Cep telefonu demokrasiyi nasıl etkileyebilir?

Türkiye'de her dört kişiden biri sabah yüzünü yıkamadan ilk iş telefonuna bakıyor. Uyandıktan sonraki ilk 15 dakika içerisinde telefona bakma oranı yüzde 79.

Haberin Devamı

Gün boyunca ortalama 78 kez telefona bakıyoruz ki bu sayı Avrupa ortalamasının 1.5 katı...  

Cep telefonunu yüzde 72 sosyal medya, yüzde 66 bankacılık, yüzde 60 arama motoru, yüzde 51 haber okuma, yüzde 49 oyun oynama amacıyla kullanıyoruz.

Dünyada olduğu gibi Türkiye'de de cep telefonunda en çok tüketilen içerik türü video. 

Kullanıcıların cep telefonlarında günde en az bir kere içerik tükettiği aktivitelerin başında Whatsapp gibi anlık mesajlaşma uygulamalarında paylaşılan videoyu izlemek (yüzde 69) geliyor. Kısa video/canlı yayın/hikaye izleme (yüzde 57), metin temelli haber okuma (yüzde 55), oyun oynama (yüzde 42) ve müzik dinleme (yüzde 38) ile bunu takip ediyor. 

Mobilde bu kadar çok video izleyen Türkiye'de kullanıcıların yüzde 68'i kotasını aştığını beyan ediyor.

Haberin Devamı

Bu verileri Mediacat'in hazırladığı App Guide 2018'de yer verilen Deloitte araştırmasından aldım. 

Peki, videoya bu kadar talep varsa neden son birkaç yıl içinde ABD'de metin editörlerini işten çıkarıp ekiplerini “videocularla” dolduran bir dizi yayıncı fena halde çuvalladı? 

Şu yazıda da anlatıldığı gibi bunun birkaç farklı nedeni var. 

Bence en önemlisi, talepten de yüksek bir oranda artan arz. 

Dijitaldeki değişime uyum sağlamaya çalışan söz konusu yayıncılar (Mic gibi), ister metin isterse video tabanlı olsun, birbirine benzeyen içerikleri ve yükselen maliyetleriyle pastadan yeterince büyük bir pay almayı başaramadı.

Buna karşın doğrudan dijitale doğan ve büyük maliyetlerle büyük zararı göze alarak sektöre erken giren bir dizi "over-the-top" (OTT) medya dağıtım şirketi (Netflix gibi) orijinal içeriklerinin ve lisanslama stratejilerinin başarısıyla pastadan yeterince büyük bir pay kaparak geleceğe umutla bakıyor. (OTT pazarının 2020'de 80 milyar doları aşması bekleniyor)

İster metin, ister video, isterse bir başka içerik türü olsun, sadık kullanıcı kitlelerini çekmeyi sağlayacak içeriğin bu kalabalık rekabet ortamında nasıl keşfedileceği (keşfedilebilirlik - discoverability) kilit bir konu haline geliyor.

Müzik sektörüne baktığımızda, satışları artan tek fiziksel formatın plaklar olduğunu görüyoruz. Bence iki nedenle: 1) Bizim Doğu Ekspresi gibi plaklar da son dönemde nostaljik, "cool" bir sosyal medya imgesi olarak modaya dönüştü. 2) Bunu fark eden fiziksel müzik mağazaları son yıllarda plakları yeniden vitrine koydu ve görünürlüklerini iyice artırdı.

Haberin Devamı

Dijital müzik sektöründe ise Spotify gibi akış (streaming) hizmetlerinde tüketim artışı sürüyor, ama bu artış sadece kataloğun yüzde 10'luk bir kısmında gerçekleşiyor. Yani üretilen milyonlarca şarkı neredeyse hiç kimseye ulaşmıyor. 

Yaptığınız harika şarkıyı kitlelere ulaştırmak için tek şansınız ya sadık bir dinleyici kitlesine zaten sahip olan ünlü bir müzisyen olmak veya bir şekilde akış servislerinin "keşfetme" algoritmasına girebilmek.

Video için aynı durum YouTube'un bir video bitince otomatik olarak "önerilen" videoyu oynatmaya başladığı o kritik slotu kapabilmekte gizli --ki algoritma YouTube'un en eski fenomenlerini bile sık sık şaşırtıyor, zira en iyi olduklarını düşündükleri videolarının hiç izlenmeyip en kötü sandıklarının nasıl milyonlara ulaştığını çözemiyorlar.

* * *

Haberin Devamı

Peki, "keşfedilebilirlik" deyince habercilik için ne söylenebilir?

Reklam temelli medyanın çöküşünden üzüntüyle bahseden Princeton Üniversitesi sosyoloji profesörü Paul Starr önemli bir noktaya dikkat çekiyor: Eskiden siyasetle ilgilenmeyen bir kişi bile televizyon karşısına geçtiğinde, örneğin izlediği diziyi beklerken, ciddi haberlere de maruz kalırdı. Ulusal kanalların karşısında oturmaktan başka şansı yoktu ve bu sayede dünya hakkında bir şeyler öğrenmiş olurdu. Aynı şekilde, spor veya yemek tarifleri veya bulmacalar için gazete alanlar da en azından birinci sayfaya şöyle bir göz atacağından siyaset ve gündemle ilgili asgari düzeyde de olsa bilgilenirdi.

Haberin Devamı

2014'te bu köşede yazdığım yazıda yeni medya ile birlikte  "tüm paketlerin açıldığı" ve ürünlerin tek tek satıldığı bir çağa girdiğimizi vurgulamıştım. 

Tekil içeriklere erişim imkanını alabildiğine artıran Netflix gibi OTT servisleri televizyonun günlük yayın paketlerini, Spotify gibi akış servisleri ise "albüm" gibi müzikal paketleri çağdışı kılıyor.

Eğlence temelli televizyon ve müzik sektörü bu dönüşüme uyum sağlayabilir ve bu süreç o platformlarda kamu yararına ciddi bir zarar gelmeden atlatılabilir.

Ancak habercilikte paketlerin (fizikselde kağıt gazeteler ve dergiler; dijitalde ise özellikle ana sayfalar ve haber uygulamaları) aşınması, ABD merkezli şirketlerin yazdığı kıymeti kendinden menkul algoritmaların Türkiye dahil her yerde tekil içeriklerin "keşfedilmesi" sürecinde tekelleşmesi, kamu yararına ve demokrasiye ağır hasar vermeye başladı bile...

Haberin Devamı

Gazetecinin kamu yararına üstlendiği aracı rolü aşındıran bu süreçte, "keşfedilebilirlik" dışında bir kritik dönüşüm daha yaşanıyor: Masaüstü dijital ortamdan mobil dijital ortama kayış.

Dijitaldeki büyümenin büyük bölümü mobil cihazların artmasından kaynaklanıyor, dizüstü dahil kişisel bilgisayarların (PC) sayısı ve kullanım oranı ise hemen hemen aynı seviyede kalıyor ve yer yer azalıyor. 

Teksas'taki A&M Üniversitesi'nde yapılan ve sonuçları Journal of Computer-Mediated Communication'da yayınlanan yeni bir araştırma, insanların mobil cihazlarda haber okuma davranışlarının PC ekranlarına kıyasla farklı olduğunu gösterdi.  

İnsanların mobil cihazlarda tek bir içeriğe daha kısa bir süre ayırdığı yıllardır bilinen bir gerçekti.

Bu yeni araştırma ise bir içeriğe ayrılan süre ne olursa olsun, birim zamanda bir kullanıcının belirli bir içeriği PC'ye kıyasla mobil cihazda çok daha "dikkatsiz" ve "odaksız" tükettiğini ortaya koydu.

Evet, mobil cihaz sahibi olmak habere "erişimi" artırıyor ama okurun haber içeriğine "dikkatini" artırmıyor. 

Bir haberi örneğin iki dakika boyunca PC ekranında okuyan bir insanın anladığı ve özümsediği bilgi, aynı süre boyunca cep telefonunda okuyan okurdan çok daha fazla oluyor.

Araştırmacılar şöyle diyor: "Mobil haberciliğin paraya tahvil edilmesi için aceleyle yapılanlar, mobil cihazlarda bilgi işleme maliyetlerini artırabilir. Mobil haberciliğin ekonomik değerini artırmak ise istemeden onun demokratik değerini düşürebilir."

Kısacası mobil cihazların dünya çapında yaygınlaşması, tekil içeriklerin keşfedilmesinde gazetecilerin ve diğer "insan" uzmanların yerini ABD merkezli birkaç şirketin şeffaf çalışmayan algoritmalarına bırakması küresel ve yerel düzlemde demokrasilerin altını iyice oyabilir.

Gerçek demokrasi, ideal olarak, bilgi sahibi seçmenin tercihlerine dayanır. Yeni medya düzeni ise "bolluk" kisvesi altında kötü niyetli odaklara hizmet eden bir kargaşaya, "kişisel tercih" kisvesi altında ise ABD merkezli bir dizi şirketin tekelciliğine altyapı oluşturabilir.

Bunun farkına varıp demokrasiyi akamete uğratacak süreçleri geri çevirmek sadece siyasetçilerin değil, tüm vatandaşların görevidir.

Peki ya gazeteciler?

Medya krizi fırsata dönüştürmek istiyorsa 1) Mobilde de insanların derinlemesine angaje olduğu içerikler yaratabilmeli 2) Bu içerikleri mobilin (konum verisi gibi) getirdiği ekstra imkanların da katkısıyla okuru çok boyutlu olarak bilgilendirecek yeni keşfetme ve kişiselleştirme olanaklarıyla sunan ürünler geliştirmeli.

Herkes üzerine düşeni yapabilirse cep telefonu katılımcı demokrasi için bir tehdit değil, nimet olur. 

Cep telefonu demokrasiyi nasıl etkileyebilir

YENİ MEDYA İLETİŞİM AĞI’NDA BU HAFTA: Z KUŞAĞI

1998-2010 yıllarında doğan ve Z Kuşağı denen çocuklar, aynı zamanda mobil dijital kuşağı oluşturuyor. Daily Beast’in onlarla ilgili analizini Yunus Kalabalık şöyle özetliyor: Araştırmalarda Z kuşağına sorulduğunda, "İnternette gördüğüm herşeyi daha önce görmüş gibi hissediyorum,” “Bana yeni birşey öğretmiyor,” “Telefonum elimdeyken 20 tane uygulama arasında gidip gelip dikkatimi çekecek birşeyler arıyorum," "Aynı komik gönderiyi 14 kere görüyorum,” gibi yorumlar yapıyorlar. 

Onur Avcı ise şöyle diyor: “İnternet ile doğan ve internete sonradan kavuşan insanlar arasındaki uçurum artıyor gibi. Ancak Z kuşağının bu şekilde yaşaması ve sosyal medyadaki içeriklerin tekrarlanması gibi neticeler Z kuşağını kendi içeriklerini yaratmaya itiyor. Benim de Z kuşağı olan bir kardeşim olduğu için bunu gözlemleme şansına sahibim ve Z kuşağı sürekli yeni bir mecra, farklı bir alan arayışında...”

Rojda Altıntaş da şu yorumu yaptı: “Z kuşağı bizim kadar özel yaşamını ortaya sermeyi sevmiyor. Kız kardeşim kendisinin bebekken paylaştığım bütün fotoğraflarını kaldırmamı istiyor. Herkesin yaptığı şeyler hoşlarına gitmiyor.”

Sait Burak Ütücü bu gençlerin sosyal medyadaki “üretiminin” niteliğini de değerlendirmek gerektiğini vurgularken Bertuğ Vural şunu yazdı: “Sosyal medya mecra olarak referans alındığında üretmek/yaratmak gibi kavramlar tekrar gözden geçirilmeli.”

 

Bu bölümdeki gelişmeleri, gazetecilik öğrencileri, iletişimcilik profesyonelleri ve akademisyenlerle oluşturduğumuz ağda paylaşıyor, tartışıyoruz. Bu hafta iletişim ağımız üzerinden bu bölüme yukarıda ismi geçen üyelerin yanı sıra Selma Kara, Özgür Kütükçü, Merve Dalar, Ali Tatlı, Naz Vardar, Kağan Koçak, İlkay Dikici, Gökhan Korkmaz ve Ozan Kurt da katkıda bulundu. Siz de bu bilgi paylaşım ağına katılmak isterseniz, bana bir e-posta göndermeniz yeterli: ekizilkaya@hurriyet.com.tr

Yazarın Tüm Yazıları