Zaten bizlerin gözünde asosyal olan (belki de kendilerince dijital bir sosyalleşme yöntemleri vardır) Z kuşağı, oyun sektörünü coşturdu. Bunun yanında dijital video platformları da aldı başını gitti. Bilindik olanlara yenileri eklendi. Konvansiyonel medyanın son nefesini vermesi belki de an meselesi. Ancak en büyük sıkıntıyı kapalı alanlarda seyirciyle buluşan sanat alanları yaşadı. Bunu zaten herkes biliyor ama bugün rakamlara dökelim istedim. TÜİK Sinema ve Gösteri Sanatları İstatistiğini yayınladı. Pandeminin başladığı 2020 yılından 2021 sonuna kadar olan dönemde işler bilindiği üzere hiç de iyi gitmemiş. 2020 yılında inişe geçen rakamlar 2021’de de hız kesmemiş. Sinema salonlarının sayısı 2020’de yüzde 4,5, 2021’de ise yüzde 11,1 azalarak 2 bin 398 olmuş. Koltuk sayısı ise 2021’de 285 bin 130’a gerilemiş.
Bu gerileyen rakamlar doğal olarak seyirci azalmasından kaynaklanıyor. Sinema seyirci sayısı 2020 yılında, 2019 yılına göre yüzde 69,5 azalarak 17 milyon 226 bin 952 kişi olurken, 2021’de bu rakam yüzde 27,9 azalarak 12 milyon 418 bin 777 kişiye indi. Gösterilen film sayısı 2020’de 2019’a göre yüzde 62 azalarak 25 bin 960’a, 2021’de ise yabancı filmdeki hamle ile yüzde 2,0 artarak 26 bin 483’e çıktı.
Tiyatrolarda da durum benzer. Tiyatro salon sayısı 2019/’20 sezonunda, 2018/’19 sezonuna göre yüzde 20,1 azalırken, tiyatro salonu koltuk sayısı yüzde 24,5 azaldı. Buna göre; 2019/’20 sezonunda tiyatro salon sayısı 720 olurken, tiyatro salonu koltuk sayısı 267 bin 857 oldu.
Tiyatro seyirci sayısı da aynı dönemde yüzde 43,1 azalarak 4 milyon 492 bin 293 oldu.
Tiyatro salonu sayısı 2020/’21 sezonunda da düşüşe devam etti. Yüzde 44.4’lük azalmayla salon sayısı 400’e kadar düştü. Koltuk sayısı da 156 bin 9’a kadar indi. Seyirci sayısı ise sadece 714 bin 864’te kaldı.
Opera ve bale malum bizde rağbet görmez zaten bu alanlarda da iyice dip yaptık. Opera ve bale seyircisi 2020’de yüzde 20.5 inerek önce 256 bin 63’e ardından da geçen yıl yüzde 94,5 azalarak 14 bin 322’ye kadar geriledi.
Görünen o ki başka insanlarla etkileşim içinde yapılacak olan sanat etkinliklerini de yoğun bakıma soktu pandemi. Şimdi Metaverse ile gelecekte daha da bildiğimiz sosyalleşme olmadan bu etkinliklerin yapılmasından bahsediliyor. Yeni bir boyut açılıyor. Benim yaşımdaki çoğu insan için bu boyut hiç de öyle güzel bir boyut değil. Umarım başka insanlarla bir arada izleyebileceğimiz sanatsal etkinlikler çoğalır.
Hatta Dünya’nın yuvarlak olduğunu ve Güneş’in etrafında döndüğünü savunduğu için alırız kelleni denilen Galileo Galile, “kelle de yuvarlak yerinde kalsın” diyerek bir adım geri bile atmıştı.
Masal bu ya, onca yıla, onca ispata, üstüne uzaya çıkıp dünyaya dışarıdan bakmaya rağmen, Dünya gezegeninin düz olduğuna inanan bazı beyinler de hala var.
Dünya, düz olmadığı gibi, tüketimin de düz olamayacağı anlaşılmaya başladı. Bazılarımız, artık döngüsel ekonomi modeli benimsenmeli derken, bazıları ise lineer ekonomiden vazgeçmemekte kararlı.
Çaba nafile de olsa, bize ve içinde yaşadığımız bu gezegene epey zaman kaybettirebilir bu lineer yani doğrusalcılar. Onlara göre üret-tüket-at formülü, ekonominin yaşaması için gerekli olan en önemli şey.
Çok şükür ki, başta kuzey ülkeleri olmak üzere insanlar tükenen dünyayı kurtarmak için ayağa kalmış durumda lineer değil, döngüsel ekonomi diyorlar. Bu durum batıyla yakın ekonomik ilişki içinde olan bizim ülkemizde de artık çok ama çok konuşulan bir konu.
Artık özellikle nihai tüketim malı üretenler, hele bir de bunu başta Avrupa olmak üzere batıya ihraç edenler döngüsel ekonominin ne demek olduğunu severek ya da zorla kabullenir oldular.
Döngüsel ekonomi, üretilen ürünü mümkün olduğunca sistem içinde tutmak üzerine inşaa edilmiştir. Uzun süre kullanım, tamir edilme ve geri dönüşüm döngüsel ekonominin olmazsa olmazları arasındadır. Hatta döngüsel ekonomide, tüketimin azaltılması da bizzat istenen bir durum olarak karşımıza çıkar. Tüketilenin aslında geleceğimiz olduğu bilincinde olan bir yaklaşım vardır döngüsellikte.
Hal böyle olunca, eskiyi temsil eden doğrusal üretim ile yeniyi temsil eden döngüsel üretimden hangisinin kazanacağını tahmin etmek çok da zor değil. Ancak, mücadele çetin geçiyor. Tıpkı ABD kuzey-güney savaşı gibi.
Çevrenin farkına varılması şimdilik ne olursa olsa kabulümdür. İsterse birbirlerini tekrar etsinler. Farkındalık çok önemli bir noktada.
Özellikle toplu taşım ve bisikletle ulaşım konusunda yapılan çalışmalar beni bir başka sevindiriyor. Özellikle yaşı 40’ların altında olanların, bu imkanları daha iyi kullanması gerektiğini düşünüyorum. Hem kendi sağlığınızın daha iyi olmasını sağlayacaksınız, hem de dünyanın sağlığının.
Bu amaçla Nilüfer Belediyesi’nin, Bursa Uludağ Üniversitesi’nde 4 Nilespit istasyonu açtığı haberi beni pek çok açıdan sevindirdi. Hem öğrencilere hizmet edilmesi, hem karbon salımının düşürülmesi, hem spor imkanı sağlanmış olması, Ancak belki de en önemlisi, Nilüfer sınırları içindeki Üniversite ile Belediye arasında eski rektörden kalan buzların erimiş olması.
Göreve geldiğinden beri, Prof. Dr. Ahmet Saim Kılavuz’la belki 7-8 kez aynı ortamda bulunma imkanım oldu. Kendisinin paydaşlara yaklaşımı gerçekten iş birliğini geliştirme yönünde. İlahiyat Profesörü Kılavuz’un hoşgörüsüne de tanıklık ettim, sanayi ile ilişkilerdeki yoğun mesaisine de.
Kılavuz, göreve geldiğinde, BUSİAD’ın nezaket ziyaretinde, “Egolarımızı bir kenara bırakmamız gerekli. Biz sanayiyi sizin gibi bilemeyiz. Hocalardan üniversite ile işbirliği yapabilecek gönüllü bir havuz oluşturacağız. Bu dönemin belirgin özelliği toplumla ilişkiler kentle ilişkiler olacak” demişti. Helal olsun. 3 yıl gibi bir sürede bunu başardı. Geçmiş dönemin izlerini sildi Kılavuz. Darısı tüm kurumların başına. Kılavuzu böyle olan kurumlardan kente ve ülkeye çok fayda çıkar. Bu kentte, farklılıklarla birlikte, kent için ülke için çalışanlara kapılarını açan Prof. Dr. Kılavuz gibilere çok ihtiyacımız var. Umarım eski rektörün kaldırdığı sabah çorbası gibi uygulamalara da kapılar açılır.
Bursa böylesi yöneticileri hak ediyor.
Kalın sağlıcakla.
Artık tarımsal ürünlerin pahalılığının yanı sıra kıtlığından da bahsedilir oldu. Hal böyle olunca sohbetlerin ilk sırasında pahalılık yer alırken, onun ayrılmaz parçası gıda fiyatları oldu. Herkes ekilmedik bir karış toprak bırakılmamasından bahsediyor.
Bursa’da sanayi mi? Tarım mı? Tartışmaları yapılıyor. Hollanda’nın tarım ihracatında ikinci sırada olmasını ortaya atan da var, Almanya’nın sanayideki gücünü ve sanayinin kapladığı yüzölçümünü ortaya atan da.
Ancak bu tartışmaların girilen angajmanlarla ilgili olduğu açık. Konuşulması gereken şeyin tarım, turizm ve sanayi değil, üretim, verim ve katma değer olduğu unutuluyor.
*
Hollanda mesela. Nüfus 17 milyon, yüzölçümü 45 bin kilometrekare, Gayrisafi Yurtiçi Hasılası (GSYH) yaklaşık 1 trilyon dolar. Toplam ihracatı 700 milyar dolarlar civarında. İthalatı 620 milyar doları geçiyor. Dış ticaret fazlası veren bir ülke. Tarımsal üretimde sanıldığı kadar yüksek değerler üreten bir ülke değil. Ancak, tarımsal ihracatta ABD’nin ardından 2. sırada. 100 milyar doları geçen ihracat yapmasına rağmen, GSYH’da tarımın payı yüzde 2’nin altında. Yani 15 milyar dolar civarında tarımsal hasıla elde ediyorlar.
Almanya 85 milyon nüfus, 357 bin kilometrekare yüzölçümü, Gayrisafi Yurtiçi Hasılası yaklaşık 4.3 trilyon dolar. Toplam ihracatı 1.5 trilyon doları bulan Almanya’nın ithalatı ise 1.3 trilyon dolar civarında. Yani Almanya da dış ticaret fazlası veriyor. Almanya tarımsal ihracatta 3. ülke. Ancak onun da hasıladaki payı sanıldığı kadar yüksek değil. Sadece yüzde 0.7 civarında.
*
Tüm ekonomik zorluklara karşın ufak ufak yakın bölgeleri gezmeye başladık sanırım. Piknikler ve kısa süreli kaçamaklarla başlayan gezmeleri bir ay kadar sonra yaz tatilleri alacak. Ancak orada işler biraz karışık. Yerli turist için işler pek de iç açıcı değil. İstanbul’da otellerde yer, turistler için servis sağlayacak minibüs bulamamaktan yakınıyor turizmciler.
Tabi güzel bir yakınma yani yabancı akını var İstanbul’a. Ama yine plansız gidiyor sanırım işlerimiz. Geçen hafta BUSİAD ile Bursa Felsefe Kulübü’nün birlikteliğinde düzenlenen Felsefe Söyleşilerinde Prof. Dr. Mustafa Şahin, İznik Bazilikal Kalıntılarını anlattı. Oldukça keyifli bir söyleşiydi. Şahin, İznik’teki batık bazilikalı kilise kalıntılarına ilişkin hipotezlerini sıraladı önce. Şahin’in hipotezlerinin ilki, Hristiyanlığın en genç şehidi olan Aziz Neophytos’la ilgili. Şahin’e göre onun adına yapılan bir kilisenin kalıntıları burası. Diğer hipotezi ise Şahin’in kilisenin altında kayıp bir Apollon tapınağı olabilir mi? Kazılarda bu sorulara cevap aranıyormuş. Son hipotez ise Hristiyanlık için çok önemli olan 1. Ekumenik Konsil’in toplandığı yer olma ihtimali.
*
Prof. Dr. Şahin, her 3 hipotezi de destekleyen kanıtları da sundu söyleşide ve özel bir vurgu yapmayı da ihmal etmedi. Buranın 1. Konsilin toplandığı yer olarak tanıtılması halinde yaşanacak turizm patlaması.
325 yılında gerçekleşen 1. Konsilin 1700. yılı 2025’te Şahin, 17 rakamının da Hristiyanlık için önemli görüldüğünü ve bu fırsatın değerlendirilmesi gerektiğini söyledi.
*
Özellikle gıda enflasyonu aldı başını gidiyor. Sebze ve meyve fiyatlarının yanı sıra et fiyatları da sohbetlerin ve medyanın ilk sıralarında yerini koruyor.
Havaların ısınması ile sebze fiyatları kısmen ucuzlamasına rağmen et ve hayvansal ürünler için aynı şeyleri söylemek mümkün olmuyor.
Rakamlarla konuşalım. TÜİK ve SETBİR’den aldığım rakamlar üzerinden et ve hayvansal ürünler konusundaki durumu aktarayım.
Türkiye’de büyükbaş hayvan sayısı 2020 yılında 18 milyon 157 bin 987 iken, geçen yıl bu sayı 18 milyon 36 bin 117’e düşmüş. Sığırda bu oran 0.68 iken manda da durum daha vahim. Mandada gerileme yüzde 4.88 oranında. Manda sütü bildiğiniz gibi çok değerli. Ancak, hayvan beslemek giderek daha da maliyetli olduğu için hayvan stoğumuzu keserek geleceğimizi daha maliyetli hale getiriyoruz.
Büyükbaş sayısı düşerken, büyükbaştan elde edilen et miktarının artması da hayvanların kesildiğinin en büyük göstergesi. 2020’de 1 milyon 341 bin 446 ton olan sığır eti miktarı geçen yıl 1 milyon 460 bin 719’a çıkmış. Manda eti miktarı da 8 bin 424 tondan 10 bin 831 tona çıkmış durumda.
Yani canlı büyükbaş miktarlarımız düşüyor, et miktarı artıyor. Bir de buna aslında kesilen ancak bildirilmeyen büyükbaşlar da eklenince geleceğimizi yediğimiz açıkça ortaya çıkıyor.
Burada yetiştiricinin bir günahı yok. Yem fiyatları bellerini bükmüş durumda.
Milli Eğitim Bakanlığı, bu yıl başında var olan Mesleki Eğitim Merkezi (MESEM) anlayışını geliştirdi. Bazı eleştiriler gelse de sıçrama olduğu da aşikar.
Bursa İl Milli Eğitim Müdürü Serkan Gür, kendisiyle gerçekleştirdiğim bir görüşmede, heyecanla MESEM’de gelinen durumu paylaştı.
MESEM’lerin doğrudan iş hayatına personel yetiştirerek kafa karışıklığını ortadan kaldırdığını ifade eden Gür, “MESEM’lere gelen öğrenci, sözleşmeyle işe girdiği için istihdamda, istihdam oranı yüzde 90’larda. Mezun olunca diploma da alıyorlar. Kayıtsız olan çırakları MESEM’e davet ediyoruz” dedi.
Bursa’da sene başında 4 bin olan MESEM’deki öğrenci sayısı, 12 bin olmuş. Yıl sonu hedefi 20 bin. Türkiye’de ise, 180 binden 450 bine çıkan rakamlarda hedef 1 milyon.
Burada devletin sigorta yapması ve 3 yıl asgari ücretin yüzde 30’unu son yıl ise yüzde 50’sini ödemesi büyük bir olanak olarak ortaya çıkıyor.
Bazı eleştiriler ise eğitimin kesintiye uğradığı ve çocuk işçiliğin özendirildiği yönünde. Hayatın gerçeklerine bakınca, bu eleştirilere katılmak çok mümkün olmuyor. Keşke çocuk yaşta çalışmak zorunda olmasa kimse. Ancak acımasız gerçekler öyle değil. O halde en azından kayıtlı olarak güvenli bir ortamda eğitilerek, bu gençleri iş hayatına kazandırmak önemli. 4 yıl boyunca MESEM’lerde eğitim alan gençler, fark derslerinin sınavını da vererek meslek lisesi diploması alabiliyorlar üstelik.
Aslında Almanya’nın dual sistemi örneklenerek hayata geçen bir proje bu. Belki de meslek liselerinin yeniden şekillenmesinin öncü adımları bunlar. Bir yanda sanayinin istediği iş gücü meslek liseleri bünyesinde MESEM’lerle sağlanırken, diğer yandan üniversiteye gidecek ve orada mühendis olacaklar için de Anadolu Teknik Liseleri geliştirilerek yeni bir alan yaratılacak.
Bir de bunun somut olarak hayatımızda yaşadığımız bölümü var. Nilüfer’de oturuyorum. Karavana da ilgiliyim. Pandemi ile birlikte otopark yerlerindeki karavan artışını gözlerimle görüyorum. Karavan ve tiny house üretim tesisleri güzergahımda her gün artıyor. Bunun yanı sıra karavan park alanı olan yerler görüyorum.
Sanırım 2010 yılıydı. Şu an Misi’de bulunan kamp karavan alanına ilişkin ilk yazıyı yazmıştım. Bursa için güzel bir ilkti. O günden bu güne Misi’deki karavan alanında boş yer kalmadı. Şehre yakın olarak Dağyenice’de bir yer var ve Alaattinbey’de küçük bir yer var.
Hal böyle olunca arazisi uygun olan girişimcilerin, karavan alanı olarak arazilerini çalıştırmaya başladığına tanık oluyorum.
Almanya’da karavan sayısı 1 milyon 288 bin civarında. AB’nin toplamında ise bu sayı 5 milyon 683 bin. Biz de ise kesin olmamakla birlikte 8 bin civarında çekme ve motokaravan var. 780 bin kilometrekare arazi için 8 bin karavan. Çok az değil mi? Bursa da hem üretim, hem kullanım açısından önemli kentlerden biri haliyle.
Nilüfer de, Kalkınma Ajansları Genel Müdürlüğü’nün, 973 ilçede yaptığı sosyo-ekonomik gelişmişlik sıralaması araştırmasının sonucuna göre, Türkiye’nin en gelişmiş 8. ilçesi olunca, Nilüfer Belediyesi’nin 3. icraat yılı toplantısında, Nilüfer Belediye Başkanı Turgay Erdem’e tanık olduğum bu karavan sorununa ilişkin bir soru sordum. Turgay Erdem, özel sektörden kendilerine karavan alanı oluşturmayla ilgili bir başvuru gelmediğini söyledi. Erdem, kendilerinin yeni bir karavan alanı konusunda çalışma yaptıklarını da söyledi. Fadıllı’da, Nilüfer Belediyesi Havacılık Tesisleri’nde böyle bir düşüncelerinin olduğunu ifade eden Erdem, özel sektörden gelecek istekleri de değerlendirebileceklerini söyledi.
8 bin karavanın ne kadarı Nilüfer’dedir bilemiyorum ama bu sayının hiç de azımsanmayacak olduğunu bizzat yaşayarak görüyorum. Yeni bir karavan alanı bu işe bir düzen getirecektir. Karavan aynı zamanda toprakların betona yenilmesinin de önünde engeldir. Karavana destek olmak önemli. Türkiye’nin 8. gelişmiş ilçesi olunca da bu konuda da sorumluluk düşüyor elbette.
Kalın sağlıcakla.