Bir derin nefes almak istiyorum artık

Bizim evin orada bir deniz var. Adı Karadeniz.

Haberin Devamı

Onun kuzeyinde bir ülke tutturmuş komşu benim olsun diye. Komşu razı gelmiyor. “Ben böyle özgür, mutluyum” diyor.
Yok illa benim. Hayatın fizik kanunu ‘yok illa benim’lere müsaade etmiyor.
Zorla güzellik olmaz diye bir laf var, olmuyor.
Kimse filmlerdeki gibi benim olacaksın deyince senin olmuyor.
Bir insan kendisini birisine vermek istemezse, bakın bakalım o insan yanınızdan ayrılmasa bile sizinle olur mu. Olmaz.
Hayatta rızanın güzelliği budur. İknalar da vardır tabi. Gönlü çelmek vardır. Şeytan tüyü olmak vardır ama zoraki aidiyet yoktur.
Bir insan, ruhunun tek sahibidir ve ancak onu paylaşmak istediği insanı sokar o kapıdan.
Komşu benim demek için, önce komşunun gönlünün razı olması gerekir.
Değil bu komşunun gönlü razı.
Ne oluyor peki dersiniz şu bizim Karadeniz’in hemen yukarısında? Bildiniz, savaş.
Ben savaş demem buna. İstila oluyor, işgal.
Bu hafta bir şey okudum yüreğim yandı.
Komşu, çocuklar füzelerle ölmesin diye, çocukların olduğu binalara, arabalara, evlere, sığınaklara her iki dilde aynı olan ‘çocuk’ kelimesini yazmış.
Her yerinde ‘çocuk’ yazıyordu bombalandığında Mairupol tiyatro binası.
İçeride, çoğu çocuk, 1200 kişi vardı. Ah Karadeniz! insan kadar zalimi yaşar mı senin sularında?
Dün bütün gece rüyamda Vladka’yı gördüm.
Vladka bu savaşın ortasında kalmış bir kız çocuğu. Alla’nın kardeşinin kızı. Alla dayımın eşi.
Ben Vladka’yı hiç görmedim. Rüyamda da yüzü yoktu. Adı vardı, kaçışı vardı, onu arayışım vardı.
Nerede şu an Vladka? Annesiyle sığınakta mı?
Bir arabaya ya da trene binmiş kaçış yolunda mı? Üşüyor mu Vladka, aç mı?
Korkuyor mu Vladka? Ne saçma soru.
Yüreğinde korkudan başka bir şey yok şu an onun.
Benim yüreğim de onu sağ salim annesiyle babasıyla (babası kaçabildi Almanya’ya) görmeden rahat etmeyecek.
Dedesi hep yatıyor. Sırtında bir ağrı. Vladka’nın ağrısı o. Savaşta çocuklar kemiklerini sızlatır çünkü herkesin.
Son birkaç yıldır sanki bir el uzandı havadan, hepimizin saksısına bir güzel korku ekti, endişe ekti.
Önce ta Çin’de deyip dikkate almadığımız bir virüs hepimizi evlere kapattı. Sevdiklerimizi kaybettik.
Kim derdi ki, annemlerin üst komşusu Ertuğrul abiyi alıp götürecek? Götürdü ama.
Bir hoşça kal bile diyemedik, yıllarca her gün günaydın dediğimiz Ertuğrul abiye. Ölüm korkusu sardı bizi.
Yüreğimiz, karla karışık yağmurlarla, şimşekli fırtınalarla kaplandı.
Sonra aşılarla, yazlarla, şarkılarla bir ferahlık oldu. Oluyordu ki, savaş çıktı.
Bugünkü yazım içinizi burkmuştur ama başka bir felaket de iklimden gelecek.
Dünya ısınarak insanlığı çiğ çiğ pişirecek.
Şu vazgeçemeden tükettiğimiz et, kıyafet, araç her şeyin havaya saldığı karbon gazı, sonunu getirecek insanlığın.
Bunu şaka sananlar, aman ben mi düşüneceğim diyenler dünyayı mahvetmeye devam edecek alışkanlıklarıyla.
Yolun sonu yaz yangınlarına, sellere, fırtınalara ve en acısı da kuraklığa varacak.
Şu an bu yakın geleceği net bir şekilde görebilenler, su kenarlarında hayat planları yapıyor.
Hayatlarını, yediklerini ekip biçerek, enerjiyi güneşten alarak, ellerinde ne varsa onlarla mutlu olarak geçirmenin planlarını yapıyor.
Az tüketerek, üreten bir hayatta anlam buluyorlar.
İnsanlık kendine bol gökdelenli, daha fazla kazanmanın zafer sayıldığı, tüketimin de en çoğunun havalı olduğu bir oyun kurdu.
Milyonlar sabahları karbon salan arabalarla saatlerce trafikte, onları hiç neşelendirmeyen işlerine gidip, ay sonu kazandıklarıyla bir an evvel buradaki hayatlarından uzaklaşmanın hayallerini kuruyor.
Saçları beyazlayınca biraz düşünüyorlardır tabii, değdi mi diye...
Değecek başka hayatlar var.
Hayatta barıştan yana olmak, Vladka’dan yana olmak, dünyadan yana olmak diye bir şey var.
Seçelim tarafımızı.

Yazarın Tüm Yazıları