Medeniyet bir ülkeye ait olmak zorunda değildir.
Bugün Batı Medeniyeti dediğimiz gibi İslam Medeniyeti de deriz. Yani ortak kültürel özelliklerin benimsenmesini de ifade eder. Batı Medeniyeti’nde kurallar, demokrasi, başkasının haklarına ve dünyanın kaynaklarına saygı gibi.
*
İşte toplu taşımanın gelişmişliği de, Batı Medeniyeti’nin ortak özelliğidir. Avrupa ülkelerine gittiğinizde, gelişmiş metro hatları ve tren ağlarına tanık olursunuz. Trafikte keşmekeş, acelecilik, korna çalmak çok sık rastlanan bir özellik değildir.
Kuralların toplumun huzurlu yaşamı için şart olduğunu bilir Batı Medeniyeti içinde yaşayanlar. Bunu ağır ve çok acı bedellerle öğrenmişlerdir kuşkusuz. 2. Dünya Savaşı ve sayısız mezhepsel ve milliyetçi savaşta akan kanla elbette.
*
Bazı bölgeler dışında çok büyük otoyollar göremezsiniz Avrupa’da. Ama trensiz bir yer de göremezsiniz.
Malum 2023 seçim yılı. Seçim yılın ortasına gelince haliyle derlenip toparlanmak neredeyse yılın bitmesine denk geliyor. Ancak dünya ve onun getirdiği ekonomik yapı sizi beklemiyor.
*
Yılın sonunu karamsar bitirelim ama gelecekten de umudumuzu yitirmeyelim. Malum asgari ücret açıklandı ve 5 bin 500 lira olan asgari ücret 8 bin 500 liraya yükseltildi. Bunun ardından gözler memur maaşlarına ve emekli aylıklarına çevrildi. Emeklilerin çoğu asgari ücrete yenilmiş oldu açıklanan bu rakamla. Emekliler açısından da iktidardan bir beklenti doğdu bile daha önce birkaç kez refah payı uygulayan iktidarın bu kez de benzer bir uygulama yapması şart görünüyor. Salt 6 aylık enflasyon farkıyla emekliyi memnun etmek hiç mümkün değil.
Bu durum, istihdam maliyetini artıracak ve enflasyonu körükleyecek kuşkusuz. Gelin, tarımsal girdi maliyetine bakarak, kısa sürede bizlere rahat olmadığına birlikte tanıklık edelim. Tarımsal girdi fiyat endeksi ekim ayında yıllık olarak yüzde 134.76, aylık ise yüzde 2.68. Bu endekste en yüksek paylara enerji ve yağlar kalemi yüzde 196.89, gübre ve toprak geliştiriciler kalemi ise yüzde 192.52 ile inanılmaz bir katkı yapıyor. Bina bakım masrafları yüzde 166, hayvan yemi yüzde 140, tarımsal ilaçlar yüzde 107’lik bir katkı sağlıyor tarımsal girdi fiyat endeksine. Bu rakamların bir çırpıda gerilemesi mümkün görünmüyor. Buna bir de işgücü maliyetinin artışı eklendi. Hele bir de ülkenin çok önemli bir kesimini temsil eden emeklilerin kısmen rahat edecekleri bir ücreti alamaması durumunda 2023 de sıkıntılı gidecek gibi.
*
Temel ihtiyaca erişim konusunda planlamaların yapılması gelir düzeyi düşük olanların yaşam standartlarına ulaşması açısından önemli. Yıllarca tarımın salt çiftçiyi ilgilendiren bir durum olmadığını yazdım. Gelinen ve yakın gelecekte çok daha yakıcı fark edilecek olan gerçek budur. Acilen gıdaya ulaşımın rahatlatılması gerekmektedir. Bu sırf sübvanse sistemleriyle değil, tarımın bir ekonomisi olduğu gerçeği ve o gerçeğin de kuralları olduğunun bilinmesiyle yapılabilir.
İçiniz kararmasın. Bizimki önden bir uyarı. İnsan umuttur ve Türkiye güçlü bir ülkedir. Geleceğimiz her zaman güzel olacaktır.
Bursa’da tekstilin geçmişini 1500’lü yıllara kadar götüren yaklaşımlar vardır. İpek kumaşın doğudan geldiği Bursa’dan, İstanbul ve diğer kentlere gittiği ancak Şah İsmail ile Yavuz Sultan Selim arasındaki rekabet nedeniyle sıkıntıya uğrayan ticaretin Bursa’da kumaş üretiminin başlattığı belirtilir.
1800’lü yıllarda Namazgah, İpekçilik gibi bölgelerde de boyahaneler, kumaş üretim yerleri yer almıştır.
*
Tarih detayı verecek değilim. Tekstilin kalbi olarak bilinen Bursa’da bugünlerde bir karamsarlık havası hakim. Tekstil ve hazır giyimde siparişlerin bıçak gibi kesildiği ifade ediliyor. Bu durumun henüz rakamlara yaşanan büyüklük ölçüsünde yansımadığı belirtiliyor.
Hadi gelin önce rakamlara bakalım.
Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) rakamları da ilk sinyalleri veriyor. TİM’in rakamlarına ağustos ayından itibaren inceleyelim.
İlk rakamlarımız geçen yılın aynı ayı ikinci olan ise bu yılın rakamları (Rakamlarda minik yuvarlamalar vardır). Ağustos ayında hazır giyim ve konfeksiyonda 152.8 milyon dolar olan ihracat bu yıl aynı ayda 152.4 milyon dolar, eylülde 165 milyon dolardan bu yıl aynı ay 144 milyon dolara, ekimde 162.3 milyon dolardan bu yıl 116.6 milyon dolara ve kasım ayında 142.2 milyon dolardan 104.3 milyon dolara düşmüş.
Çıkarlarınız için doğayı yok etmeye çalışmanın nasıl da başarısızlıkla sonuçlandığına da tanıklık etmiştik. Şimdi ikincisi sinemalara gelmek üzere. İlk Avatar çıktığında da Dünya gezegeninin büyük bir sıkıntı içinde olduğunu biliyorduk. Ancak şartlar şimdi daha da ağırlaştı.
Yani iki Avatar arasında çalışmalar hız kazansa da Dünya’nın yıkımı ondan da hızlı arttı.
Artık, karbon salımı, küresel ısınma, yeşil ekonomi ve sürdürülebilirlik gündemimizin vazgeçilmezleri.
*
BUSİAD’ın 12. Yenilikçilik ve Yaratıcılık Sempozyumu da ana tema olarak Sürdürülebilirliğin DNA’sını seçmişti. Dolu bir salonda gerçekleştirilen sunumlardan biri de Prof. Dr. Türker Kılıç’ınki oldu. Beyin ve Sinir Cerrahı olan Prof. Dr. Kılıç, beynimizi tokatladı tabiri caizse.
Prof. Dr. Kılıç, ormanda yan yana olan yaprakların kendilerini biricik kabul ettiklerini ve ormanın onlar için var olduğunu sandıklarını ifade ederken, “Orman yaprak için değil, yaprak orman için...” diyerek bir an önce insan merkezli anlayıştan vazgeçmemiz gerektiğini de anlatmış oldu.
*
Bizim Türk insanımız için bu analizi yapsak acaba ne çıkar. Herkesin kendine göre bir tahmini ya da bu konuyla ilgili sosyolojik çalışmalar vardır sanırım. Birer kelime ile ifade edecek olursam, güçlü yönümüz; cesuruz. Zayıf yönümüz; sabırlı değiliz. Fırsatımız; esnekliğimiz. Tehdit ise; kurumsallaşamamız.
*
Dünya değişiyor. Hem de döndüğünden daha büyük bir hızla. Esnek olmak ve cesur olmak böyle zamanlarda bize çok büyük bir avantaj sağlıyor. Ancak, sabırsızlık ve kurumsallaşmadaki eksikliğimiz ise sistem oluşturmamızı engelliyor. Hal böyle olunca her şeyi yeni baştan yapar oluyoruz.
*
Günümüzün moda kavramları, yeşil ekonomi, küresel ısınma, iklim değişikliği, dijitalleşme, döngüsel ekonomi, ve nihayetinde sürdürülebilirlik.
Tespit etmekte sorun yok. Bütün sıkıntıları görüyoruz. Ancak, iş sürdürülebilirliğe dayanınca orada sıkışıyoruz sanki. Toplumsal hafıza zayıflığımız, bizim uzun soluklu kuralları olan hedeflere yönelmemizi engelliyor sanki. Gazetecilerin hep örneklediği bir durum vardır. Türkiye’de bir günde yaşanan olay Norveç’te yıllarca yaşanmaz. O nedenle Norveç Adalet Bakanı’nın can yeleği giymeden sörf tahtasına çıkması manşet olurken, bizde sel, patlama gibi olaylar bile bazen ikinci haber olabilir.
Sürdürülebilirlik de sanırım göçebe olmamakla çok ilgili. Hala göçebe kodlarımız bizi yönlendiriyor. Ancak, özellikle batı ile iş yapmaya başlayınca ve dünya da kötüye gidince, biraz daha sürdürülebilirlik anlam kazanmaya başladı gibi.
Kahve sohbetlerinde yapılan ve hiçbir bilgiye dayanmayan sohbetleri boşa çıkarır ve sizi gerçeğe götürür. Gerçeği bildiğiniz zaman ise ona göre tutum ve tavır alma şansına sahip olabilirsiniz.
*
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verileri de benim için önemlidir. Çok yazımda dayanak noktam olur. Bazen verileri anlamlı bulmasak da, zaman çizelgesi içinde bir değer oluşturduğuna inanırım. Bugünkü ekonomik anlayışımızın uzun yıllardır belkemiği olan inşaattaki gerilemeyi TÜİK verileri ile de görebiliyoruz örneğin.
TÜİK’in yayınladığı yapı izinlerine ilişkin bir bülten bulunuyor. 3’er aylık dönemler için yayınlanıyor. Son bültende “Bir önceki yılın aynı çeyreğine göre, 2022 yılı III. çeyreğinde belediyeler tarafından yapı ruhsatı verilen yapıların bina sayısı yüzde 8,0, daire sayısı yüzde 3,8 ve yüzölçümü yüzde 4,7 azaldı” deniliyor. Peki rakam olarak bunun karşılığı ne?
*
Birlikte bakalım. 2017 yılında bina sayısı 161 bin 921, daire sayısı 1 milyon 405 bin 447.
Sırasıyla 2018’de bu rakamlar, 104 bin 509 adet bina ve 669 bin 165 daire, 2019’da 56 bin 308 bina, 324 bin 839 daire (Son yılların en kötüsü), 2020’de 96 bin 204 bina, 555 bin bin 807 daire (Pandemiye rağmen), 2021’de 138 bin 449 bina ve 722 bin 576 daire.
Cumhuriyetimizin 99. yılında, kendisini bir otomobilden çok, bir akıllı cihaz olarak tanımlayan, Türkiye’nin Otomobili Girişim Grubu’nun (TOOG) ürettiği ilk yüzde yüz elektrikli ve akıllı otomobili bildiğiniz gibi törenle banttan indi.
Bence içten yanmalı motorlu araç üretimini Devrim Otomobiliyle hayata geçiremeyen Türkiye için önemli bir adımdır. Geleceğin trendine hazır bir alt yapı oluşturacağına kuşkum yok TOGG’un.
Tıpkı iki otomobil fabrikasının Bursa’yı otomotiv üssü yaptığı gibi TOGG’un da yeni ekosistem oluşturma potansiyeline sahip olduğuna inananlardanım. Neyi sularsak o büyür. O nedenle baştan umutsuzluğa yer yok.
*
Ancak TOGG’dan yola çıkarak tüm dünyayı ilgilendiren iki temel soruna değinelim. Birincisi, elektrikli araçlar için gerekli olan elektriğin hangi kaynaklar kullanılarak elde edileceği, diğeri ise bataryaların bertaraf edilme sürecinde çevreye ne kadar zarar vereceği.
İlkinden başlayalım. Elektrikli araçların en çok kullanıldığı ülkelerden biri Çin. Çin’in bu yolu seçmesinin en büyük nedeni olarak şehirdeki hava kirliliği olarak gösteriliyor. Çin bu yolla şehirlerde kirliliği azaltacak. Şehirlerdeki kirlilik azaltılacak ama elektrik hala termik santrallerden elde edilecek. Yani totalde bir değişiklik var mı? Pek de yok gibi. Bu açmaz dünyanın kalanı için de geçerli. Eğer elektrik üretimini fosil yakıtlardan sağlamaya devam edeceksek, yani temiz enerji miktarı artmayacaksa, elektrikli araçların çok da bir anlamı olmayacak.
Sonra bataryaların bertarafı devreye giriyor. Bazı görüşler işi biten bataryaların bertaraf sürecinin de çevresel açıdan çok sıkıntılı olduğunu ifade ediyorlar.
Özellikle pandemi sonrası artan talebe yetişmeye çalışan arz, enerji fiyatlarını diğer emtialar gibi yukarı çekti. Buna bir de Rusya-Ukrayna savaşı eklenince olanlar oldu.
*
Bir süredir enerjiyle ilgili bir dosya üzerinde çalışıyorum. Gördüm ki fosil yakıtlardan kurtulmamız için daha çok ama çok uzun zamana ihtiyacımız var. Dünyada enerji tüketiminin yüzde 82’si hala fosil yakıtlardan elde ediliyor. Petrol, kömür ve doğalgaz en temel enerji kaynağımızı oluşturuyor. Yenilenebilir enerji olarak görülen hidroelektrik, rüzgar, güneş, jeotermal ve biyogaz ise her yıl biraz daha güçlenmekle birlikte kalan yüzde 18’in içinde.
*
Ancak bir iyi gelişme var ki yapılan yeni yatırımların çok önemli bir bölümü, başta güneş olmak üzere yenilenebilir kaynaklı santrallerden oluşuyor. Güneş santralleri de, bir yandan bunun ticaretini yapanlar diğer yandan da kendi elektriğini üretmek isteyenler tarafından kuruluyor.
Artışın yüksekliğini şöyle ifade edelim; 2010’dan 2020’ye kadar termik santrallerin kapasitesi yüzde 50, hidroelektrik santraller yüzde 95, yenilenebilir santraller ise tam yüzde 1200 oranında artmış.
Geldiğimiz noktada artık çatısında güneş paneli olmayan sanayi kuruluşunun kalmaması noktasında işin içindekiler hem fikir.