Geçmişin yasak kitapları

Güncelleme Tarihi:

Geçmişin yasak kitapları
Oluşturulma Tarihi: Ocak 22, 1998 00:00

Haberin Devamı

Osmanlı okuyucusu baskı kitapla İbrahim Müteferrika'nın 1727'de yılında Yavuzsultanselim'deki evinde kurduğu matbaa vasıtasıyla tanıştı. Gerçi Osmanlı topraklarında yaşayan gayrımüslimler Müteferrika'dan çok önce kendi matbaalarını kurmuşlardı ama bunların kendi dil ve alfabeleriyle bastıkları kitaplar öteki cemaatlere hitap etmiyordu.

Müteferrika'nın matbaasını batılı anlamda ilk eğitim kurumlarından biri olan Mühendishane ve daha sonra da Üsküdar'da yine devlet eliyle açılan öteki matbaalar izledi. Tanzimatla beraber gerek İstanbul'da gerek diğer Osmanlı vilayetlerinde birer birer açılan özel matbaalar artık hemen her konuda kitap basıyordu. Az sayıda çoğaltılabilen el yazmalarının aksine daha geniş bir kitle tarafından elde edilebilen basma kitaplar sayesinde devrin çoğu Avrupa kökenli olan moda fikir akımları kısa sürede yayıldı. Osmanlı toplumunun kısa sürede benimsediği basma kitaplar devlet ricalinin pek hoşuna gitmemiş olacak ki, matbaacılar ve kitap satıcıları yani sahhaflar çeşitli yönetmeliklerle kısıtlanmaya çalışıldı.

Öncelikle Kur'an-ı Kerim'in basılması ve değişik Müslüman ülkeler basılmış Kur'anların Osmanlı sınırları içine sokulması yasaklandı. Bunu ‘‘muzır’’ olarak kabul edilen ve siyasi içerikli diğer yerli ve yabancı kitaplar izledi. 1895'te çıkartılan ‘‘Matbaalar ve Kitapçılar Nizamnamesi’’ne göre dükkân sahipleri ve seyyar olarak kitap, broşür, resim ve fotoğraf satanların tümü bulundukları vilayetin belediyesinden bir ruhsat alacak, basacakları her kitap önce Maarif Nezareti'ne sunulacak, yasak kitapları satan matbaa ve kitapçılar kapatılacak,seyyar sergiciler para cezasına çarptırılacaklardı. Devlet beş senede hazırlayabildiği bu nizamname ile yerli kitap piyasasını kontrol etmek istiyor ancak hür teşebbüsü bir çeşit sıkıyötetim ile engellediği ve kitapçıların bir kısmı da Hıristiyan Osmanlı vatandaşları olduğu için Avrupalı devletlerin tepkisinden çekiniyordu.

Nitekim Sultan Abdülhamid'in Osmanlı gümrüklerine verdiği tüm talimatlara rağmen o zamanlar bağımsız çalışan Avrupa devletlerinin postaları her gün çuvallar dolusu ‘‘yasak kitaplar’’ı Osmanlı topraklarına sokuveriyordu. Bunların bir kısmı Avrupa'da basılan ve bir kısmı direkt olarak Osmanlı Devleti aleyhine ifadeler içeren Fransızca, İngilizce, Almanca eserler; bir kısmı da Avrupa'daki Jöntürkler'in oralarda bastırdıkları ve rejime muhalif fikirlerle dolu Türkçe kitaplardı.

Osmanlı'nın yasak kitap listesinde neler yoktu ki.. Fransız ihtilalinin sembol isim olması yüzünden Osmanlı ricalinin hiç hoşlanmadığı Rousseau tercümeleri, Alexandre Dumas'nın romanları, Fransız İhtilali'ni anlatan tarih kitapları, de Lagar'ın ‘‘İslamiyet ve Osmanlı Devleti’’ adlı eseri, Engelhardt'ın ‘‘Osmanlı Devleti ve Tanzimat’’ı, Baron Amori'nin ‘‘Doğu ve Avrupa’’sı, bir hükümdar için gerekli özelliklerin hayvanların ağzından anlatıldığı ünlü doğu klasiklerinden Kelile ve Dimne, Petite Larousse Illustree ve hatta Sultan Abdülhamid'in tahttan indirilme fetvasında da yasaklanıp imha edilmesi gerekçe olarak gösterilen meşhur hadis külliyatı Sahih-i Buhari.

Arşiv belgelerine göre daha çok uzayabilecek olan bu listede sarayın ‘‘tehlikeli’’ gördüğü Namık Kemal gibi şahısların fotoğrafları bile var...

Hattın ustalatı

Alâaddin Bey

İbrahim Alâaddin Bey, 1844'te doğdu. Mızıka-i Humayun'da esvab emini ve sağ kolağasıydı. Yazıyı Şefik Bey'den öğrenip icazet aldıktan sonra kendisi de pek çok talebe yetiştirdi. Devrinin güçlü hattatlarındandı. ‘‘Anladığım kadar yazabilseydim, Kazasker Mustafa İzzet kadar yazardım’’ dediği söylenirdi. Bu sözü işiten Muhsinzade Abdullah Bey'in de ‘‘Ya Kazasker anladığı kadar yazsa idi acaba nasıl yazırdı?’’demiş olduğu nakledilir. 1887'de vefat eden Alâaddin Bey'in kabri, Eyüp'te Şahsultan Dergâhı karşısındadır. Orhaniye Camii'indeki yazı ve levhalarla Beşiktaş'taki Sinanpaşa Camii'nin pencereleri üstündeki Allah'a aid isimler Alâaddin Bey'in kaleminden çıkmadır.

Reşad Ekrem'in giyim kuşam sözlüğü

Zerrin külâh

Osmanlı sarayının 1828'den önceki teşkilâtında Zülüflü ağalar diye anılan saray iç oğlanlarının görev başında ve törenlerde giydikleri külâha denirdi. Şekli Mevlevi sikkesini andırır ve en âlâ keçeden yapılırdı. Dışının her tarafı som altın sırma işlemeliydi ve önünün iki yanından saç örgüsü taklidi sırmadan iki kolan zülüf sarkardı. Enderunlu Vasıf, bir şiirinde zerrin külâhtan bahseder ve ‘‘Çıkıp gülzâre bu zerrin külâhla / Dili bend eyledin zülf-i siyahla / Süzüp çeşm-i siyahın bir nigâhla / Beni şâd eyledin şâd ol efendim’’ diye yazar. Yukarıdaki resimdeki zerrin külâh, Aksaray'da Murad Paşa Camii haziresinde yatan Enderunlu Ahmed Ağa'nın kabir taşıdır.

Abdülbaki Gölpınarlı

Çâr-darb nedir?

Farsça ve Arapça iki sözden meydana gelmiş olan bir terkibdir ve ‘‘dört vuruş’’ anlamınadır. Kalenderilerle Abdallar saçlarını, sakallarını, bıyıklarını ve kaşlarını usturayla pipten tıraş ederlerdi ki, buna 'çâr-darb' denir. İlk Bektaşilerde ve Mevlevilerin bazılarında da vardı. Abdallardan olan ve sonradan Bektaşiler tarafından benimsenen 15. yüzyıl şairlerinden Kaygusuz Abdal, bir şiirinde ‘‘Sakalımla başımı / Bıyığımla kaşımı / Hakonara işimi / Bu sakalı kırkarım’’ der. Mevlevilerde, 16. yüzyıl Mevlevi ulularından Divane Mehmed Çelebi ve onun müridleri, aynı asırda yaşıyan Yusuf Sine-Çâk da çâr-darb tıraşı kabul etmişlerdir.

Kalenderiler çulhadan yapılma bir kepenek giydikleri ve çulhaya ‘‘cuvâlık’’ dendiği için Kalenderilere de ‘‘cuvâlık’’ denmiştir ve bu münasebetle yalın başlı, dipten tıraşlı adamlara dilimizde ‘‘cascavlak’’ denmesi de bu yüzdendir.

Hâl ile ilgili olan her ilim, söz ile ilgili olan ilimden daha iyidir. Hâlden olanın yüzü o güzel yüzlüye dönüktür, bu yüzden gönlünün bahçesi yeşillenmiştir. Sözden olanın yüzü ise dünya tarafına; yani mala, dünya makamına, dünyalık şan-şöhrete ve dünya mevkiine dönüktür. Hâlden isen gönlün nur içinde olur ve de dikenlerin gül bahçesinden uzak kalır. Serbestliğe kavuşmuş bendesi, manevi ülkenin de yöneticisi olursun. Hâlden olana hak sırrı bellidir, Kendi benliği kaybolmuş ve zâtı belirmiş, göz bebeği meydana çıkmıştır.

İnsana olgunluk hâlen gelir, hâlden makamlara erişir.Hüdâvendin yolu hâldendir, hâlden başka bütün yollar eğridir. Çünki peygamberlerin ve evliyaların yolu hâldendir.

Abdülkadir-i Belhi'nin ‘‘Künuzü'l-Árifin’’inden.

Tarihib Tuhaflıkları

İdam edilen çengi

Lütfi Tarihi'ne göre, Babıali'de yaşanan bir çengi meselesi zamanla devlet sorunu hâline geldi. Sadaret Kaymakamı Osman Paşa'nın karısı geceleri bir çengi getirtiyor ve sabahlara kadar oynatarak eğleniyordu. Kadın şikâyetlere kulak asmadı ve çengi oynatmaktan vazgeçmedi. Sabrı tükenen halk sadrazama şikâyete gitti. Osman Paşa Limni'ye, karısı Bursa'ya sürüldü ve zavallı çengi de idam sehpasına yollandı.

İftar Yemekleri

Bamya salamurası

Bamyalar bir çömlek veya fıçı içine istif edilip üzerine çıkıncaya kadar tuzlu su konur ağırca bir şeyle bastırılarak ağzı kapanır. Lâkin, konulan suyun ağza alınmayacak kadar tuzlu olması lâzımdır. Gerektiğinde çıkartılıp ayıklandıktan sonra yirmi dört saat kadar suda bekletilir. Sonra bir-iki defa yıkayıp taze bamya gbi pişirilir ve daha hâlâ tuzluysa on iki saatte bir suyu değiştirilir. Pişirilmeden önce tuzunun alınması için bir başka yol daha vardır: Bamyalar bir astarın içine konup kaynar suya sokup çıkartılır ve hasır üstünde kurutulurlar. Bu şekilde saklanmaları da mümkündür

(‘‘Melceü't-Tabbâhin’’den).






Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!