Orduevinde gözaltına alınan paÅŸanın sorguda yaÅŸadıkları

Ergenekon Soruşturması’nın dünkü adı "Bomba Davası" idi. Aylarca süren soruşturmalar sonucunda, avukatlar, bürokratlar, öğrenciler, emekli askerler ve en sonunda paşalar gözaltına alındı; işkenceli sorgulamalardan geçirildi. "Bomba Davası"nın hedefinde hangi komutanlar vardı? İktidar klikleri arasındaki çatışmanın temelinde ne yatıyordu? Emekli Tümgeneral Celil Gürkan, gözaltına alınışını ve sorguda yaşadıklarını bakın nasıl anlatıyor.

"GECE yarısından sonra eşimle birlikte arabamızla orduevine döndük. Orduevinin lobisine girdik. Eşim asansöre doğru yöneldi. Ben de, odamızın anahtarını almak üzere resepsiyona yaklaştım. Lobide kollarında kırmızı ’As. İz./Askeri İnzibat’ kolluğu takılı bir deniz, bir hava subayı ile bir de sivil kişi bulunuyordu. Görevli ere oda numaramızı söyledim. Er anahtarlığa döndü, kutudan çekip aldığı anahtarı verirken, ’Komutanım bu beyler sizinle görüşmek istiyor’ dedi.

Dönüp baktığımda, erin bana bu ÅŸekilde hitap etmesi üzerine yerlerinden kalkan ikisi subay, üç kiÅŸinin bana doÄŸru yaklaÅŸtıklarını gördüm. İçlerinden deniz yarbayı olan, ’Komutanım, siz emekli Tümgeneral Celil Gürkan’sınız deÄŸil mi?’ diye sordu. Evet, dedim. Â

Bu yanıtım üzerine yarbay, ’Komutanım, bir konu hakkında bilginize başvurmamız gerekiyor’ dedi.

Benimle oracıkta oturup konuşacaklarını sanarak, ’Hay hay yarbayım’ dedim ve holdeki koltuklara doğru yöneldim.

Yarbay sıkılarak, ’Komutanım burada değil, Emniyet Müdürlüğü’ne kadar gideceğiz’ dedi...

Emniyet Müdürlüğü’ne gittik. Yukarıda bir odaya girdik. Çalışma masasının başında orta yaşlı sivil bir kişi oturuyordu. Biz odaya girince ayağa kalktı. Nöbetçi Emniyet Müdürü imiş.

Beraber geldiğimiz yarbay, nöbetçi müdüre, ’Bizim işimiz kalmadı Müdür Bey, gidiyoruz’ dedi ve bana veda ederek odadan ayrıldılar. Nöbetçi müdürle ben baş başa kaldık.

’Paşam yarın sabah İstanbul’a oldukça uzun ve yorucu bir yolculuk yapacaksınız. İstirahat etseniz iyi olur. İçeride bir yatağımız var. Orada yatabilirsiniz’ dedi. Vakit gece yarısını bir iki saat geçmişti.

Kelepçeli ve gözlerim bağlı

İzmir Emniyet Müdürlüğü’nden saat 09.00 gibi İstanbul’a hareket ettik. Ben kendi otomobilimi kullanıyorum. Yanımda dün gece beni teslim almaya gelen emniyet komiseri var. Önde bir polis trafik arabası, tepesindeki mavi sinyal lambası sürekli çalışıyor ve zaman zaman da sirenini çalıyor. Arkada sivil giysiler içindeki emniyet mensuplarını taşıyan resmi plakalı bir otomobil var. Gerçekten görkemli bir gidiş! Bana bir telefon açıp İstanbul’a gitmemi isteselerdi bunu derhal yerine getirirdim. Devlete bu denli külfet yüklememiş olurdum...

Saat 22.00 sıralarında Selimiye kışlasının nizamiye kapısı önüne vardık. İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne ait binek otosundan inen iriyarı görevli yanıma gelerek, ’Paşam burada araba değiştireceksiniz. Şu arabaya geçin’ dedi. İzmir’den beri bana eşlik eden komiser ile vedalaştık.

Hareket ettik. Doğru Kadıköy İskele Meydanı’na. Emniyet Amirliği binası önünde araba değiştirdik. Dodge marka askeri bir kamyonete bindirildim. İçerisi karanlık. İçeri girmemle birlikte görüp seçemediğim biri elindeki bantla gözlerimi bağladı ve yan kanepeye oturttu. Bileklerime kelepçe taktı. Araç hareket etti...

Yavaşlaması ile bir bahçe kapısından giriş yaptığı izlenimi veren araba, kırma taş dökülü bir zemin üzerinde biraz ilerledikten sonra durdu. Bu arada birkaç kez duyduğum köpek havlaması, girdiğimiz binanın koruyucu köpeklerle pekleştirilmiş bir güvenlik düzenine sahip olduğunu gösteriyordu. Koluma giren kişi, ’Dikkat, merdiven çıkacağız’ dedi. Yanılmıyor isem helezon biçimi merdivenden bir kat çıktık, sola döndük. Biraz yürüdükten sonra bir kapı açıldı ve beni içeri soktular. Kapı kapandı ve asıl önemlisi gözümdeki siyah bant çıkarıldı.

Ziverbey sorgu merkeziydi

Gördüğüm manzara şu idi: Yaklaşık 4x4 metre boyutunda, tahta zeminli tahta tavanlı bir harap oda. Tavanda oldukça güçlü çıplak bir ampul. İki cephede pencere. Camları tamamıyla beyaz boya ile boyandığı için dışarıdan ışık alıyor ama dışarıyı görmeye olanak vermiyor. Köşede, her yönü ile hurdaya çıkmış izlenimi veren bir demir karyola. Eski bir tahta masa ve hurdaya çıkmış bir koltuk.

Odada iki sivil kişi ve bir üniformalı çavuş. İki kişiden yaşlıca olanının boynunda bir fotoğraf makinesi. Genç olanı, ’Üstünüzde ne varsa, saat dahil çıkarıp masanın üzerine koyun. Elbiselerinizi de çıkarın, şu pijamayı giyin’ talimatını verdi.

Arkasından bana duvar önünde durmamı, cepheden ve yandan vesikalık fotoğrafımın çekileceğini söylediler. Bu arada da elime, üzerinde iki veya üç haneli bir numara yazılı bir tahta parçası vererek bu tahtayı göğsümün üstünde ve çenemin altında tutmamı tembihlediler. Eeee kolay mı? ’Büyük sabıkalı’ ele geçirilmiş!

Pijamamı giydikten sonra genç adam çavuşa, ’Tak zincirlerini’ dedi.

Çavuş, paslı ve beygirleri ahırda bağlamak için kullanılan zincir ile iki bileğimi birbirine bağladı ve zincirin uçlarını da gene paslı bir kilitle kilitledi. Aynı işi ayaklarıma da uyguladı.

Zincire bağlandıktan sonra şimdi sıra genç adamın talimat vermesine gelmişti: ’Odada dolaşmak yasak. Pencerelere sokulmak yasak. Elektriği gece gündüz söndürmeyeceksiniz. Yatakta yatmadığınız zaman en çok yatağın yanındaki masanın başında bulunan koltuğa oturabilirsiniz. Kapının açılış ve kapanışı sırasında kapıya arkanızı döneceksiniz.’

Görevli gence, yatarken zincirlerin çözülüp çözülmeyeceğini sordum. Sorum tuhafına gitti. ’Yok öyle şey, bu halinizle yatıp kalkacaksınız.’

31 Mayıs 1939 günü büyük sevinçlerle, onur duyarak Harp Okulu’ndan mezun olmuş, kılıç kuşanmış, apolet takmıştım. Otuz dört yıl sonra 31 Mayıs 1973 günü, emekli bir tümgeneral olarak, elli beş yaşında, pranga mahkûmu gibi zincire vuruluyordum. Neydi başıma gelenler? Niçin getirilmiştim bu meçhul yere? Getirenler kimlerdi ve amaçları ne idi?.."

Bugün adı Ergenekon Soruşturması, dünkü adı Bomba Davası idi

TARİH, 6 Mayıs 1972.

Bombalı bir eylem sırasında elleri ve ayakları kopan İbrahim Çenet adlı öğrencinin ifadesiyle başlayan soruşturma bir anda bambaşka gelişmelere neden oldu.

Türkiye gündeminden aylarca düşmeyen ve adına "Bomba Davası" adı verilen soruşturma kapsamında eski polis müdürlerinden doktorlara, avukatlardan üniversite öğrencilerine, bürokratlardan emekli askerlere kadar 57 kişi gözaltına alınıp anayasal düzeni yıkmak iddiasıyla tutuklandı.

Bomba Davası sanıkları, yapılacak bir askeri ihtilal amacıyla, soygun ve bombalı saldırılar düzenlemek ve Boğaz Köprüsü’nü havaya uçurmak gibi uyduruk iddialarla İstanbul’daki Ziverbey Köşkü’nde işkenceli sorgulamalardan geçirildiler. "Kontgerilla" adı ilk kez bu köşkte dile getirildi. Sorgulamayı yapanlar kendilerini "Kontrgerilla" diye tanımlıyordu.

Ziverbey Köşkü’nden çıkan ifadeler doğruymuş gibi gazete manşetlerine taşındı. Bu yalan haberlerle kamuoyu oluşturulmaya çalışıldı. Örneğin, güya sanıklardan Orhan Kabibay, gemi batırmak için Bülent Ecevit’ten 4500 lira almıştı!

Peki, soruşturma neden birdenbire büyümüş ve başka kanallara doğru gitmişti? Talat Turhan mahkemede şöyle diyordu:

"Yapılmak istenen Atatürkçülerin ve 27 Mayısçıların tasfiyesidir. Huzurunuzdaki sanıkların çoğu ve ben, o tarihte kuvvet komutanı olan Orgeneral Gürler, Orgeneral Muhsin Batur ve Oramiral Kemal Kayacan’ı suçlanmaya zorlandık. Bunu yapanlar, bazı hallerde bu en değerli komutanların kendilerine ve ailelerine açıkça küfrediyorlardı. Çünkü bizi bir iktidar kavgasında kullanmak isteyen gayri meşru bir örgüt esir almıştı; tabir benim değil onlarındır."

Bomba Davası büyük gürültülerle sürdü ama sessizce bitti. Yargısal süreç, beraat ya da mahkumiyetle son bulmadı. 1974 yılında çıkarılan afla dava düştü. Sanıklar davanın düşmesine itiraz ettiler; suçsuzluklarının mahkeme tarafından kabul edilmesini istediler. Dosya Askeri Yargıtay’a gitti ama karar değişmedi.

Peki, "Bomba Davası" siyasal amacı gerçekleştirdi mi? Evet, en önemlisi suçlanan Faruk Gürler cumhurbaşkanı seçilemedi.

Bomba Davası üzerine araştırmalar yapan rahmetli Uğur Mumcu şöyle diyordu. "Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Faik Türün üçlüsünde simgelenen emperyalistlerle bütünleşmiş işbirlikçi iç güçler, ulusalcı Faruk Gürler-Muhsin Batur-Kemal Kayacan üçlüsünü buna engel görüyorlar ve onları bertaraf etmek istiyorlardı."

Bugünü anlamak için fazla söze gerek var mı?

Sorgucuların hedefinde hangi komutanlar vardı

"Gözlerim bantlı, ellerim ve ayaklarım zincirli ve pijamalı halde sorgucunun karşısındayım. Sivil olmalarına rağmen herkes birbirine ’Albayım, Yarbayım’ diyor, gerçek kimliklerini saklamak istiyorlar. Beni son derece şaşırtan bir soruyla başladık. ’Paşam siz son derece değerli bir subay idiniz, komutan idiniz, seviliyordunuz. Neden o ... Gürler’e, o ... Batur’a (burada yinelemek istemediğim bazı kaba sözcükler kullanarak) alet oldunuz, onların oyunlarına geldiniz?

Sorgucunun bu sözleri söylediği tarihte, (Faruk) Gürler Genelkurmay Başkanlığı’ndan yeni ayrılmış olmakla beraber Cumhurbaşkanlığı’na adaylığını koymuş fakat kazanamamıştı. (Muhsin) Batur ise fiilen Hava Kuvvetleri Komutanı bulunuyordu.

Sorgulama çok ilginç bir önsöz ile başlamıştı. Sözde ’Albay’, benden Adapazarı’nda 2’nci Tümen komutanlığım dönemimden başlayarak son güne kadar geçen olayları anlatmamı istedi. Başladım anlatmaya. Araya giriyordu. ’Yoo Paşam öyle değil, gerçeği söyleyiniz. Biz her şeyi biliyoruz. Sonra külahları değiştiririz!’ Ben anlatıyor, o araya girip, ’Cuntaları anlatın cuntaları’ diyordu.

Otelde cunta toplantısı!

Cunta falan yoktu. Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri’ndeki silah arkadaşlarımız, kendi aralarında olsun, komutanları ile beraber olsun, olağan görevleri gereği zaman zaman bir araya gelerek, 12 Mart öncesi tehlikeli gidiş üzerinde durmuşlar, ordunun uyarıcı görev yapması üzerinde görüş alışverişinde bulunmuşlar, ne gibi önlemlerin alınabileceğinin değerlendirmesini yapmışlardır.

’Albay’ (kimliği daha sonra ortaya çıktı: MİT görevlisi Eyüp Özalkuş idi. SY) sanırım elindeki yazılı bir metinden okuduğu izlenimi veren bir ton ile sordu: ’Paşam, siz emekli olduktan sonra, 16 Mart 1972 tarihinde emekliye sevk edilen 5 general/amiral ve 8 albay eşlerinizle birlikte Ankara Kent Oteli’nin meyhanesinde, daha doğrusu gece kulübünde toplanmışsınız. Aranızda bir de üniformalı kurmay albay varmış. Bu toplantıda sizi emekli ettikleri için Silahlı Kuvvetler’den intikam almaya yemin etmişsiniz. Bunu anlatın.’

Bu suçlama karşısında sarsıldığımı hissettim. Aklıma, vaktiyle bir yerde okuduğum ve beğendiğim şu söz geldi: Ben size insanım diyorum, oysa siz benden eşek olmadığımı ispatlamamı istiyorsunuz!

Emekli olmuş, ellerinde hiçbir güç, kuvvet bulunmayan, sadece içinde yaşadıkları memleketin refahını isteyen 13 emekli subay adına benden, niçin Türk Silahlı Kuvvetleri’nden intikam alma andı içtiğimizi açıklamamı istiyorlardı?

’Albayım’ dedim, size bu bilgileri veren kaynağın kim, neresi olduğunu bilmiyorum. Öğrenmek de istemiyorum. Şayet resmi bir kaynak ise, ülkemin güvenliği açısından üzülerek karşılarım. Her birini çok yakından tanıdığım arkadaşlarımın, içinden yetiştiğimiz ve her türlü nimetlerini gördüğümüz aziz Silahlı Kuvvetleri’mizden sırf emekli edildik diye intikam andı içecek derecede serseri, sağduyudan yoksun kişiler olmadıklarını biliyorum. Elhamdülillah sağduyumuzu, aklımızı yitirmiş değiliz. Bu suçlamayı nefretle reddederim. Kent Oteli’nin gece kulübü ya da meyhanesi, yerli yabancı, dost düşman, casus, istihbaratçı, hırlı hırsız her türlü insanın bulunduğu bir yer. Eğer cahilce bir ant içme söz konusu olsaydı bunu herkesin gözü önünde yapmazdık.

Cuntayı anlatın

Sorgumun ikinci günü ifademi yazılı olarak vermem istendi. Beyaz káğıtlar verdiler. 12 Mart (1971 askeri darbesi) öncesi, Silahlı Kuvvetler içindeki örgütlenme çalışmalarını yazacaktım! Ne ilginçti. Eğer benim de içinde bulunduğum örgütlenme çalışmaları ’cuntacılık’ sayılıyorsa, bu ’cuntaya’ liderlik etmiş iki kişiden biri Silahlı Kuvvetler’in hava gücünün başında idi. Öteki de daha düne kadar Silahlı Kuvvetler’in tümünün başındaydı. Eski Genelkurmay Başkanı ile fiilen hava gücüne komuta etmekte olan bir Hava Kuvvetleri Komutanı’nı suçlayacak bir dosya hazırlanıyordu demek.

Sürekli soruyorlardı: Başınızda kimler var? Sizi kullananların içyüzünü açıklayın da bitsin bu iş.

Yazdıklarım beğenilmedi. Vaki olmayan bir cuntadan, ihtilal ya da darbe girişiminden ve cunta üyeliğinden söz etmemi istiyorlardı. ’Albay’ sürekli tehdit ediyordu, ’Yoksa külahları değiştiririz...’

Yazdım beğenmediler, yazdım beğenmediler. İstediklerini alamadılar. ’Konforlu Köşk’teki konukluğumun altıncı günü saat 10.00 sıralarında gözlüklü bir yüzbaşı geldi. ’Paşam bugün öğle yemeğinden sonra sizi serbest bırakacağız. Şimdi elbiselerinizi gönderiyorum, hazırlanın’ dedi. Sevinmedim dersem yalan olur."
Yazarın Tüm Yazıları