İki çocuk, iki cenaze

ÖNCEKİ gün bu ülkeden iki cenaze kalktı. İki insan uğurlandı.

Biri, İstanbul’da, Fatih Camii’nden.

Öteki Yalova’dan.

Birinde, büyük kalabalıklar vardı.

Televizyonlar canlı yayınla veriyordu.

Ülkenin cumhurbaşkanı, başbakanı, bütün tanınmış şahsiyetleri oradaydı.

Ötekinde ise derin bir yalnızlık, terk edilmişlik hüküm sürüyordu.

* * *

Önceki gün o iki cenazenin başında iki çocuk vardı.

İkisi de aşağı yukarı aynı yaşlardaydı.

İkisi de delikanlıydı.

İkisi de temiz yüzlü, güzel çocuklardı.

Önceki akşam televizyonlarda, dün gazetelerde onların görüntülerine, fotoğraflarına baktım.

Uzun uzun baktım.

Birinin adı Selim Doğan’dı.

Babası Hasan Doğan’ı gururlu bir hüzünle uğurluyordu.

Gazetelerde ondan bize kalan fotoğraf, annesinin elinden tutup, mezara doğru yürürken çekilen kareydi.

Birinin gözlerinde üzüntü vardı ama sevgi ve umut hiç eksilmemişti.

Babası ona, dünyanın en güzel mirasını bırakmıştı.

Bütün Türkiye tarafından sevilen, sayılan bi insan olmanın gururuydu bu.

Devleti, ülkesi babasına sahip çıkmıştı ve kalkan cenaze, o çocuğun, ülkesine, devletine, insanlarına olan sevgisini büyütüyordu.

O devlet ki, o toplum ki, o halk ki, sevgili babasının kıymetini, kadrini bilmiş, ona layık olduğu payeyi vermiş, uğurlamayı yapmıştı.

Öteki çocuğun adı Oytun’du.

Ondan bize kalan fotoğraf ise, bir mezarın içinde, babasının kefene sarılmış bedenini kucaklamış genç bir adamdı.

Onun yüzündeki ifade bambaşkaydı.

O da babasıyla gurur duyuyordu.

O da babasını en az Selim kadar seviyordu.

Ama yüzündeki ifade, içinde bir şeylerin eksikliğini, ne eksilmesi, yok olup gittiğini öylesine çarpıcı şekilde anlatıyordu ki...

Neydi o giden?

Belli ki devletine olan güveni.

Belki de babasının bütün hayatı boyunca ona en yüce değer olarak anlattığı "devletine" olan itimadındaki, sevgisindeki yok oluştu bu.

Birinin cenazesine devlet, toplum, herkes sahip çıkmıştı.

Ötekinin cenazesi ise, vicdansızca bırakıldığı hastane köşesindeki kadar yalnızdı, tenhaydı.

O tenhalık ki, bir evladın içindeki, iskána açılmış en kalabalık, en insani semtleri bir anda tehcire zorlar.

* * *

Bu iki çocuk da babalarını hiç unutmayacaklar.

Bu iki çocuk da babalarının cenazelerini hiç unutmayacaklar.

Biri, devletine, hükümetine, hukukuna, değerlerine saygısını çoğaltarak, kalabalıklaştırarak.

Öteki ise, devlet mahallesindeki, hukuk semtindeki, vicdan muhitindeki bütün kalabalıklardan bir bir sıyrılarak, acıyla, öfkeyle, hınçla...

Ne demişti, ülkesinin, devletinin hukuku:

"Senin baban çetenin finansörü..."

Oysa neydi sevgili babasının ona bıraktığı o muazzam tereke?

19 bin YTL Bağkur borcu.

Ev kirasını ödeyemediği için akraba yanına sığınan biçare bir anne.

Ve yapılan vicdansızlığa duyulan bir öfke.

Ne kadar bastırırsan bastır, geriye bütün bir hayat boyu kalacak derin bir hüzün.

Belki de devletine, ülkene karşı yapabileceğin son en büyük fedakárlık.

O öfkeyi, o hıncı, o nefreti, sadece ve sadece derin bir hüzne çevirebilmek ve hayatının geri kalan kısmını o ıstırapla idame ettirmek.

Üstelik aradan 13 ay geçmiş ve hálá babasının suçunun ne olduğunu öğrenememiş.

Herkesin güveneceği adalet, onun sırtına ne yapıştırmış, hálá meçhul.

Üstelik hiç de bilemeyecek.

Şuuru kapandıktan sonra, bir hastane köşesine beşeri bir enkaz halinde terk edilmiş o beden bir daha hiç konuşamayacak.

Hayatı boyunca savunduğu devletinin savcısı onun sırtına iddianameyi yapıştıracak, o ise söz alıp, "Suçsuzum" diyemeyecek.

Artık kendisini mahkeme önünde bile savunamayacak.

Davası düşecek, ona beraat hakkı bile tanınmayacak.

Birisi ona suçlusun diyecek, o ise suçsuzum bile diyemeyecek.

O leke kalacak.

Allah’tan ki, onu bir hastane köşesine terk eden vicdansızlık lekesi ondan da büyük kalacak.

* * *

Önceki gün bu ülkeden iki cenaze kalktı.

O cenazelerin başında iki çocuk vardı.

Ve herkes emin olsun ki, bu iki çocuk da, babalarını hiç unutmayacaklar...

* * *

DÜZELTME Dün akşamüzeri Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt aradı.

"Dünkü yazınızda bir hata var" diyerek söze başladı ve devam etti:

"Genelkurmay’a gelen gazetecilerle konuşmaların kayda alındığını söylüyorsunuz. Bu kesinlikle doğru değil."

O an yazımda bir hata yaptığımı fark ediyorum. Mustafa Balbay’ın önüne konulan kaset Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Daire Başkanı’nın odasında kaydedilmişti.

"Peki bu kayıt niçin yapılmış olabilir" diye sorduğumda, "Tahmin ediyorum orada teknik bir hata olmuş" dedi.
Yazarın Tüm Yazıları