Dil laikleşmez!

Güncelleme Tarihi:

Dil laikleşmez
Oluşturulma Tarihi: Şubat 28, 2002 00:00

DÜNKÜ yazımda önce, metafizik soru ve cevaplarla düşünce sistematiğinin sınırlarını muazzam biçimde genişleten; dolayısıyla da ifadeye engin ufuklar açan çok geniş anlamdaki ‘din’le, ‘dil’ arasındaki hayati bağı vurgulamıştım.Sonra, Arabi lugatin ‘şeriat’ından ‘meşru’ya; o kelimeden de ‘meşrutiyet’e uzanarak, İmparatorluğumuzdaki ‘aydınlanma hareketleri’nin bilhassa ikincisi tarafından Türkçede başlatılan ilk ‘arılaştırma’ (!) operasyonunun aslında dili ‘laikleştirmek’ (!) girişimi olduğunu kaydetmiştim. * * *ŞÜPHESİZ, yukarıdaki öncü insiyatif nispeten ağdalı bir Osmanlıcadan geniş kitlelere seslenecek bir ‘halk lisanına dönüş’ arzusunu da yansıtır.Ancak, bu, esas itibariyle ikincildir. Belirleyiciliği geri planda kalır. Nitekim, kendisi dilde ve dinde pratik gerçekçiliğe daha yakın dursa bile, Gökalp, ‘Bazen Hintli, bazen Çinli olmuşuz; / Arap, Acem, Frenk dinli olmuşuz / Şair, hakim gelmiş bizden de çokça; / Kimi Farsi yazmış, kimi Arapça’ diye yakınırken, özünde, dilin ve dinin beraberce ‘laikleşmesi’ için rota gösterir.Başka bir deyişle, Türkçeyi İslam'ın birinci dili Arapçadan ve ikinci dili Farsçadan ‘temizlemek’ (!) iradeciliği, o Türkçeyi ‘la-dinileştirmek’; yani ‘sekülerleştirmek’le koşut algılanmıştır. Fiiliyatta da öyle uygulanmıştır.Zaten, 2. Meşrutiyet ‘arılaştırması’nın (!) Cumhuriyet dönemindeki devamı olan 1932 ‘Birinci Türk Dili Kurultayı’ ve ona ‘kuramsallık’ getiren ‘Güneş Dil Teorisi’ söz konusu ‘laikleşme’ye (!) artık resmilik kazandırmıştır. İşte, Türkçenin tragedyasını genel hatlarıyla bu çerçeveye oturtmak gerekir. * * *OYSA, birey veya devlet ister ‘süper agnostik’, ister ‘ultra ateist’ olsun, dil ‘sekülerleştirilemez’! Ters yönde, ‘teokratikleştirilemez’ de.Dil, dildir! Semaviliği ve dünyeviliğiyle yekpare bir bütündür.Biri diğerinden, diğeri ötekinden asla ve asla ayrıştırılamaz.Ama siz ‘la-dinileştirme’de ısrar edererek kendi dilinizi din uygarlıkları dillerinden soyutlamaya kalkışırsanız, önce düşünceyi tırpanlamış olursunuz. Zira, dün dediğim gibi, çok geniş anlamındaki ‘din’ düşüncenin doğuşunda, gelişmesinde ve ifadesinde hayatiyet arzeder. Ondan daha önemlisi yoktur.Ve, zihni referansları törpülediğinden ve kuruttuğundan, ‘arılaştırma’ (!), felsefe lugatinden günlük deyime, şeyleri fukara ve tekdüze kılar.Örneğin, Arapçadır diye ‘hafıza’nın yerine ‘bellek’i koyduğunuz takdirde, hem upuzun bir mazide oluşmuş ilk kelimenin boyutunu yakalayamazsınız; hem de rahlenin dua ‘hafız’ından öğrenci argosunun ‘hafızlamak’ fiiline, sözcüğün arkasında duran ve ‘kültür’ denilen bütün bir yekpareliği yok edersiniz.‘Hafıza-ı beşer nisyan ile maluldür’ sözündeki derinliği ise hepten geçelim, hiç anlamadan aval aval dinler ve geçmişin birikiminden koparsınız.* * *ZATEN, düşüncenin ifadesini törpülemekten sonra dildeki ‘laikleşmenin’ (!) bizde yarattığı diğer travma, ‘back ground’ denilen o dev birikimden kopuştur.Hayır, Türkçenin Marcel Proust'u Halid Ziya'nın yüzyıl başı romanı ‘Aşk-ı Memnu’ya uzanmıyorum. Bu ne dehşet şeydir ki, lise öğrencisi dünün Cemil Meriç'inde, hatta Sait Faik'inde zorlanmaktadır. Başka dilde, başka örneği yoktur.Fakat eğer o genç Fransızca öğrenmişse, yalnız Proust'u değil ta 16. asrın Rabelais'ini bile iyi kötü anlamaktadır. Zaten de anlaması şart koşulmaktadır. Çünkü, Katolik kilisesine can düşman Jakobenlerin lisanı olmasına rağmen ne ‘laikleştirilen’, ne ‘sekülerleştirilen’ ve ne ‘ateistleştirilen’ o Fransızca, dün olduğu gibi bugün de, aynı Hıristiyan kilisenin Latincesiyle yoğrulmuştur.Güneyli dil branşını değil, ifade lugatindeki sürekliliği kastediyorum.Konuyu cumartesi günü de işlemeye devam edeceğim.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!