GeriSeyahat Caravaggio’nun izinde Valletta
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Caravaggio’nun izinde Valletta

Caravaggio’nun izinde Valletta

Barok çağın büyük ustalarından İtalyan ressam Caravaggio, kavgacı, haz düşkünü, eşcinsel eğilimlerini saklamayan bir sanatçıydı.

Nedim GÜRSEL
 
Kavga ve yaralama olayları nedeniyle Roma’da defalarca mahkemelik olmuş, her seferinde koruyucuları tarafından hapisten kurtarılmıştı. 1606’da, 34 yaşında, bir aşk kavgasında cinayet işleyip, Akdeniz’in ortasındaki Malta Adası’na kaçtı. Burada da resmini yaptığı şövalye Wignacourt’un genç hizmetkârlarını baştan çıkarmaya çalıştı, yetmemiş gibi büyük bir kavga çıkardı. Sant-Almo Zindanı’na hapsedildi. Birkaç yıl sonra da öldü.

Malta’da yaptığı, içindeki şiddet ve ölüm korkusunu yansıtan başyapıtı “Vaftizci Yahya’nın Boynunun Vurulması” bugün Valletta’daki Aziz Yahya Kilisesi’nde sergileniyor. Kapatıldığı zindanda ise yıllar sonra Geceyarısı Ekspresi filmi çekildi.

Malta Akdeniz’de bir ada, daha doğrusu büyükçe bir kaya parçası, ama onu tek bir sözcükle anlatmak gerekirse “taştan kent” de diyebiliriz. Yüksek surlar, burçlar, kalın duvarlarla çevrili olduğu için söylemiyorum bunu, evler de ilk bakışta korunmak amacıyla yapılmış izlenimi uyandırıyorlar, öyle beyaz, yoğun, taş cepheleriyle bitişik nizam dizilmiş askerler gibi. Başkent Valetta’nın birbirini dikey kesen, inişli çıkışlı dar sokakları, adı üstünde Malta taşı döşeli. Burada taş doğanın değil mimarinin, dolayısıyla kent yaşamının bir parçası olmuş, en az deniz kadar, Romalılardın deyimiyle “mare nostrum” yani “bizim deniz” kadar insanla halleşip kaynaşmış denilebilir.

PANJURLA PERDELENEN HAYATLAR

Gece yeterince aydınlatılmıyor caddeler. Sokaklar, avlular, palmiyelerin gölgelediği parklar da öyle. Mavi, yeşil, beyaz cumbalı eski Malta evlerinin sıralandığı sokaklara en küçük bir ışık bile sızmıyor. Bu güzel, güngörmüş evlerde sanki hiç kimse oturmuyormuş izlenimine kapılıyorsunuz. Doğrusu, geceleyin ölü bir kent Valetta, ona karşıdan bakan, başkentin taş mimarisini, kilise kubbeleriyle çan kulelerini, surları, limana demirlemiş gemileri görmek için en elverişli semt olan Slima da öyle. Oysa biliyorum bu kapalı pancurların, rengârenk boyanmış balkonlu cumbaların ardındaki geniş ve yüksek tavanlı odalarda insanlar yaşıyor. Ne var ki tüm Arap dünyasında ve bir ölçüde Osmanlı’da olduğu gibi içe dönük bir yaşam bu, sokaktan yalıtılmış, “mahremiyet” altına alınmış bir kapanma. Eski katolik aileler bile gizlerini kolayca açmıyorlar dışarıya, “öteki”yle, “yabancıyla, kendinden olmayanla fazla ilişki kurmuyorlar. Burada bir Türk’ten duyduğum, Malta halkını biraz da şaka yollu tanımlayan cümle düşüyor aklıma: “Gerçekte kendini İngiliz zanneden Araplar!”

KAYA ÜSTÜNDE KEBAP

Malta birbiriyle bütünleşmiş yerleşim merkezlerinden oluşan çok geniş bir kentsel alana yayılıyor; mimari doku bağdaşık ve yoğun ama nüfus yalnızca 400 bin. Taş evlerin, kiliselerin, resmi yapıların uyumlu, tutarlı bir görünümü var. Havaalanı’ndan Valetta’ya direksiyonu sağda, sarı- beyaz otobüslerden biriyle geldim. Ortadoğu kentleri de dahil son yıllarda bu kadar külüstür bir otobüse binmemiştim. Dura kalka, kimi saman palmiyelerin sıralandığı geniş ve asfalt caddelerden, kimi saman da iki yanında cumbalı, geleneksel Malta evlerinin “ars-ı endam” ettiği dar sokalardan geçerek ilerledik. Okaliptüs ağaçlarının gölgelediği küçük alanlardaki banklara oturmuş bomboş duran ya da gevezelik eden yaşlılar gördüm. Aralarında tek kadın yoktu. Çok sade giyimliydiler. İtalyanca-Arapça kırması bir dil konuşuyor, kilisede dua ederken “Allah” demekten çekinmiyorlardı. Koyu katolikti tümü ve Malta kimliğinin simgesi gibiydiler. Avrupa Birliği’ne üye olan Malta devleti vatandaşlarıydılar ama Avrupalı görünümleri pek yoktu. Ada çok sayıda turisti, ösellikle de buranın eski efendileri İngilizler’i ağırladığı için kıyıda, lüks yatların demirlediği marinalarda ya da San Julian’s gibi canlı bir gece hayatının olduğu semtlerde gerçek Maltalılara rastlamak pek olası değil. Onları görmek, sohbet etmek, bir ölçüde aralarına karışmak için bu külüstür otobüslere binip merkezden uzaklaşmanız gerekiyor. Tabii bir çok Avrupa kentinde ve Akdeniz limanında olduğu gibi burada da Türkler var. “Kebab House”larını açmışlar, yemek kültürümüzü, daha doğrusu yalnızca kebab kültürümüzü denizin ortasındaki bu kaya parçasına dek taşımışlar. Evlerin ardındaki bahçeleri, o bahçelerde yetişen portakal ve limon ağaçları, pabuç incirleriyle ilginç ve kendine özgü bir kültürün yeşerdiği, Arap istilâsı da dahil nice istilâya katlanmış, acı çekmiş, suyu kıt bir ada Malta. Ve bütün ada devletleri gibi de gururlu.

CARAVAGGIO’NUN ZİNDANI

Aslında bir ressamın, 17’inci yüzyılın başlarında Roma’da bir cinayet işleyip idama mahkûm edildikten sonra buraya sığınan Caravaggio’nun izini sürmek için geldim Malta’ya. Gelir gelmez de “Vaftizci Yahya’nın Boynunun Vurulması” adlı tablosunun bulunduğu Aziz Yahya Kilisesi’nde aldım soluğu. İzler ve Gölgeler’de sanat tarihinde önemli yeniliklere yol açan, siyah fonda gölge-ışığı keşfeden bu ilginç sanatçıya, bu kıyı adamına bir bölüm ayırmıştım gerçi, ama onun Malta günlerinden söz etmemiştim.

Roma’nın sanat çevrelerinde kavgacı kişiliği, haz düşkünlüğü ve eşcinsel eğilimleriyle tanınan Michelangelo Merisi da Caravaggio, kimi sanat tarihçilerine göre kara sevda, kimilerine göre de bir onur meselesi yüzünden bir cana kıymış, gıyabında idama mahkûm edilince de önce İspanyol yönetimindeki Napoli’ye, ardından Şövalyeler’in adasına sığınmıştı. Amacı Malta Şövalyeleri Tarikatı’na girip Papa’nın gözünde itibar kazanmak, böylece kendisini affettirmekti. Roma ve Vatikan saraylarında el üstünde tutulan, yapıtlarına çil çil duka altınları saçılan dahi ressam değil bir kaçaktı artık, elini kana bulamış bir katildi. Ve içindeki şiddet eğilimiyle ölüm korkusunu yansıtan en ünlü tablosunu burada yaptı. Bu başyapıtın karşısında neler hissettiğimi yazmıştım önceden, ama zırh içinde portresini yaptığı komutan Alof de Wignacourt’un genç hizmetkârlarından birini baştan çıkardığı için kapatıldığı Sant-Almo zindanın bir özelliğinden söz etmemiştim. Ülkemizin imajına onarılması güç zararlar veren Alan Parker’in filmi Midnight Express de bu zindanda çekilmiş meğer. Yani bir zamanlar dünyanın en büyük ressamlarından biri olan Caravaggio’nun kapatıldığı zindan Holywood’un marifetiyle bir Anadolu hapisanesine dönüştürülmüş. Bir esrar kaçakçısı olan filmin kahramanı Billy Hayes ile dahi ama uslanmaz bir sanatçı arasında ilişki kurmak değil amacım. Malta’nın tarih boyunca Turgut Reis de dahil çok değişik insanları konuk ettiğini, kimini öldürüp kimini zindana attığını, kiminiyse bağrına bastığını anımsatmak istedim yalnızca. Bir de Caravaggio’nun acı akibetiyle örtüşen Ece Ayhan’ın şu dizelerini: “Artık bir çocuğun yüreğindeki eğriliktir. Bileğinde doldurulmuş ve bütün bir atmaca taşıması. (...) Yinelediği bir sözcük keslerce: Erselik! Sevişir ısırarak kendi ağsını. Çalar lavtasını yılgının elden düşme. Malta Yahudisi’ni okuyordum. Barındığım bir sandukanın içinde.”

AKDENİZ’İN EN GADDAR SAVAŞI BURADA YAŞANMIŞTI

Malta’ya ilk kez Fransa büyük elçisi, yazar dostum Daniel Rondeau’nun daveti üzerine gelmiş, parlamentoda yapılan bir toplantıya katılmıştım. Konu her zamanki gibi Akdeniz’di. Troya önlerinde savaşmış da olsa, Odisseus’un bu coğrafyayı birleştiren bir barış elçisi olduğunu öne sürmüştüm yaptığım konuşmada. Parlamento, Malta Şövalyeleri’nin eski sarayındaydı ve zırh kuşanmış komutanların tabloları asılıydı duvarlarda. Bir başka bölümdeyse ünlü Malta kuşatması sırasında kullanılan silâhlar, bu arada Osmanlı Ordusu’nun kılıç ve kalkanlarıyla gülleleri de sergileniyordu. Akdeniz tarihinin en kanlı, en acımasız, hadi doğrusunu yazayım, en gaddar savaşlarından biri yapılmıştı burada. Ada, Turgut Reis’in ölümüne de neden olan kuşatmaya aylarca direnmiş, karşılıklı olarak uygulanan yıldırma ve şiddet eylemleri halkın ortak belleğine kazınmıştı. Örneğin Mustafa Paşa tutsak şövalyelerden beş tanesini testereyle biçip çarmıha gerdirmiş, gövdelerini sallara yerleştirerek kale komutanı La Valetta’nın sarayına göndermişti. Buna karşılık komutan ve şövalyelerin Büyük Üstad’ı La Valetta da Türk esirlerin boynunu vurdurup kesik başlarını top güllesi biçiminde karşı tarafa attırmıştı. Sonunda Malta düşmemiş, Osmanlı ordusu geri çekilmek zorunda kalmıştı.

False