Berlin makyaj tazeliyor

Geçen hafta ilan yoğunluğu nedeniyle tamamlayama-dığım Almanya yolculuğumun son bölümünü anlatacağım. Bu bölümde bir şantiye görünümündeki duvarsız Berlin var.

Sabah erkenden Münih havaalanına gittim. Berlin uçağının kalkış anına kadar (yaklaşık 3 saat) havaalanının inşa halindeki yeni bölümlerini gezdim. Öylesine geniş alanları, park yerlerini, alışveriş mekánlarını, gidiş-geliş salonlarını görünce şaşırdım. Bana eşlik eden Lufthansa görevlilerine, böylesine büyük bir alanın neden başkent Berlin'e değil de Münih'e yapıldığını eleştirel bir üslupla sordum. Onun verdiği teknik ve uzun yanıtı dinlemek zorunda kalınca, sorduğuma bin pişman oldum. Böylesine muhteşem bir hava alanının, Berlin yerine Münih'e yapılmasının, beni neden endişelendirdiğine pek anlam veremedim.

Berlin'e ilk kez bundan yaklaşık 20 yıl önce gelmiştim. O zamanlar kent ‘Utanç Duvarı’ ile ikiye bölünmüştü. Duvarın arkasındaki yaşamı hep merak etmiştim. Bu gidişimde ise duvar artık yoktu.

Berlin Türk işçilerinin olduğu kadar, Türk yazar-çizer takımının da gözde kentlerinden biri olmuştu. Şimdilerde veya yüzyılın başında yazılmış olsun, hangi gezi kitabını karıştırsam karşıma, Berlin'le ilgili gezi notu çıkıyordu. Örneğin İsmail Habib Sevük, 1935 yılında yazdığı ‘Tuna'dan Batıya’ adlı kitabında, Berlin hakkında şu bilgileri veriyordu: ‘Otobüslerle şehir treni bir günde bir milyon bilet kesmektedir. Bu bizim İstanbul'un bir yıllık tramvay kımıldanışına denk olsa gerek. Berlin'de yarım milyon ev köpeği var. Her birinden 60 mark kadar vergi kesiliyor. Bunun tutarı bizim İstanbul belediye bütçesinin topunu geçmektedir.’

Atilla Dorsay ise kısa bir süre önce yayınladığı ‘Yaşam ve Ölüm Kentleri’ adlı kitabında Berlin hakkında şöyle yazıyordu: ‘Berlin neresinden bakarsanız şaşırtıcı, ilginç, büyüleyici bir kent. Bu kentte insan 10-15 gün geçirince bir şeyler yazmak, duygularını, izlenimlerini kağıda dökmek gereğini hissediyor.’

Yazar Nedim Gürsel ‘Seyir Defteri’ adlı kitabında Berlin'den şöyle bahsediyordu: ‘Berlin, sayısız gece kulüplerinde, loş barlarda bölünmüş cinselliklerini yaşayabilen insanların kenti...’

BÜYÜK ŞANTİYE

Vaktim yoktu. Parlamento binasının camlı kubbesinden dört bir yana bakmakla yetindim. Duvar yıkıldıktan sonra başlayan inşaat faaliyeti hala sürüyordu. Dev vinçler kente koca bir şantiye görünümü katmıştı.

Spree Nehri üstünde yaptığım hızlı tekne turunda, kentle ilgili ipuçları, geçmiş yıllarımdan bildik görüntüler yakalamaya çalışıyordum. Benimkisi boşa bir gayretti. Kent baştan aşağı değişmişti ve değişim sürüyordu. Berlin Venedik gibi kanallar ve köprüler kentiydi. Nehrin üstünde tam 1662 tane köprü vardı ki, bu konuda Venedik bile yanına yaklaşamazdı.

Tekneden indikten sonra bindiğim araba, caddelere, sokaklara daldı. Rehber de zamansızlığın farkındaydı. Her şeyi anlatabilmek için acele ediyordu: ‘Burası Unter Den Linden-Kestaneler altı Bulvarı. Eni 100 metreye yakındır. Brandenburg Kapısı'nda 17 Haziran caddesiyle buluşur. XVIII. Yüzyılın tanınmış mimarı Friedrich Schinkel'in elinden çıkma binalarla süslü bu cadde, sosyalist bürokratların tüm çabalarına rağmen güzelliğinden bir şey kaybetmemiştir. Burada, ‘Schinkel'in hangi binası daha güzel?’ oyununu oynamak vazgeçilmez bir adettir. Şurası Kaiser Wilhelm Anıtsal Kilisesidir. Savaşta bombalara hedef olmuştur. Metro 1896 yılında kazılmaya başlanmıştır. Dikilitaşın üstündeki Zafer Tanrıçası heykeli som altındandır...’

Bir süre sonra rehberin söylediklerini duymaz oldum. Bunların hepsi kitaplarda

bulabileceğim bilgilerdi. Ben Berlin'i kendisinden öğrenmek istiyordum. Ruhunu görmek niyetindeydim. Ama her büyük kent gibi Berlin de, kendini öyle kolay kolay ele vermek niyetinde değildi.

DUVARIN İZLERİ

Bir zamanlar Doğu ile Batı Berlin arasında önemli bir geçiş kapısı olan Check Point Charlie'de, bir kaldırım kahvesine oturdum. Caddedeki izlere bakılırsa şu an tam duvarın dibindeydim. Güvenlik kulübesi ve önündeki kum torbaları eskisi gibi duruyordu. Onların önünde fotoğraf çektirenleri seyrettim. Sık sık duyduğum Türkçe konuşmalara şaşırmadım. Burada 300 bin kadar Türk'ün yaşadığını, bazı semtlerinin Türkiye'den daha çok Türkiye'ye benzediğini biliyordum.

Lufthansa'nın simülasyon merkezine giderken not defterimin bir köşesine, ‘Berlin'e bir kaz kez daha gelmek gerek. Berlin'e günler lazım, saatler yetmiyor...’ diye not düştüm.

Simülasyon merkezinde, pilotların eğitildiği kokpite girip, koca bir yolcu uçağını uçurmayı denedim. Burada uçağın uçması dışında her şey gerçeğe uygundu. Sesler, sallantılar, dönüşler, ibreler, düğmeler. İlk inişimde uçağı pistten çıkartıp, tarlaya sapladım. Gerçekmişçesine korkuya kapılıp, ter döktüm. İkinci inişimde yine pistten çıktım. Korkularımı yendikten sonra, koltukta oturduğum 20 dakika boyunca çocuklar gibi ‘pilotçuluk’ oynadım.

Almanya gezisi bu oyunla bitti. Öylesine hızlı bir gezi oldu ki, aklımda görüntü kırıntıları kaldı. Onları da sizlerle paylaştım.
Yazarın Tüm Yazıları