Bizim ‘Yıldız Haritası’na bakarsak ne görürüz

David Cronenberg, harika bir film yapmış. Adı, “Yıldız Haritası” (Maps of the Stars). Bu hafta sonu gösterime girdi. Film; dönen dolapları, ikiyüzlülükleri, acımasız oyunları ve pazarlama stratejileriyle Hollywood’un sistemini içeriden bir bakışla anlatıyor. Hem de sert ve dürüst bir şekilde! Bu filmden sonra düşündüm: Bizim Yıldız Haritası’na, yani yerli eğlence sektörüne bakınca görünenler ne olurdu? Eh, pek güllük gülistanlık olmazdı. İşte ilk aklıma gelenler...

Haberin Devamı

* SİNİR KRİZLERİ!

Filmde Havana adlı yıllanmış starı oynayan Julianne Moore, arıza çıkarmakta haklı: O rol mutlaka alınacak! Alınmazsa ne olur?
Tabii ki hayata küsülür, dengesizlikler baş gösterir.
Misal: İki yıldır dizi sektörüne ara vermiş genç bir yıldız biliyorum.
Bu süre zarfında dünyayı gezdi, dolaştı, kendisiyle baş başa kaldı.
Tam çok istediği gibi bir dizi projesiyle ekrana dönmek üzereydi ki, dizisi önce başka bir kanala satıldı, sonra da iptal oldu. Yani bin türlü aksaklık arka arkaya geldi. Sonuç? Genç yıldız sinir krizleri geçirdi, kimselerle görüşmek istemedi. Hâlâ da durumu/ruh hali belirsizliğini koruyor.

* DİZİM KALKTI, NE YAPMALIYIM?

Bu da bir başka buhran. Dizisi tam da sezon ortası aniden yayından kaldırılınca ortada kalan oyuncuların durumu... Bu noktada uğraşılan yegane kişi tabii ki menajerler!
“Senin yüzünden bu diziye evet dedim” diye başlayan ve küfürle biten telefon konuşmaları bu süreçte menajerlerin alışık oldukları bir vaziyet/eziyet!

* AH BU MENAJERLER!

Hem dizi hem de müzik sektöründeki 1 numaralı kural:
Kimse kimseyi beğenmez.
O yüzden, “Canım o benim, çok başarılı buluyorum kendisini” şeklinde havada uçuşan tatlı cümlelerin ne kadar sahte olduğunu herkes bilir.
Sadece oyuncular, şarkıcılar için değil; onların menajerleri arasında da durum böyledir.
Hatta onların arasında ayrı bir savaş vardır.
Biri daha kaliteli takıldığını ve en iyi olduğunu düşünüyorsa diğerine “O paçoz mu?” diye başlayan cümleler kurabilir.
En tehlikelisi ise şudur:
Menajerin kendini temsil ettiği ünlüden daha çok ünlü gibi görmeye başlaması. Etrafına o şekilde davranması.

* DAHA FAZLA UZATMASAK BU HABERLERİ?

Bizim bir Oprah’ımız yok. Dolayısıyla filmdeki gibi bir kriz anı söz konusu olduğunda, “Oprah’a çıkar, bir şey itiraf eder, bunu da paraya çeviririz” gibi stratejik telefon konuşmaları söz konusu olmuyor. Peki bir kriz anı patlak verdiğinde ne yapıyor ünlüler?
Olumsuz görülen haberin fazla uzamaması için medyadan güçlü tanıdıklar devreye sokuluyor, “Daha fazla uzatmasak?” tarzı ricalar havada uçuşuyor.
Ya da tam tersi, bir strateji belirlenip bir adet “Masum değiliz hiçbirimiz” röportajı veriliyor. Beyaz gömlekler, düzgün kurulmuş cümleler, hisli bir ton eşliğinde...

* O BENİM OLACAK

Tıpkı filmde Julianne Moore’un yaptığı gibi: X ünlüsü biriyle çıkmaya başlar. Ve bir gün sevgilisini kiminle yakalar? Çok hazzetmediği rakibi olan Z ünlüsüyle! Çünkü diğeri ne yapmış etmiş, onun sevgilisini baştan çıkarmış, yani o bilinen tabirle kafeslemiştir.

Haberin Devamı

Paramparça’ya takıldım kaldım, çünkü...

Haberin Devamı

* Bu dizi ışık hızında ilerliyor. Diğer yerli diziler gibi değil. Beş dakikada bin tane şey olabiliyor. Uzun konuşmalar, ağlamalar zırlamalar, vıdı vıdılar pek az. Onun yerine dakikada bir yeni olay var.
* Bu dizide bir kaşık suda boğmak isteyeceğin tipler dizi dizi. Olayları istediği gibi manipüle etme ustası olan, ama bunu zaman zaman çok acemice yapan görümce karakteri gibi (Nursel Köse oynuyor). Ya da Nurgül Yeşilçay’ın lüks ve marka düşkünü hırslı şımarık kızı Hazal gibi...
* Bu dizi ayrıca bin tane klişeye yer veriyor. Bir tür klişeler resmi geçidi. Ama klişeler de tsunami gibi. Birine odaklanmışken diğeri geliyor ve hoop öncekini unutuveriyorsun.
Misal bol: Her bölümde Nurgül’ün en az bir tane evinin çatısında seksi seksi çamaşır asma sahnesi oluyor.
Hemen ardından da Nurgül çalıştığı işyerinin patronu tarafından illa ki tacize uğruyor, sarkıntılığa maruz kalıyor.
Ve yine her bölümde en az bir kere Erkan Petekkaya ve Nurgül Yeşilçay deniz kenarında bir yerde (tercihen Ortaköy civarı) ayakta konuşuyorlar.

Haberin Devamı

Üniversite kulüpleri ve mallık meselesi

İrem Derici, üniversitelerin düzenlediği ödül törenleriyle ilgili Twitter hesabından şöyle yazdı:
“2.5 sene oldu, hâlâ bana En İyi Çıkış Ödülü vermeye cüret eden mal üniversite kulüpleri...
Hayır, siz üniversitelisiniz ya, ben ona yanıyorum. Törene gelirsen ödül var ezikliğinizi bilmeyen yok, ama mastürbasyonunuza beni karıştırmayın.”
Derici’ye hem katılıyorum hem de katılmıyorum.
Şöyle ki...
Günümüzde her kurum kendine göre bir en iyiler listesi belirleyip ödül verebilir.
O kurumun kendi bileceği iş.
Maksat o ödülün saygı uyandırması, kabul görmesi. Gerisi boş.
Çabucak iletişime geçtiğin birkaç ünlüyü çağırmak ve ödül vermek ise en kolayı. Birçok üniversitenin yaptığı da ne yazık ki bu.
Derici bu noktada haklı.
Dert artık şuna dönüşmüş durumda:
Ünlüleri çağırmak, onlara ödül vermek ve medyada üniversitenin haber olmasını sağlamak.
Bu konuya dair hatırladığım çarpıcı bir örnek var.
İki yıl önce olmuştu. Olay şuydu:
19 Mayıs Üniversitesi, Demet Akalın’a en iyi kadın sanatçı ödülünü layık görmüştü.
Ama Demet Akalın Samsun’a gitmeyi kabul etmeyince “en iyi kadın sanatçı” son anda Deniz Seki yapılmış ve ödül ona verilmişti.
Evet, olay baştan aşağı saçma.
Mantık, “Yeter ki ünlü biri gelsin” mantığı.
Ayrıca üniversitelerin ünlülere ödül vermesinin nasıl bir faydası var?
Üniversiteli, popüler kültür alanındaki kişilere ödül vereceğine tam aksine onlara karşı mesafeli durmalı.
Onlar hakkında analiz yapmalı, hatta tez yazmalı.
İrem Derici aslında bu çarkı eleştirmeye çalışmış.
Ama onun da ne yazık ki üslubu kötü.
Üniversite kulüplerini mal ilan etmek eleştiri ya da dobralık değil, saygısızlık.
Bu yüzden üniversitelilerden çok tepki topladı ve bir anda İrem Derici üniversiteli gözünde antipatik bir şarkıcı haline geldi.
Sonradan daha detaylı bir açıklama yaptı Derici, ama çok geçti.
Çünkü herkesin aklında o “mal” lafı kaldı bir kere.

Yazarın Tüm Yazıları