Yasemin'ce

Aşkın gücü Titanic'teKonu aşk olduğunda akan sular akmaz, gören gözler görmez olur. Şimdi bu ne sıradan bir tanımlama diyenler çıkabilir aranızda. Sıradan, mıradan da olsa gerçek, gerçektir. Kör, sağır ve dilsiz olmak, ancak aşkın başaracağı bir iştir. Hele bir de buna yaşamayı ilave edecek olursanız, işte o anda içinizdeki potansiyel gücün derecesini de öyle bir kavrarsınız ki, imkansızı başarırsınız. Aslında imkansız diye bir şey olmadığını anlarsınız. İçinizdeki gizil güç harekete geçer ve siz artık siz olmaktan çıkarsınız. Mucizeler meydana getiren ilahi bir varlığa dönüşürsünüz. Tabii bu arada aşkla tutkuyu bir birine karıştırmamak gerekiyor. Ve bunun en ince biçimini işleyen ‘‘Titanic’’ filmi, film klasikleri arasına girmeye hak kazanıyor. Filmin böylesine büyük bir başarı elde etmesi, film tekniğini başarıyla kullanmasından çok işlediği aşk macerasından kaynaklanıyor. Aşkın sihirli gücü, ‘‘Titanic’’ filminin başarısına imza atıyor. Zaten gerçek aşkın bulunduğu yerde güller biter, felaketler güzelliğe, aydınlıklar karanlığa dönüşür. Ve ‘‘Titanic’’ filmi bunu öylesine ince, öylesine latif ve öylesine ‘‘Tam’’ işlemiş ki, hem tutkuyu hem de aşkın mesajını çok güzel vermiş. Bir, tutkunun insana yaptırdıklarını görüyorsunuz, bir de aşkın yaptırdıklarını... Ve aradaki farkı ayan beyan anlıyorsunuz. Ya, yaşamaya yönelik verdiği mesaj... Mesajı aldığınız anda içinizde birşeylerin harekete geçtiğini hissediyorsunuz. Çok ince, çok anlaşılmaz fakat, o derece enerji yüklü bir şey içinizde harekete geçiyor. Evet, bu ‘‘hayatın değeri.’’ Hayatın değerini, zamanın içinde kavrıyorsunuz. Zaman geçip gidiyor. İçinizden yükselen istekler sizi kavuruyor. Ve siz, zamanın içindeki yerinizin hala hesabını yapıyor ve ‘‘şunlar şunlar olsun da ondan sonra’’ içinizdeki ateşi açığa çıkartmayı planlıyorsunuz. Ve pek tabii hata ediyorsunuz. Zaman geçiyor. Geçen zamanla birlikte içinizden taşan ve sizi aşan isteklerinizi bastırıyorsunuz, bastırıyorsunuz, bastırıyorsunuz.Mekanın, zamanın ve düşüncelerinizin baskı altına aldığı isteklerinizle birlikte yaşamayı öğreniyorsunuz. İsteklerinizin dışında bir hayatın güçlü çekimine kapılıyor ve bütün gerçekleri ‘‘olması gereken kalıbın’’ içine sığdırmayı başarıyorsunuz.Tabii bu arada zaman geçip gidiyor. Yaşamadan, yaşayamadan, hep birşeylerin olmasını bekleyerek, tatminsiz, mutsuz ve baskı altına aldığınız gerçeklerinizle, gerçek olmayan bir dünyada hayatınızı sürdürüyorsunuz. Ve, bir gün, karşınıza bir film çıkıyor. Ve, filmin kahramanları, sanki size, sizi anlatıyor. Hem de çok ince bir dille. Ve, siz farkında olmadan içinizde birşeylerin kıpırdadığını sezinliyorsunuz. Fakat, dönüp kendinize baktığınız zaman ne çok bağlarla bağlanmış olduğunuzu göremiyorsunuz. Filmin mesajını anlayamıyorsunuz ve diyorsunuz ki, ‘‘Ne kadar hoş bir film’’ iyi ki, geldik. Çok güzel vakit geçirdik.Evet, yine hayatımızdan üç saatlik bir zaman gitti. Halbuki, gitmemiş olabilirdi. Yani, filmin kahramanı siz olabilirsiniz, o an. Hissederek ve yaşayarak izleyebilirsiniz. Ve, diyebilirsiniz ki, ‘‘Evet, zamanı yakalamanın vakti geldi. İzlediğim bu film aslında benim için çevrilmiş. Ve ben, burada tesadüfen izlemiyorum. İçimdeki enerjiyi serbest bırakacağım ve yaşamayı öğreneceğim. Hayatım çok değerli. Ve ben şimdi bunun farkına varmış bulunuyorum.’’Mesajların her an her yerde bizim için bulunduğunu unutmayın. Bazen yolda giderken tam önünüze salınarak düşen bir yaprak olabilir. Bazen karşıdan karşıya geçen ve size dikkatle bakan bir kız çocuğu... Bazen arkadışınızın anlattığı bir olay. Ya da sinemanın önünden geçerken sizi çağıran bir film. Aklınızda yokken içeri dalıverirsiniz. Vaktinizi değerlendirmek için. Ve bir de bakarsınız ki, taa derinlere gizlediğiniz bir duyguyu harekete geçirir. Veya tamamen unuttuğunuz bir istek şuurunuza yükselir. O dakika anlarsınız ki, bu sizin için karşınıza çıkan bir mesajdır. İşte, burada önemli olan anlamak. Mesajları anlamaya başladığınız andan itibaren yaşamaya hazırsınız demektir. Tabii bu arada anladığınızı, öğrendiğiniz sınırlayıcı hayat kalıplarıyla çevrelemediğiniz takdirde... Kimimiz hiç anlamıyoruz. Kimimiz anlıyor fakat, şartlar ve koşullarla öyle bir sınırlandırıyor ki, anladığını yaşaması mümkün değil. Kimimiz ise, düpedüz anladığını hayatına geçiriyor. Ve ne yazık ki, bunların sayısı çok fazla olabilecekken çok çok çok az. Yok denecek kadar az. ‘‘Neden’’ diye sormaktan insan kendini alamıyor. Neden? Yaşamak, bu kadar zor mu? Anladığını uygulayabilmek, yaşayabilmek mümkün değil mi? Anlayış kapılarımız neden açılmıyor ve neden önümüzde apaçık duran hayatı yaşayamıyoruz. Sınırlarımız, duvarlarımız, koşullarımız niye bu kadar kalın? Kendimizi hapsettiğimiz alandan niye kurtulamıyoruz? Şayet bundan memnunsak niye debelenip duruyoruz? Sonra da, içinde aşk var diye, bir filmi yüceltip baş tacı ediyoruz? Demek ki, içimizden taşan ve bizi zorlayan birşey var. Nedenini kavrayamadığımız, ne olduğunu anlayamadığımız bir şey. Ve bu şey, karabasan gibi üzerimize çökmeye devam ediyor. Bir türlü kendimizi sıyıramıyor, silkinip çıkamıyoruz. İçimizdekini çıkartamıyoruz. Aslında korkuyoruz. Evet, yaşamaktan korkuyoruz. Ve bunu bir türlü dile getirip söyleyemiyoruz. Hatta kendimize bile... Yaşamaya kalkarsak kimbilir neler olur, diye düşünüyoruz. Zarar görmekten korkuyoruz. Zarar vermekten korkuyoruz. Çevremizin bizim için neler düşenebileceğini hayal ediyoruz ve kendimizi yaşamıyoruz. İstediklerimizi değil bizden istenileni yapmaya uğraşıyoruz. Böylece yanlış yapmaktan kendimizi koruduğumuzu sanıyoruz. Sanrılarımızın tümü, içimizden yükselen ve dışımıza yansıyan korkularımızın biçimlenip karşımıza dikilmesinden başka birşey değil. Ve bu biçimlerin tamamen dışımızdan bize yansıyan ve zorlayan şeyler olduğunu sanıyoruz. Bizi baskı altına alan, hayatımızı karartan ve isteklerimizi yapmaktan alakoyan zorlayıcı nedenlerin hepsi, çevremizin bize sunduğu hayat olduğunu düşünüyoruz. Bundan nefret ediyoruz fakat, böyle yaşamaya da devam ediyoruz. Yani yaşamamayı düstur ediniyoruz. Kendi yarattığımız koşulların kölesi olarak, esaret hayatını seçiyoruz. Tabii hayatınızla ilgili yaptığınız seçimlere müdahale edecek değilim. Fakat, diyorum ki, yaşamayı da seçebilirsiniz, Yasemin'ce...
Yazarın Tüm Yazıları