıntıyı yapar; “Her zaman kendilerini temsil ettirdikleri halde, bu yıl şahsen kutsal yerleri ziyaret etmeye karar vermiş birçok asil kadın vardı...” Bahriye Üçok’un çevirisini yaptığı ve A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi’nin 1962’deki sayısında yayımladığı makale, asil kadınların hac kafilesi üzerinden dönemin Hac yolculuğu şöyle tasvirler:

Kervanda üç prenses

“... Diyarbakır ve Bizans’tan yeni alınmış toprakların Atabeyi İzzüddin Mesud’ın kızı bir prenses vardı. Bu prensese Musul Emir’i Muizüddin’in annesi, diğeri de Azerbaycan Atabeyi Şemsüddin İldeniz’in kızı olan iki Selçuklu prensesi eşlik ediyordu. Bu çok dindar ve merhametli asil kadınlar, her konak yerinde esirleri vasıtasıyla 40’ar deve yükü elbise, su ve yiyecek dağıtıyorlardı. Uzun mesafeleri aşmak için kafile, gece bile seyahate devam ederdi. Tahtırevanlarında yastıklar üzerine iyice yerleşmiş, yahut binek hayvanının boynu üzerine uzanmış hacılar, develerin adımlarının ritmiyle salınarak sakin sakin uyurlardı. Kervan ağır ağır ilerler ve bu görülmeye değer fevkalade bir temaşa teşkil ederdi. İbn Cubeyr, ‘Gündüzleri bakılınca yelkenleri şemsiyeler ve tahtırevanların perdeleri olan kayıklarla dolu bir deniz göründüğü sanılır’ diyordu; geceleri esirler tarafından hayvanların önü sıra taşınan sayısız meşaleler, çölü yıldızlı bir semaya dönüştürüyordu.
Dur emri, çadırları kurmak ve bozmak işareti ve nihayet en küçük müşterek hareket varıncaya kadar İbn Cubeyr’in dediğine göre, gümbürtüsü gök gürültüsünü andıran davullarla tanzim edilmişti. Hacılar tek bir adam gibi askerce hareket ediyorlardı; davul sesi üzerine muazzam çadır şehri basit bir halı gibi yayılıp açılıyor; yahut dürülüp toplanıyordu. Eğer herkes istediği gibi hareket edecek olsaydı, kervan asla istenilen zamanda Mekke’ye varamazdı.

15 bin hacı adayı öldü

Arabistan çölünü geçerken binlerce meşakkat ve tehlike, hacıları beklerdi. 1004 yılında susuzluktan ölen hacılar, içmek için avuçlarına işeyecek hale gelmişlerdi. 1011’deki seyahat sırasında bir bardak su, 200 gümüş sikkeye satılmıştı. 1012 yılında Karmatiler, sarnıçları yıkmış ve kuyuları da çalılarla doldurmuş olduklarından 15 bin kişi öldü. Günler ve gecelerce çölde yürüdükten sonra hacı kafilesi sonunda gayelerine ulaşırdı. Kutsal şehrin gözükmesiyle onların neşeleri büyük olurdu, fakat bu kadar büyük bir kalabalık orada oturmayı düşünemeyeceğinden, dışarıda kamp kurulurdu. Sanki bir sihirbazın değneğiyle “Çeşitli renkli bezlerden bir şehir” ortaya çıkmış olurdu. Şurasından burasından, bir mızraklı muhafız süvarisinin rahatça geçebileceği kapılar açılmış olan bir bez duvarla çevrili bu “hareketli” şehrin, sarayları, meydanları, camileri, mahkemeleri, hapishaneleri, hastaneleri, pazarları ve kuyumcular, ıtriyatçılar, lokantalar bir yana esir ve hayvan ticaretinden şerbet satıcısına kadar çeşitli tüccarın sayısız mağazası vardı.

Bir aksi sedaya kadar

Hacıların kaybettikleri çadırları bulmasına yardımcı olmak için çok iyi organize edilmiş bir inzibat idaresi de kurulmuştu. Bir deveci, hacıyı terkisine alıp, bitip tükenmek bilmeyen bezden yollarda, yolunu kaybedenin adını, mensup olduğu şehrin adını ve müşterisi bulunduğu devecinin adını bir aksi seda buluncaya kadar bağırırdı.  Mekke, Bakkah adını taşıyan derin bir vadide kurulmuştu. Gözleri oyalamak için ne bir tutam ot ne de bir ağacı olan bu kavrulan vadi, gene de hatırlanamayan zamanlardan beri kutsal bir yer olarak kabul edilmişti. Oraya giden yolların iki tarafına konulmuş taşlar, ‘Kutsal yerin’ sınırlarını gösterir. Cami ül- Haram şehrin ortasında yükselir. Ortaçağ’da yontulmuş taştan en aşağı onar katlı evler caminin etrafına sıkışmışlardı.

İki savaş arasında hac

Yarın ise bu kafileyle yolları Mekke’de birleşen farklı kültürlerden Müslümanların Kabe’yi ilk gördüklerindeki davranışlarını okuyacağız. Örneğin Haçlılara karşı iki savaş arasındaki zamandan faydalanarak Suriye’den gelen Oğuz Türkmenlerinin sevinç gözyaşlarını.

Haberin Devamı

Mümin bir delikten iki defa ısırılmaz!

Haberin Devamı

Mekke’de şiirleriyle Hz. Peygamber’i hicveden ve müşrikleri Müslümanların aleyhine kışkırtan Ebû Azze Abdullah b. Amr b. Umeyr adında bir şair vardı.  Yıllar sonra Bedir Savaşı’nda esir alınarak Hz. Peygamber’in huzuruna getirilen bu şair fakir olduğunu, fidye verecek malı mülkü bulunmadığını ve ailesinin kalabalık olduğunu söyleyerek bağışlanma talebinde bulundu. Ayrıca Resûlullah’a, bir daha kendisiyle savaşmayacağına dair söz verdi. Bunun üzerine Allah Resûlü onu serbest bıraktı. Ne var ki Ebû Azze serbest bırakılıp Mekke’ye gittikten sonra, şiirleriyle putperestleri Hz. Peygamber aleyhine kışkırtmaya devam etti. Ebû Azze, çok değil, bir yıl sonra bu kez Uhud Savaşı’nda Müslümanların karşısına çıktı. O, daha önce Resûlullah’a verdiği sözü hatırlatsa da Mekkeli müşriklerden Safvân b. Ümeyye, malı ve ailesi konusunda kendisine teminat vererek onu bu savaşa katılmaya ikna etti. Ebû Azze, Uhud’da da esir düştü. Kureyşli tek esir olarak Hz. Peygamber’in huzuruna getirildiğinde, zorla getirildiğini ve Mekke’de bakıma muhtaç kızları olduğunu söyleyerek yine bağışlanma talebinde bulundu. Bunun üzerine Allah Resûlü, “Bana verdiğin söz nerde kaldı! Hayır, vallahi Mekke’de, ‘Muhammed’i iki kez aldattım.’ diyerek sakalını ovuşturamayacaksın.” dedi ve ekledi: “Mümin bir delikten iki defa ısırılmaz.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI, 523; IX, 112)
Hazırlayan: Dr.
Mahmut Demir/ Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı

Haberin Devamı

DİN İŞLERİ YÜKSEK KURULU KARARLARINDAN

Namazda cep telefonunu kapatmak: Namazda iken cep telefonunu kapatma durumunda, amel-i kesir denilebilecek yani kişinin başkalarına namazda değilmiş imajı vermesine neden olacak bir hareket söz konusu değilse, telefonun kapatılması namazı bozmaz. Buna göre telefonu tek elle ve fazla hareket etmeden kapatma durumunda namaz bozulmaz.

PEYGAMBER DUALARI

Hz. Süleyman’ın duası şöyledir: “Ey Rabbim! Beni; bana ve ana-babama verdiğin nimetlere şükretmeye ve razı olacağın salih ameller işlemeye sevk et ve beni rahmetinle salih kullarının arasına kat!” (Neml 27/19)

ESMA-İ HÜSNA

el-HALİK: “De ki; Allah, her şeyin yaratıcısıdır.” (Ra’d, 13/16) Sözlükte yaratıcı anlamına gelen “hâlik” kelimesi Allah’ın sıfatı olarak; varlıkları örneği olmadan icat eden, yaratan, var eden, bir şeyden başka bir şeyi icat eden demektir. Kur’ân-ı kerim’de devamlı yaratan, mükemmel bir şekilde yaratan anlamında “el-hallâk”, yaratanların, takdir ve tasvir edenlerin en güzeli ve en iyisi anlamında “ahsenü’l-hâlikîn” isimleri; Allah’ın yaratıcı olduğunu ifade eder.
İnsanları, yeryüzünü, gökleri ve ikisi arasında bulunan bütün varlıkları yaratan yüce Allah’tır. Allah yegâne yaratıcıdır,  O’ndan başka yaratıcı yoktur. ?” (Fatır, 35/3)O, takdir ve tasvir edenlerin en güzeli ve en iyisidir. Yüce Allah bütün varlıkları biz insanlar için yaratmış, bizim hizmetimize sunmuş ve sunmaya devam etmektedir. Bu itibarla bizim tek yaratıcı olarak O’nu tanımamız, sadece O’na kulluk etmemiz, yaratılanları Yaratandan ötürü sevmeli ve haklarına saygılı olmalıyız.
Hazırlayan
Doç. Dr.
İsmail Karagöz

Haberin Devamı

Komşularla iftar

DİYANET İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, önceki gün Pursaklar Gümüşköy Sitesi’nde komşularıyla iftar yemeğinde bir araya geldi. Prof. Görmez, iftar sonrası yaptığı konuşmada, “Bu yıl komşuluk temasını seçerken bir hayli zorlandım. Çünkü siz komşularımla yeteri kadar bir araya gelemiyorum. En makbul olan komşu, komşusunun hatasını setredendir” dedi. İftar yemeğinde, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hazırlamış olduğu “Komşuluk” kartelası da dağıtıldı.

Şükrün önemi

ŞÜKÜR, yapılan iyiliğe söz veya fiille teşekkür etme anlamına gelir. Şükür, insanı nimetlerin yegâne ve gerçek sahibinin Allah olduğu şuuruna erdirir. Kuran-ı Kerim, Yüce Allah’ın insanlara verdiği nimetlere, yaptığı bağışlara, ettiği ihsanlara sürekli olarak dikkat çekmekte ve insanın bütün bu iyilikler karşısında minnettarlık duymasını, şükran duyguları içerisinde olmasını istemekte ve şükrün, Allah’a kulluk etmenin şartı olduğunu bildirmektedir:

“Ey iman edenler! Eğer siz ancak Allah’a kulluk ediyorsanız, size verdiğimiz rızkların iyi ve temiz olanlarından yiyin ve yalnızca Allah’a şükredin.” (Bakara, 2/172) İnsan, Yüce Allah’ın yarattığı varlıkların içinde en seçkin olanıdır. Allah o’nu en güzel sûrette yaratmış, akıl gibi üstün yeteneklerle donatmıştır. Yer ve gökleri ve bunlarda olan her şeyi ona hizmet için var etmiş ve ona sayılamayacak kadar nimetler bahşetmiştir. Onu, başka hiçbir varlığa bahşetmediği halifelik görevi vererek yüceltmiştir.
Nitekim Kuran-ı Kerim’de; “(Ey İnsanlar!) Sizi yeryüzünde halifeler yapan O’dur. Artık kim inkâr ederse inkârı kendi aleyhinedir. İnkârcıların inkârı, Rableri katında ancak uğrayacakları gazabı artırır. İnkârcıların inkârı, ancak ziyanlarını artırır” (Fatır, 35/39) buyrulmuştur. Allah’ın insana bahşettiği nimetler sınırsız olduğuna ve tek tek saymak mümkün olmadığına göre şükretmenin de bir sınırı yoktur. O halde insan sürekli şükretmeli, Allah’ın nimetini anmalı, hatırda tutmalı, anlatmalıdır. Bunu yaparken insan, şükrün faydasının dünya ve ahirette kendisine döneceğini bilmelidir. Kul, yararlandığı nimetlerin karşılığını Rabbine şükrederek ödemiş olmamaktadır. Zaten buna da hiç bir varlığın gücü yetmez. Şükreden aslında kendisi için şükretmiştir. Şükrettikçe nimetleri artar. Nitekim Yüce Mevlâ şöyle buyurmuştur:

“Andolsun, eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim, 14/7)  Şu halde şükretmek müminlerin en önemli özelliklerinden biridir. Çünkü şükrün başı Allah’ı bilmektir. Allah’ı Rab olarak bilen, O’nun nimet verdiğinin şuurunda olan bir kimse O’nu sevmeye başlar. Allah’ı seven O’na ibadet eder, O’na hiç bir şeyi şirk koşmayarak O’nun nimet verici olduğunu itiraf eder. Kul bu şuurla eşi ve benzeri olmayan bir Rabbe kulluk ettiğinin farkında olur ve bundan büyük bir haz duyar.

Allah’tan başka nimet veren yoktur. İnsan, hayatını sürdürebilmek için her zaman O’nun yarattığı nimetlerden yararlanmak zorundadır. Kul bu nimetleri kendisine lütfedip bahşeden Mevla’sına gönülden yönelip ibadet etmeli ve kullukla ilgili diğer görevlerini yerine getirmelidir.
Kulluk ile şükür arasında çok güçlü bir ilişki vardır. Şükürden kopan bir insan, kulluk bilincini de yitirir. Bu sebeple inananların ezeli ve ebedi düşmanı olan şeytanın bütün çabası kulları şükürden alıkoymaya yöneliktir. Şu ayeti kerime bu gerçeği apaçık bir şekilde ortaya koymaktadır: “İblis; ‘Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları (insanları) saptırmak için senin doğru yolunun üstünde tuzak kuracağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın’ dedi” (A’râf, 7/16-17).

Şeytan, insana dört bir yandan yaklaşarak günahları süslü ve çekici gösterir, onun ayağını kaydırmaya çalışır. Böylece insanı Allah’a şükürden uzaklaştırmak ister. Buna rağmen müslümanın yapması gereken şey, her türlü engele rağmen şükürden geri kalmamaktır. Allah’a şükür görevini üç şekilde gerçekleştirmek mümkün olabilir:

a) Dil ile şükür: Nimet sahibini anmak, O’nu övmek, O’nun nimet sahibi olduğuna iman etmek ve bunu Tevhid kelimesiyle ilan etmekle olur. Bu basit bir teşekkür ifadesi değil, dil ile şahadet getirmek, doğru sözlü olmak, Kuran’ı tasdik etmek, O’nu okumak ve Allah’ı çokça zikretmek ve buna benzer dil ile ilgili kulluk görevlerini yapmakla yerine getirilir.
b) Kalp ile şükür: İmanı kalbe yerleştirdikten sonra nimet sahibinin Allah olduğunu kalp ile tasdik etmek ve kalbi onun sevgisiyle doldurmaktır.

c) Fiil (aksiyon- eylem) ile şükür: Beden organlarıyla nimet verene itaat etmek ve O’nun bütün emirlerini yerine getirmektir. Kısaca İslâm’ın emir ve yasaklarını her bakımdan yaşamaya çalışmaktır. Çünkü nimet vereni bilip O’nu övmek, bir anlamda O’ndan gelen her şeyi kabul etmek demektir. İlişki içinde olduğumuz, küçük olsun, büyük olsun her hangi bir iyiliğini gördüğümüz kimselere teşekkür etmek de bir görevdir. Hz. Peygamber: “İnsanlara teşekkürde bulunmayan Allah’a da şükretmez” (Ebu Dâvud, Edeb 12.V, 157,158) buyurmuştur.
Yukarıdaki açıklamalar ışığında şunu söylemek mümkündür: Her nimetin şükrü kendi cinsi ile yapılır. Mesela sağlık nimetinin şükrü, kendi sağlığının kıymetini bilerek, sağlını yitirenlere yardımcı olmakla, onları ziyaret emekle, zenginliğin şükrü, mali ibadetleri yerine getirmek ve düşkünleri kollamakla, ilim nimetinin şükrü, sahip olunan ilmin gereklerini yerine getirmek ve onu insanlığın hizmetine sunmakla yerine getirilir.

Mehmet KESKİN
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi


 

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!