Tuvalet kapısındaki işaretler

Kanat ATKAYA
Haberin Devamı

YAKLAŞIK iki haftadır, zincirleme tesadüfler neticesinde -Placebo konseri hariç- gece hayatında forma giymişliğimiz yok.

Evde düz koşu, çarpraz koşu filan yapıp yeniden form tutmaya çalışıyoruz. Cimbom haftada üç maç oynuyor zaten. Bir de İtalya ligi maçları çıkınca bu sezon, zaten her akşam bir maç filan oluyor.

Bu aşırı futbol hali de bir noktadan sonra sıkıcı olmaya başlıyor ya her neyse. Çok da kafayı takmıyoruz. Hem, faydası olmadı mı bu işlerin? Oldu tabii ki. Camia olarak kafasını gözünü yararak da olsa İtalyanca konuşmaya başladık.

* * *

Futbol ile günlük hayatın yanına bir de entelektüel faaliyet eklemek gibi çapımızı aşan bir hareket yapalım dedik ve delikanlı korsan Long John Silver'ın muhteşem romanına girdik.

Lütfen kimse korsan romanı okuyoruz diye aşağılamaya filan kalkmasın. Roman şahane bir kere. Hem misal vermek gerekirse; bir Haşmet Babaoğlu kolay yetişmiyor.

Gıpta ile izlediğimiz, saygı beslediğimiz bir BJK'li netice itibariyle. Biz de isteriz onun gibi hem futbol, hem felsefe takılmayı fakat olmuyor bir noktadan sonra.

Neyse bu Long John Silver'ın bacağının testereyle kesildiği sahnede gıkının bile çıkmaması, bir de o halde sürünerek güverteye çıkıp tayfalara posta koyması filan hoşumuza gitmiş, coşmuşuz.

Evde tek başına korsan romanı okuyup coşmak tabii ki pek manalı bir hareket değil.

Baktık durum kötüye gidiyor, neredeyse elimize çengel olarak takmak için mutfak malzemesi aramaya başlayacağız,‘‘İnsan içine karışmak lazım’’ deyip kapıyı çektiğimiz gibi sokağa vurduk kendimizi.

* * *

Fakat nereye gideceğimizi bilemiyoruz. Antrenmansızlık böyle bir şey işte. Tam evden çıktığın anda, ‘‘Ulan otursaydın ya oturduğun yerde’’ diye özetleyebileceğimiz küçük bir pişmanlık anı vardır. Eminim çoğunuz yaşamışsınızdır.

Hani bir gaza gelip sokağa çıkarsınız da, sonra eve en yakın noktada hızlı hızlı bir tane bir şey içip, eve dönmeye çalışırsınız. Tam öyle bir noktada kalakaldık.

Ama çıkılmış bir kere sokağa. ‘‘Keşke çıkmadan iki telefon çakıp, bir yancı ayarlasaydık’’ diye düşünürken kendimizi Zapyon'un sokağının başında bulduk.

Hep gittiğimiz bir yer olmasın, yeni bir yer olsun istiyoruz. Ama yeni yer olsun da, çok da yeni gibi olmasın. Yani mesela alışmadığımız bir müzik çalmasın. Alışmadığımız bir ambians olmasın...

* * *

Diyeceksiniz ki, ‘‘Senin canın sıkılıyor diye tesis mi inşa edilecek!’’ Haklısınız. Öyle abartılı bir şey istemiyorum da, yani efendi gibi oturalım iki tane bir şey içelim, sonra Long John Silver'a dönelim süretle...

Böyle aslında hiç derin olmayan, ama o an için insana en kazık matematik problemi gibi gözüken düşünce yumağımızla yürürken Dulcinea'nın laciverte boyandığını fark ettik.

Baktım, dekorasyonla da bayağı bir oynamışlar. Sonra bir daha baktım, barı tam aksi istikametteki duvara dayamışlar. ‘‘Bu kadar kısa sürede bu kadar değişiklik yapamazlar canım’’ diye düşünürken birden Dulcinea ile karşı karşıya olmadığımı fark ettim.

Dulcinea'nın hemen yanında yeni bir mekan açılmış. Hakikaten dışarıdan bakınca ikisi de format olarak acayip benziyor. Ama bunun adı Soho.

Şöyle dışarıdan kestiğimiz kadarıyla, kendimize sıkıntı yaptığımız ‘‘Nereye gitsek?’’ konusunu net bir şekilde çözecek bir dükkan.

* * *

Yekten kapıya yöneldik ve içeri girdik. Tanımadığımız bir mekanda gidip altı kişilik masaya oturacak halimiz yok. Barda bir tane tabureye iliştik.

Sağımda ve solumda iki tane tanımadığım insan oturuyor. Şimdi Kaktüs'ün barına yıllardır alışmışım. Orada bütün gün tek başıma otursam da sıkılmıyorum. Bardaki şişelerin soldan sağa ve yukarıdan aşağı konumunu bilecek kadar tanıdığım bir bar.

Ama ilk gittiğim barda, iki yanımda da tanımadığım insanlar olunca hafiften gerildim. ‘‘Merhaba ben Kanat. Korsan romanlarını severim’’ diye kendimi tanıştıracak halim de yok.

Bir bira söyledim ve etrafı incelemeye başladım. Tablolar filan güzel. Ama en güzel şey tavandaki avize. Sanırsın Guggenheim'dan araklamışlar. Öyle modern, öyle modern ki...

* * *

Soho zaten, kör gözüm parmağına derecede modern. Yadırgadığım iki şey oldu. Birincisi mekanın en dibinde yaratılan 'dev minder ortamı...' Öğrenci evlerinde filan, kanepe alınana kadar ‘‘Ya, ne var işte! Yerlere büyük minderler atıp otururuz’’ muhabbetini çok gördüğümden, dev minderli organizasyonlardan acayip sıkılıyorum.

İkincisi de tuvalet kapısındaki ‘‘Kadın- Erkek’’ vurgulaması. Bu konuya standart getirilmesi gerektiğini bile düşünüyorum bazen.

Soho'ya haksızlık etmeyelim, Durum çok net. Şimdi yanlış hatırlamıyorsam, Simpson'lar mı öyle bir şeyler koymuşlar ayırt etmek için. Ama işemeye giderken şirin figürler filan hakikaten gereksiz.

Bazı mekanlar, sanırsın inadına bu işin suyunu çıkarıyorlar. Zaten sıkışmışsın. Son bir deparla tuvalet bölgesine ulaşıyorsun.

Haydi bakalım kapıdaki işaretlerden sök bakalım sökebilirsan hangisi erkekler, hangisi kadınlar tuvaleti.Kemeri çözüp kadınlar tuvaletine dalıp rezil olmak bile var işin ucunda. İş mi yani?..

* * *

Soho'nun temiz barında iyi müzik dinleyip iki bira içtikten sonra Long John Silver'ın çağrısına daha fazla dayanamadım ve hesabı ödeyip koşar adım eve döndüm. Tropik ortamı desteklemek için Suba'nın albümünü taktım, kanepe adam pozisyonuna geçtim ve nerede kaldıysam oradan devam ettim.

Kitap bitince ne yapacağım bilemiyorum...

Yazarın Tüm Yazıları