Cari açık değil vicdan açığı bu

YANILDIĞIMI haberi okuyunca fark ettim. Ben dayakçı polislerin davasının başladığını zannediyordum. Meğer bu dava o dava değilmiş. Bu dava, dayak atan polislerin dövdükleri vatandaş hakkında “kendilerine mukavemet ettiği” iddiasıyla yaptıkları şikâyet üzerine açılan davaymış.

Haberin Devamı

Biraz karışık mı oldu? O zaman başa dönelim.
20 Haziran 2012 tarihinde CNN-Türk’ün 13.00 bültenini izlerken, ekranda 4-5 polisin ortalarına aldıkları bir vatandaşı acımasızca dövdükleri görüntülerle karşılaştım. Dehşete düştüm. Polislerden biri copla vuruyor, diğeri kemerini çıkartıp girişiyordu yerde yatan vatandaşa.
Cihan Haber Ajansı’nın servis ettiği görüntülerde, copun vatandaşın vücuduna değdikçe çıkarttığı tok ve uğursuz ses net bir şekilde duyuluyordu.
Olay İstanbul Samatya’da, Ahmet Koca adlı bir vatandaşın sancılanan hamile akrabasını arabayla hastaneye götürürken, ters yönden giren bir polis otosuna yaptığı uyarı ve bunun üzerine çıkan münakaşanın devamında patlak vermişti.

*
  
O günkü yazımı bu dayak görüntülerine ayırmıştım. Dün dayağı yiyen Koca’nın sanık olarak yargılanmasının başladığını öğrenince, “Vatandaşa İşkence Sokağa Taşınca” başlıklı 21 Haziran 2012 tarihli bu yazımı bir daha okudum.
Ve ne kadar saf olduğumu bir kez daha idrak ettim.
Yazıda, bu skandala nasıl bir karşılık verileceği sorusunun, yaklaşık 10 yıldır işkence konusunda “sıfır tolerans” politikası izlediğini söyleyen AK Parti hükümeti açısından bir “inandırıcılık sorununa” dönüştüğünü belirtmişim.
Cümle sonu her seferinde “gerekir” fiili ile biten şöyle şeyler de yazmışım: Hadisenin medeni bir hukuk devletine yakışır bir şekilde sonuçlandırılması, özür dilenmesi, dayak atan polisler hakkında idari ve adli soruşturmaların süratle ve şeffaflık içinde yürütülmesi, bu vahşetin yaptırımsız kalmadığı hususunda kamuoyunun ikna edilmesi, vesaire, vesaire...
İtiraf edeyim ki, televizyon başında görüntülerini yüz binlerce insanın izlediği böyle bir vahşetin ardından, önce dayak yiyen vatandaşın sanık kürsüsüne çıkabileceği aklımın ucundan geçmemişti.
  
*

Haberin Devamı

Ve gerçek durum: İstanbul 30’uncu Asliye Ceza Mahkemesi’nde başlayan davada, Ahmet Koca hakkında Türk Ceza Kanunu’nun 265/1 maddesinde düzenlenen “kamu görevlisi mukavemet” suçundan 6 aydan 3 yıla kadar hapis cezası isteniyor.
Olaya karışan 11 polisin çoğu hakkında maaş kesme, başka göreve tayin gibi idari cezalar verildiği söyleniyor. Ancak aradan yaklaşık 5.5 ay geçmiş olmasına karşılık, dayakçı polisler hakkındaki savcılık soruşturması hâlâ sonuçlandırılabilmiş değil.
Bu nasıl bir yargı mekanizmasıdır ki, dayağı atan polislerin mağdur hakkında “Bize mukavemet etti” diye verdikleri, hatta “anlamadıkları bir dilde” konuştuğunu (Kürtçe) da ekledikleri şikâyet dilekçesi büyük bir süratle işleme konulup yargılama başlarken, dayak yediği görüntülerle ve Adli Tıp raporları ile sabit olan vatandaşın maruz kaldığı zulümle ilgili kamu davası bir türlü açılamıyor.
Böyle bir ülkede toplumun yargıya güven duyması mı beklenecek?
  
*

Haberin Devamı

Dönüp dolaşıyoruz ve konu insan hakları ihlalleri olduğunda sistemin bütün hücrelerini kaplamış olan, devleti ve onun görevlilerini koruma altında tutan “cezasızlık kültürü”nün hükümranlığını hukuk dahil hiçbir gücün sarsamadığını görüyoruz.
Geldiğimiz noktada bu sorunun vahametini niteleyebilmek, tarif edebilmek için galiba yeni kavramlar üretmemiz gerekiyor. Nasıl ekonomide bütçe açığı, cari açık gibi kavramlar kullanılıyorsa, bu ülkede ciddi bir “adalet açığı”nın da bulunduğunu belirterek yola koyulmamız gerekiyor.
Aslında “adalet açığı” kavramı da yetersiz
kalıyor. Karşımızdaki, adaleti de aşan bir “vicdan açığı” meselesi.
Ve kötülüğün bu kadar olağanlaştığı, vicdanların körleştiği ortamlarda bu açığı kapatabilmenin bir çaresi de yok ne yazık ki...

Yazarın Tüm Yazıları