Hipoglisemi mi panik atak mı?

Sağlık sorunları bazen birbirine benzer belirtilerle ortaya çıkabiliyor. Bu da ciddi karışıklıklara yol açıyor. “Panik atak” işaretleriyle “hipoglisemi” belirtileri arasında da böyle bir benzerlik var.

Haberin Devamı

Hipoglisemi nöbetleri panik atağı, panik ataklar hipoglisemi nöbetlerini taklit edebiliyor. İkisinde de birden bire ortaya çıkan çarpıntı, terleme, tansiyon yükselmesi (veya düşmesi), baş ağrısı, baygınlık hissi, baş dönmesi veya garip bir dengesizlik duygusu gelişiyor.
Peki, ayrım nasıl yapılacak?
Teşhisi tabii ki doktorlara bırakmak ve kesin karar için de mutlaka bir “hipoglisemi testi” uygulamak gerekiyor.
Ama yine de şu basit ayrıntı aklınızda olsun:
Eğer ataklar stres, korku, endişe durumlarında ortaya çıkıyor, ataklara sık sık bu gibi duygular da eşlik ediyorsa ve ataklar sizi hastaneden, tansiyon ölçümlerinden, kan aldırmadan, laboratuvar testlerinden uzak tutup belirli bazı özel duygu durum gelişmelerinden fazlaca etkileniyorsa sorununuzun öncelikle panik atak ile ilişkili olabileceğini düşünün.
Eğer şikayetleriniz açlık durumunda ortaya çıkıyorsa ve/veya bir bardak şekerli su, bir parça şeker, birkaç lokma yiyecek atıştırmakla geçip gidiyorsa probleminizin hipoglisemiden kaynaklanabileceğini hatırlayın.
Ayrıca lütfen şu mühim ayrıntıyı da aklınızda tutun.
Hipoglisemi eğilimi olan birinde hipoglisemik gelişmeler panik atak nöbetlerini davet edebiliyor.

Haberin Devamı

Biz ne yiyeceğiz abi?

Bu soruyu birkaç gün önce sohbet ettiğim eski bir dostum sordu.
“Ekmeği kızartmayın” uyarımızdan olumsuz etkilenip “Sabah keyfim kızarmış ekmekten de mi mahrum kalacağım!” diye keyfi kaçmıştı.
Önce ona “ekmeği kızartmakla yakmanın aynı şey olmadığını” anlatmaya çalışıp yakmadan kızartacağı bir dilim tam ekmeği her gün kahvaltıda afiyetle yiyebileceğini anlattım.
Tekrarlayayım: Sorun aşırı ısı ile etkileştiğinde ekmekte oluşan kanserojen bir molekülden; akrilamid maddesinden kaynaklanıyor.
Aynı madde çok yüksek ısılarda hazırlanan her türlü unlu besinde oluşabiliyor. Mesela yanık bisküviler, peksimetler, kekler, kurabiyeler...
Pişirilip buzdolabına konulan, sonra çıkarılıp yüksek ateşte ısıtılan patates... Tencerede dibi yanmış pirinç pilavı...

Ekolojik mi ekonomik mi?

“Eko yaşam” ve “ekolojik hassasiyet” meselesi ile “organik beslenme” konusunu biraz rayından çıkardığımız, biraz da tadını kaçırdığımız düşüncesindeyim.
Yaşadığımız çevreye saygılı olmak boynumuzun borcu ama bu bağlılığı bazı ekonomik hesaplara da kurban etmememiz lazım.
Sözü getireceğim yer şurası:
Ekolojik ya da organik olarak pazarlanan besinlerin fiyatları çok yüksek. Manavda satılan herhangi bir elmayla organik pazarlarda satılan organik elma arasında neredeyse iki-üç kat fiyat farkı var.
Aynı sorun marul, domates, patlıcan, biber, salatalık vs için de geçerli.
Unutmayalım ki bu konuda da ekonomi mühim. Ekolojik ürünler de ekonomik olabilmeli. Hem ekolojik hem ekonomik ürüne ihtiyacımız var.

Haberin Devamı

Eğlenmezsen bitersin

Hayatın içinden haz duygusunu çekip atarsanız geriye keyif verecek pek bir şey kalmaz. İyi bir hayat daha çok eğlence, keyif, güler yüz, tatlı dil, kahkaha ve sevgi de istiyor.
Protein, karbonhidrat ve yağlar, vitamin, mineral ve antioksidanlar (sebzeler, meyveler, etler, balıklar, sütler, peynirler...) sadece bedeninizi besliyor. Ruh sağlığı söz konusu olduğunda bunların hiçbiri işe yaramıyor.
Ruhun beslenmesi için mutluluk, huzur ve mutlaka eğlence lazım.
Kısacası eğlenmezseniz hasta olursunuz.

Ne tuzlu, ne tatlı illa ki çok baharatlı

İsteyen herkesle bahse girebilirim. Önümüzdeki 10 yıl şiddetli baharat patlamaları yaşanacak. Daha çok baharat kullanılacak. .
Bunun iki nedeni var. Birincisi malum: Farklı baharatların farklı sağlık marifetlerine her gün bir yenisi ekleniyor. Neredeyse hemen her gün mühim bir tıp dergisinde şu veya bu baharatın o veya bu faydasına ilişkin veriler yayınlanıyor.
İkincisi daha mühim: Şeker ve tuz zararları nedeniyle gündemden düşüyor. Şeker ve tuzun daha az kullanımı için de sisteme baharatları sokmak, “lezzet” açığını baharatlarla kapatmak gerekiyor.

Haberin Devamı

Retinolün yıldızı parlıyor

Kozmetik dermatologlar doğal bir A vitamini formu olan retinolü 70’li yıllarda keşfetti. Ama bir süre sonra nedense unutuldu.
Oysa o çok etkili bir “kırışıklık savaşçısı”ydı. Bunu da hem kolajeni koruyarak, hem serbest radikallerle savaşarak, hem de cildi hafifçe soyup yenileyerek başarıyordu.
Krem formunda uygulandığında cildin oldukça derin tabakalarına kadar ulaşabilme özelliği de vardı. Özellikle retinil palmitat tuzu formunda olduğunda hassas ve kuru ciltlerde bile mükemmel işler başarıyordu.
Ne iyi ki A vitamini öncüsü bu mükemmel cilt desteği şimdilerde yine ve yeniden gözde.
Çoğu kozmetik dermatolog adeta yeniden ciltte bir tür “A vitamini devrimi” yaratma ve başarma peşinde. Pek çok hanım da cilt yaşlanmasını yavaşlatmak için A vitaminli kremler arayışı içinde.
Eğer retinole destek olarak hiyalüronik asit, argilerin, alfa lipoik asit ve CoQ10 ile askorbilpalmitat desteğini de yanınıza alabilirseniz A vitamini kremlerinden (retinolden) istifade etmeyi ben de öneriyorum.

Yazarın Tüm Yazıları