Aygaz İstanbul'la özdeş

Güncelleme Tarihi:

Aygaz İstanbulla özdeş
Oluşturulma Tarihi: Aralık 17, 1998 00:00

Haberin Devamı

Fransız Başkonsolosu Eric Lebedel için İstanbul'a gelmek çok eski bir rüyaymış. İlk kez 1987 yılında Fransız Dışişleri Bakanı'nın bir ziyareti sırasında kente gelen ve İstanbul'u gördükten sonra, bir gün mutlaka buraya Başkonsolos olarak gelmeyi aklına koyan Lebedel, İstanbul'un özellikle Fransızlar için çok tutku duyulacak bir şehir olduğunu söylüyor.

Fransız Sarayı diye anılan Fransız Başkonsolosluğu'nun ana girişi, Galatasaray'la Tünel arasına düşen Nuru Ziya Sokak'ta. Fransız hükümeti tarafından, Fransız büyükelçisi Savary de Breves'in döneminde, 16. yüzyılın sonlarında satın alınan ağaçlıklı arazide bulunan saraya girildiğinde, insan zaman ve mekan duygusunu yitiriyor. Birbirine açılan çeşitli salonlardan geçerek, sonunda sarayın yemyeşil arka bahçesine bakan kabul salonuna giriyor ve böylesine muhteşem bir binada geçici de olsa yaşama şansına sahip olan Fransız Başkonsolosunu ve eşini beklemeye başlıyoruz.

Başkonsolos Eric Lebedel düşündüğümüzden çok daha genç. Eşi de öyle. Elimizi sıkarken tam bir Fransız ve tam bir diplomat olmak için gereken bütün özelliklere sahip olduğu duygusunu geçiriyor. Sıcak gibi ama biraz da yukardan, gülümsüyor gibi ama mesafeli.

Üç çocukları olduğunu önceden bildiğimizden ilk sorumuz, bu genç yaşta nasıl olup da 14, 11 ve 9 yaşlarında üç adet çocuğa sahip olabildikleri. Eric Lebedel ‘‘Çok kısa bir süre önce evlendik,’’ diyor gülerek. ‘‘Topu topu on yedi yıl oldu!’’

Lebedel ve eşi Paris'te üniversitede tanışmışlar. İkisi de Siyasal Bilgiler okuyormuş. Konuşurken ortaya çıkan hırslı ve kararlı kişiliği, üniversite yıllarında da farklı değilmiş herhalde ki, bir yandan da sosyoloji ve hukuk eğitimi yapmış. Bu da yetmemiş, her Fransız vatandaşının rüyası, Fransız siyasi sınıfı için olmazsa olmaz bir okul olan ENA'yı (Ecole Nationale d'Administration) bitirerek diplomatik kariyerine başlamış. Eşi ise, Türk olsun Fransız olsun diplomat eşliğinin değişmez kaderini paylaşarak bir süre sonra mesleğini bırakmak zorunda kalmış.

‘‘Ben ilk başta çok az kazanıyordum,’’ diyor Eric Lebedel. Özel sektörde çalıştığı için bizi karım geçindirdi. Derken Moskova'ya gönderildik 1984 yılında. Sovyetlerde özel sektörün olmadığı dönemdi tabii. Bu nedenle çalışamadı.’’

Üç bin yıllık tarih

Eric Lebedel'in diplomatik kariyeri her diplomata nasip olmayacak kadar parlak başlamış. ‘‘1982'de Kanada'ya gönderildim. 1984'de Moskova ve 1988-1993 arasında da Washington'da bulundum. İki yıldır da İstanbul'dayım, şanslı bir kariyerim oldu denilebilir.’’

Eric Lebedel'in kararlılığı ailenin İstanbul'a gelişlerinde de rol oynamış. Çünkü başka bir vesileyle İstanbul'a ilk gelişinde, günün birinde buraya görevli geleceğinden neredeyse eminmiş.

‘‘İstanbul'a gelmek benim eşimle de paylaştığım çok eski bir rüyamdı. İlk kez 1987 yılında Fransız Dışişleri Bakanı'nın bir ziyareti sırasında geldim. Şehri gördükten sonra, 'Bir gün mutlaka buraya Başkonsolos olarak geleceğim' dedim. Çok inatçı olduğum için gerçekleşti. Bunu istememde, o kısacık süre içinde algıladığım şehrin güzelliği kadar mesleki yararının da rolü oldu tabii. Çünkü burada hafta sonları da dahil geçen her an bir yandan da iş kapsamına giriyor. Bir de buna şehrin kendisi eklenince çok olağanüstü oluyor. İstanbul özellikle Fransızlar için çok tutku duyulacak bir şehir, çünkü tarihten ve edebiyattan çağrışımlarla dolu. Üstelik de sürekli gelişmekte olan bir şehir olduğu için insan hiç bıkmıyor.’’

İstanbul'a ilişkin ilk günden itibaren olağanüstü izlenimler edindiklerini söylüyorlar. Eric Lebedel büyük bir heyecanla şehrin tarihsel çeşitliliğini vurguluyor:

‘‘Görünür bir bütünün altında akıl almaz bir çeşitlilik var. Örneğin Topkapı, Ayasofya, Sultanahmet bölgesini ele alalım. Mimari farklılıklara inanamıyorsunuz, etrafınıza baktığınızda yüzer metre arayla üç bin yılı aynı anda katediyorsunuz. Hipodromun ortasındaki Theodosius Obeliski İ.Ö. 1400. Sultanahmet'le aralarında 3 bin yıllık bir tarih var. Ve bu ikisinin arasında tarihin her dönemini görebiliyorsunuz. Sultanahmet bile yabancılara çok eski görünüyor çünkü birçok yakın tarih yapı var. Ayrıca bütün o bölgede her şeyi keşfedebilmek için otuz kırk kere gitmek lazım en az.’’

Özel hayat yok

Lebedel ailesinin kendilerine ayıracak çok az vakitleri var. Böyle zamanlarda en sevdikleri şey düzenli yürüyüş yapmak. Yeşilköy'de sahilde, Yıldız Parkı'nda ve Belgrad Ormanları'nda mümkün olduğunca temiz hava almaya çalışıyorlar. ‘‘Yürüyüş dışında çocuklarla yapmayı sevdiğimiz bir başka şey de Galata'nın daracık sokaklarından Karaköy'e inmek,’’ diyor Başkonsolos. ‘‘Sonra tünelle geri dönüyoruz. Tünelle dönmek ve simit, açma almak çocuklara yürüyüş sonrası ödülü oluyor. O bölgede de her gün inanılmaz keşifler yapmak mümkün. Örneğin Andre Chenier'nin doğduğu evin önünden belki yirmi kez geçtim ama evin üzerindeki levhayı ancak yirmincisinde farkedebildim.’’ Bayan Lebedel de ister istemez bu programlara katılıyor ama onu yine de en çok çeken Boğaz, deniz ve yine deniz. İstanbul deyince gece hayatının da kaçınılmaz olması gerekir ama Lebedel ailesi için öyle değil. ‘‘Haftada iki geceyi kendimize ayırmaya ve evde kalmaya özen gösteriyoruz. Diğer gecelerse zaten iş gereği çıkılıyor. Bu meslekte iş gereği bir yere çıkmakla kendisi için bir yere çıkmak çok iç içe şeyler. Kısa süre önce mesela 'Edith Piaf je t'aime' adlı bir gösterimin galasına katıldık. Şimdi bu iş mi keyif mi ayırmak çok zor.’’ Her gittikleri yer bir anlamda iş, en sevdikleri lokantalar da La Corn d'Or, Cafe du Levant ve l'Appart. Hani İstanbul'un küçük meyhaneleri, diyoruz. Sonra Hacı Abdullah, Hacı Salih, hani Türk mutfağı, filan. ‘‘Bursa'da keşfettiğimiz İskender Kebapçısı,’’ diyorlar.

Gürültü şehri

Her İstanbullu'nun iç acısına, çarpık kentleşmeye, tarihi, eski binaların zamanında nasıl talan olduğu konusuna geliyoruz. Eric Lebedel Paris gibi tarihi ve iyi korunmuş bir kentten değil de başka bir yerden geliyormuş gibi, çok iyimser yanıtlıyor sorumuzu: ‘‘Evet çok yıkılmış, ama bir o kadar da yenileri yapılmış. Ayrıca korunan çok şey var yine de. Büyük şehirler için normal bu.’’

İstanbul'un dünyada en çok hangi kenti hatırlattığını ve İstanbul deyince akla ne geldiğini sorunca, Eric Lebedel de eşi de hiç duraksamadan ‘‘New York’’ diyorlar. ‘‘İstanbul New York gibi gürültü şehri. Klakson gibi çok özel gürültüleri var. Her şehrin klakson sesi ayrıdır. Örneğin New York'da gerekli gereksiz ve çok uzun çalarlar klaksonu. Burada ise kısa ve uyarı mahiyetinde ama her an var. Kısaca İstanbul deyince de klakson ve Aygaz geliyor aklıma. Aygaz İstanbul'la özdeş artık.’’

Hem siyasal, hem hukuk, hem sosyoloji okumuş hem de ENA yapmış birinin, İstanbul'un şehir sorunlarına da bir çözümü vardır elbette. Belediye Başkanı olsaydı ne gibi önlemler alırdı?

‘‘İlk iş olarak toplu taşımacılığı, özellikle de metroyu geliştirirdim. Metro tamamlanırsa İstanbul'un çehresinin çok değişeceğine inanıyorum. Göçe gelince: Göç kaçınılmazdır, çünkü İstanbul devasa bir şehir, bir megapol. Bence demografik durumu abartılıyor. Demografi çarpıtılabilecek bir malzemedir. Son nüfus sayımı sonuçlarından büyük hayalkırıklığına düşen İstanbullular biliyorum. Çünkü onların dedikleri gibi İstanbul'un nüfusu 15 milyon olmadı. Sadece 9 milyon, bir önceki nüfus sayımında ise 6 milyondu demek ki yüzde 50 artmış. Üstelik bu sayım dört büyük şehir dışındaki şehirlerin çok daha fazla büyüdüğünü de gösterdi. Tamam köyden kente göç var ama şehrin kapasitesi bunu özümlemeye yetecektir her zaman. Tabii çözülmesi gereken şehircilik sorunları var ama bu tür sorunların çözüme ulaşması zaman alır.’’

Söyleşimiz biterken, Fransa'ya döndüklerinde en çok neyi özleyeceklerini sorduğumuzda, Eric Lebedel ‘‘Türk arkadaşlarımızın dostluğunu,’’ derken eşi hiç duraksamıyor: ‘‘Boğazı, her şeyden önce boğazı. Denizin değişen renklerini.’’

FRANSIZ SARAYI

Fransız Sarayı diye anılan Fransız Başkonsolosluğu, Savary de Breves'in büyükelçiliği sırasında satın alınan, Nuru Ziya, Tom Tom Kaptan, Çukurbostan ve Seferbostanı sokaklarıyla çevrili arazi üzerinde, 16. yüzyıl sonlarında inşa edilmiş. Ancak bina 1630 yılında mimar Gournay da Marcheville tarafından yeniden yapılmış. 18. yüzyılın başlarında oldukça harap hale düşen binayı, dönemin büyükelçisi Bonnac'ın isteği üzerine 1721'de mimar Vigne de Vigny restore etmiş. Binada önemli hasara neden olan 1831'deki Beyoğlu yangınından sonra Laurecisque adlı bir mimar tarafından hazırlanan yeni proje ancak 1847'de tamamlanabilmiş. Saray bugünkü görünümüne ise 1913'teki onarımlarla kavuşmuş.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!